24 Ocak 2025, Cuma

Prof. Dr. Vatan KARAKAYA – Yükseköğretimde Bilgi Sorunu Çalıştayı-II Üzerine Bazı Değerlendirmeler

İnsan tasavvuru, mevcut ve yeni üretilen bilgiyle şekillendiği için, insanın değişim kaynağı ve buna bağlı olarak sosyal yapıların olumlu ya da olumsuz şekilde kurulması, üretilen bilginin mahiyetiyle doğrudan ilişkilidir. Bu sebeple, bilgi üretiminin tanımı ve sınırları, sosyal değişimlerin temel sebepleri olarak değerlendirilmektedir. Bu gerçekten hareketle, “Yükseköğretimde Bilgi Sorunu: Eleştiriler ve Teklifler–II Çalıştayı” düzenlenmiş; çalıştaya ise ülkemizin farklı illerinden 35’e yakın alanında uzman düşünür katılmıştır. Çalıştayda, yükseköğretimde bilgi sorunu dört başlık altında tartışılmıştır:

  1. Bilgi üretimi ve asıllarıyla ilişkisi bağlamında bilgi sorunu
  2. Bilgi sorunu ve İslam’ın insanlığa sunduğu varlık-oluşsal teklifin tüm yönleriyle tartışılması
  • Bilgi üretimi ve ilimler tasnifi
  1. Bilgi üretimi ve mevcut üniversite yapısının tartışılması

Bilgi Üretimi ve Asıllarıyla İlişkisi Bağlamında Bilgi Sorunu

İlk olarak, panel tartışmasında bilginin asıllarıyla olan ilişkisi ele alınmıştır. Bu bağlamda, önce bilginin asılları ile usulleri arasındaki ilişki açıklanmış, ardından farklı zamanlarda ortaya çıkan bilginin asıllarıyla ilgili krizler tartışılmıştır. Bilginin, fizik, matematik, metafizik, ahlak ve siyaset gibi alanlarda belirli asıllara dayandığı vurgulanmıştır. Ayrıca, bilginin asıllarına bağlı olmasının, üretilen bilginin tutarlılığını ve gerçeklikle uyumunu sağlaması açısından önemli olduğu belirtilmiştir.

Bizlerin asıl-türev ilişkisine dair kanaatlerimizin usuller ya da yöntemler olarak ortaya çıktığı ifade edilerek İslam düşünce geleneğinde üç önemli usul şeklinin bulunduğu ifade edilmiştir. Bu usullerin ilki metafizik yöntemler, ikincisi tefsir, hadis ve fıkıh usulü gibi şer’i ilimlerde üretilen yöntemler, üçüncüsü ise belagat, sarf ve nahiv usulleri gibi dil bilimlerinde üretilen yöntemlerdir. Usul, iki şey arasında bir ilişki olmadığında yeni bir bilginin üretilemeyeceğini belirtir. Aynı zamanda bir şeyin bilinebilmesi için, bilen ile bilinen nesne arasında bir bağlantı olması gerektiğini vurgular. Bu anlamda; maddi olmayan bir şeyi bilmek için insanın da maddi olmayan bir yönünün olması gerektiği, bununla beraber, miktarı bilmek için ise miktara dair bir idrakin bulunması gerektiği ifade edilmiştir.

Tartışmanın devamında, medeniyet krizlerinin bilginin asıllarındaki krizlerle başladığı vurgulanmıştır. Modern dönemde başlayan krizlerin, bilimsel bilgilere dayanan krizlerin bilginin asıllarına ulaşmasıyla ortaya çıktığı, bilginin asıllarında yaşanan bu krizlerin, Tanrı bilgisinin elenmesiyle başladığı ve bu durumun medeniyetlerde inanç krizlerine yol açtığı belirtilmiştir. Bu inanç krizi, sadece İslam toplumlarında değil, Batı toplumlarında da ahlaki ve siyasi krizler oluşturduğu ifade edilmiştir.

Asıllardaki krizlerin nihai sonucunun, medeniyet krizine dönüştüğü, modern dönemin bilgisini taklit eden medeniyetlerin, özgünleşemediği ve teknikerlik bilgisine bağımlı hale geldiği açıklanmıştır. Batı dışı toplumlarda, asıllarından koparılan bilginin, gizli bir şekilde büyük sorunlar doğurabileceği ve bu durumun, Hz. Süleyman’ın dimdik göründüğü durumunda asasını kemiren kurtçuklar gibi, görünmeyen bir sorun olarak başlamış, ancak bir anda büyük bir çöküşe yol açacağı tartışılmıştır. Bilgi sorununun hepimiz için aynı düzeyde idrak edilmese de aynı düzeyde hayati olarak algılandığında o zaman belki bilgi sorununun çözümü makalelerimize oradan üniversitelere ve buna bağlı olarak ekonomi, ahlak ve siyaset alanına da yansıyacağı belirtilmiştir. Bilgiyle teknisyence irtibatımızın bizlere de lakaytça bir yaşam ortaya çıkardığı vurgulanmıştır.

Günümüzde üniversiteler, niceliksel olarak çok bilgi üretiyor görünse de bu bilginin çoğunlukla yüzeysel teknisyen bilgisi olduğu belirtilmiş ve teknisyen bilgisi, derinliğe inmeden sadece uygulamaya odaklanan, yaratıcılıktan uzak bir bilgi türü olarak tanımlanmıştır. Mevcut dünya düzeninin ürettiği suni krizlerin, hakiki sorunları gölgelediği ve insanlığın asıl krizinin, varoluşsal sorulara (nereden geldik, nereye gidiyoruz, hayatın anlamı nedir) cevap bulmak olduğu dile getirilmiştir.

Bilgi Sorunu ve İslam’ın İnsanlığa Sunmuş Olduğu Varlık-Oluşsal Teklifin Tüm Yönleriyle Tartışılması

Çalıştayın birinci oturumunda bilgi sorunu ve İslam’ın insanlığa sunmuş olduğu varlık-oluşsal teklifin tüm yönleriyle tartışılması hedeflenmiştir. Öne çıkan sunumlardan biri “Ontolojik veya Varlık-Oluşsal İmkanları Bağlamında İslam’ın Bu Çağa Teklifi” adlı tebliğdir. Tebliğde, modern çağın düşünsel krizleri ve İslam’ın çağımıza sunduğu varoluşsal teklif ele alınmıştır. Modern dönemde, metafiziksel hakikat anlayışının çökmesiyle bilgi, faydaya indirgenmiş; hakikatin yerini çoklu yorumlar almıştır. Nietzsche’nin “Son İnsan” ve Baudrillard’ın “ss-Simülasyon” kavramlarıyla, bireylerin tüketim kültürüne hapsolduğu, arzu nesnelerine bağlanarak varoluşsal anlamı yitirdikleri vurgulanmıştır. Modern insanın politik ve ahlaki değerlerden koparak haz odaklı bir yaşama yöneldiği, bu nedenle anlam ve erdem eksenli bir toplum idealinin kaybolduğu belirtilmiştir. Çağdaş felsefenin kimlik ve farklılık üzerine yoğunlaşması, mutlak hakikatin yerini görece değerlerin almasına neden olmuştur.

Leo Strauss’un tespitlerine göre, modern düşüncenin insanı gayesiz bir varlığa dönüştürdüğü ve politikanın haz arayışına dayalı bir yapıya büründüğü açıklanmıştır. Foucault’nun görüşlerine de değinilerek, klasik dönemde hakikatin ruhsal bir dönüşüm gerektirdiği, ancak modern dönemde bilginin yalnızca akıl yürütmeyle sınırlı hale geldiği belirtilmiştir. Bu durum, insanın anlam arayışını daha da zorlaştırmış ve nihilizme zemin hazırlamıştır. İslam’ın bu çağdaki teklifinin merkezinde, insanın hem epistemik sınırlarını hem de varoluşsal krizlerini aşarak gaybla bağ kurması olduğu ifade edilmiştir. Vahiy, insana yalnızca bilgiyi değil; varoluşunun anlamını da sunacağı, Peygamberin sünneti, bu vahyi doğru anlamanın ve pratiğe dökmenin anahtarı olarak görülmesi gerektiği vurgulanmıştır. Bununla birlikte diğer dinlerin zamanla peygamberlerini yitirmeleriyle öğretiye dönüştükleri, ancak İslam’ın peygamberi ve sünnetiyle varlık-oluşsal anlamını koruduğuna dikkat çekilmiştir. Ayrıca; sunulan tebliğde, modern insanın eşyaya tabi olmadan, ulvi hedefler doğrultusunda yaşamasının önemi üzerinde durulmuştur. İnsanın “Ahsen-i Takvim” ve “Eşref-i Mahlukat” sıfatlarına ulaşması, ancak gayb ile kurduğu ilişki sayesinde mümkün olacağı, modern düşüncenin insanı şeyleşmeye ve parçalanmaya sürüklediği, ancak İslam’ın sunduğu varoluşsal teklifin insanı hakikatle bütünleştirerek bu tehlikelerden koruyacağı dile getirilmiştir. İslam’ın çağdaş varoluş krizine cevabı, insanı ulvi bir varoluşa yönlendiren bir yaşam ufku sunması ve İslam’ın bu ontolojik teklifi, insanı modern dünyanın parçalı yapısından kurtararak gerçek anlam ve amaçla buluşturmayı amaçladığına değinilmiştir.

Diğer bir tebliğcinin “İslam insanlığa bugün bilimlerin gelişmesi ve karşılaşılan büyük sorunların çözümlenmesi için nasıl teklifler sunuyor/sunabilir” adlı tebliğinde, bilimlerin gelişimi ve İslam’ın bu çağdaki varoluşsal teklifleri tartışılmıştır. Müslümanların, tarih boyunca bilim ve hikmet arayışında öncü bir konumdayken, modern dönemde varlık ve bilgiyle ilişkilerinde bir daralma yaşadıkları vurgulanmıştır. Descartes’tan itibaren gelişen Kartezyen düşünce, nesnelliği merkeze almış, bilim insanlarının uzmanlaşma yoluyla ufuklarını daraltmıştır. Bu durum, Müslümanların bilime karşı ilgisinin azalmasına ve varlıkla bağlarının zayıflamasına yol açtığı tartışılmıştır. Tebliğde, mevcut bilimsel krizlerin İslam dünyasında hakikat arayışına zarar verdiği belirtilmiştir. Bilginin İslamileştirilmesi gibi yüzeysel yaklaşımlar eleştirilmiş ve Müslümanların, mevcut bilgi üretim süreçlerine katılarak kendi perspektiflerini geliştirmeleri gerektiği vurgulanmıştır. Modern akademinin soruları Müslümanların ihtiyaçlarına tam olarak hitap etmediği için, yeni ve kendilerine özgü sorular üretmenin önemi üzerinde durulmuştur. İnsanlığın metafizik ve ahlaki sorularla yeniden yüzleştiğini ve mevcut krizden çıkış için yeni bir düşünce ufku geliştirilmesi gerektiğini ifade etmiş ve bilimin ötesine geçerek, gayb ile bağlantı kuran bir perspektifin, bireylerin kendilerini gerçekleştirmelerine olanak sağlayacağı belirtilmiştir. Aynı zamanda, klasik düşüncenin sağladığı bütüncül bakış açısının yeniden inşa edilmesi gerektiği dile getirilmiş, modern kozmolojinin, Aristotelesçi evren tasavvurlarından kuantum ve klasik fizik perspektiflerine geçişi gerektirdiği; bu geçişin ise insanı metafiziksel bir ufukla buluşturarak varlıkla bağını güçlendireceği öne sürülmüştür. Nebi ve vahiy kavramlarının yeni bir rasyonel kozmolojide yer bulmasının önemi vurgulanmış; aksi takdirde Müslümanların akademik çalışmalarda kendilerine özgü bir pozisyon yaratmakta zorlanacakları belirtilmiştir. Bununla birlikte; dinin bireylere sorumluluk bilinci kazandırarak zulme karşı çıkma ve adalet arayışı içinde olma görevini hatırlattığı ifade edilmiştir. Yeni bir rasyonel kozmolojinin inşa edilmesi, Müslümanların kendilerini anlamlandıracakları bir dünya görüşü oluşturmak açısından kritik bir adım olarak sunulmuştur.

Değişen bilgi anlayışı üzerinden yeni bir metafiziğe duyulan ihtiyacın temellendirilmesi adlı çalışmada, değişen bilgi anlayışı üzerinden yeni bir metafizik ihtiyacının temellendirilmesi konusunu ele almıştır. Metafizik, insanın hakikate ulaşma çabasında ontoloji, epistemoloji ve aksiyoloji gibi temel disiplinlerle ilgili olduğu, bilginin, insan ile varlık arasında kurduğu ilişki sayesinde hayatta kalmayı sağladığı ve insanın, varlığa kendi ihtiyaçları doğrultusunda şekil verme imkânı elde ettiği vurgulanmıştır. Bilginin bu dönüştürücü gücü, klasik ve modern düşüncenin farklı bakış açıları geliştirmesine neden olduğu tartışılmıştır. Klasik düşünce, bilginin insanın içsel dönüşümü ve erdemli bir yaşam sürmesi için kullanılması gerektiğini savunurken; modern düşünce, bilginin dış dünyayı değiştirme aracı olarak görülmesini önermektedir. Klasik felsefede, insan ve nesne arasındaki mutabakat bilginin temelini oluştururken, modern dönemde bu ilişki Descartes’ın “Cogito, ergo sum” (Düşünüyorum, öyleyse varım) ilkesiyle yeniden yorumlanmıştır. Bu farklılık, bilginin temellendirilme biçiminde radikal bir değişime yol açmıştır. Çalışmada sofistik meydan okumadan bahsedilmekte ve bilginin mümkün olup olmadığı sorusu irdelenmektedir. Klasik düşünce, bilginin mümkünlüğünü akıl ve nesnenin özü arasındaki benzerlik üzerinden açıklarken, modern düşünce bilginin temellendirilmesini öznenin düşünsel yetileriyle sınırlandırmıştır. Descartes’ın bilgi anlayışıyla birlikte, nesneler artık özlerinden bağımsız birer uzamsal varlık olarak ele alınmış, bu da insanın bilgiye erişim biçimini kökten değiştirmiştir. Bu dönüşümün beraberinde getirdiği metafizik ihtiyacın altını çizmektedir. Bilginin imkânı ve sınırlarının yeniden tanımlanması gerektiği; modern bilgi anlayışının insanı soyut kavramlardan uzaklaştırarak sadece duyulara dayalı bir bilgi çerçevesine mahkûm ettiği belirtilmiştir. Metafizik, bu eksikliği gidermek ve insanın varlıkla kurduğu ilişkiyi yeniden inşa etmek için gerekli görüldüğü dile getirilmiştir.  Nihai olarak, hem klasik hem de modern bilgi anlayışlarının güçlü ve zayıf yönlerinin farkına varılarak, günümüzün ihtiyaçlarına uygun yeni bir metafizik yaklaşımın geliştirilmesi gerektiği ve İslam düşüncesinin, bu süreçte alternatif yollar sunarak modern bilgi krizini aşmada önemli bir rol oynayabileceği  önerisinde bulunulmuştur.

 

Bilgi Üretimi ve İlimlerin Tasnifi

Çalıştayın ikinci oturumunda ilimler tasnifinin önem ve anlamı üzerinde durulmuştur. “Klasik Bilimler Tasnifinin Ontolojik ve Mantıki Temelleri” adlı tebliğde klasik bilimler sınıflamasının mantıki ve burhanî temelleri ele alınmıştır. Bilimlerin birbirinden ayrışmasının epistemik, ontolojik ve mantıksal arka planı tartışılmıştır. İbn Sînâ’nın bakış açısına göre bilimler, konularına göre hiyerarşik bir yapıya sahiptir; bazı bilimler diğerlerinden önce gelir ve daha üstündür. Bu ayrım ontolojik bir gereklilikten çok, eğitimsel ve kavramsal bir düzenleme olarak görülmüştür. Üstün bilimler, varlığı en soyut haliyle ele alan metafizik gibi bilimlerdir, buna karşın doğa bilimleri ve matematik, maddi dünyaya bağımlı oldukları için daha aşağı bilimler olarak nitelendirilmiştir. Ayrıca, bilimler arasındaki bütün-parça ve asıl-ferî ilişkileri, burhanî mantık çerçevesinde açıklanmıştır.

Bilimlerin çoğalması, varlıkların çeşitliliğiyle mümkün hale gelmiş, ancak bu çoğalma zorunlu değil, eğitimsel bir ihtiyaçtan doğmuştur. Bilimlerin konularının nasıl çoğaltıldığı ve ayrıştırıldığı tartışılmış, konuların cins, tür ve sınıf gibi kategorilere göre sınıflandırılması gerektiği belirtilmiştir. Ayrıca, iki farklı bilimin aynı konuyu ele alıp alamayacağı, hangi durumlarda bir bilimin diğerine göre üstün veya aşağı olacağı gibi meseleler de incelenmiştir. Makale, bilginin taksimini değil, bilimlerin taksimini konu almakta ve bilimin bölümlenmesinin öğrenmeyi kolaylaştırdığına dikkat çekmektedir​.

Tarih disiplinini merkeze alarak üniversite eğitim sistemindeki durumu tahlil ve kritik eden tebliğde Müslüman toplumların tarihsel süreçlerini ve modernite ile olan etkileşimleri ele alınmıştır. Müslümanların, Hz. Muhammed (SAV) döneminden itibaren üç büyük karşılaşma yaşadığı belirtilmiştir: Arap toplumu, Mezopotamya medeniyetleri ve Modernite. İlk iki karşılaşmada özgüvenle hareket eden Müslümanlar, üçüncü karşılaşmada ise yenilgi psikolojisi içinde kaldıkları, bu durum, batılılaşma ve geri kalmışlık hissi gibi olumsuz sonuçlar doğurduğu tartışılmıştır. Modern tarihyazım anlayışının, hümanizm ve sekülarizm gibi kavramlarla şekillendiği ve Batı dışı toplumların tarihin dışına itildiği vurgulanmıştır.  Bu bağlamda, İslam’ın tarih anlayışının tahrif edildiği, insan merkezli bir yaklaşımın egemen olduğu ifade edilmiştir. Çalışma, tarih biliminin yeniden yapılandırılması gerektiğini savunarak, tarihin ilim olarak temel özelliklerini belirlemekte; Allah, tabiat ve insan arasındaki ilişkilerin önemini vurgulamaktadır. Ayrıca, İslam medeniyetinin madde ile manayı bir bütün olarak ele aldığını ve bu dengenin sağlanabilmesi için Hz. Peygamber’in hayatının örnek alınması gerektiğini belirtmektedir. Müslümanların tarihi, ilahi ve insani gerçeklikler etrafında inşa ederek hem maddi hem manevi unsurları dikkate alan bir perspektifle değerlendirilmesi, bu yaklaşım, modern tarihyazımının eksikliklerine karşı bir alternatif sunabileceği savunulmuştur.

Bilgi Üretimi ve Mevcut Üniversitelerin Yapısının Tartışılması

Çalıştayın üçüncü oturumunda mevcut üniversite yapısının tartışılması meselesi ele alınmıştır. “Yükseköğretim Müfredatının Eğitim Felsefesi Açısından Temeli” adlı çalışmayla yükseköğretim müfredatının eğitim felsefesi ile olan ilişkisi ve bu bağlamda eğitimin amacını ele alınmıştır.  Eğitim müfredatının, belirlenen amaçlara uygun bir şekilde yapılandırılması gerektiği vurgulanmıştır. Eğitimin amacı, farklı eğitim felsefelerine göre değişiklik göstermektedir; örneğin, idealist bir bakış açısına göre eğitimin en yüksek hedefi bireyin kendini gerçekleştirmesi ve hayatını hakikat, iyilik ve güzellik değerlerine göre şekillendirmesidir. Bu nedenle idealist eğitim anlayışı, öğrencilerin hakikati arayan ve hakikate göre yaşayan insanlar haline gelmesini amaç edindiği vurgulanmıştır. Daha seküler olan eğitim felsefelerinde ise eğitimin amacı “iyi vatandaş” yetiştirmektir. Realistlere göre ise eğitimin amacı, eğitilen insanın akıl ve iradesinin geliştirilmesi ve bilimsel gerçekliklerin öğretilmesidir. Eğitimin amacını belirlemeye çalışan birçok eğitim felsefesi bulunduğu ancak tüm bu yaklaşımlar incelendiğinde, eğitimin amacını belirleyen esas unsurun eğitim felsefesi değil, onun üzerine bina edildiği temel dünya görüşü olduğu ifade edilmiştir. Bu dünya görüşü, bireyin kimliğini ve toplumdaki işlevini belirleyen kavramsal yapıları içerdiği ve yükseköğretim müfredatının oluşturulmasında bir eğitim felsefesinin temel kavramlarının belirlenmesi gerektiği tartışılmıştır. Müslüman bir perspektiften hareketle, İslam dünya görüşü çerçevesinde bir yapı kurulması gerektiği ifade edilmiş ve bu yapının üç kademeden oluşması gerektiği görüşü paylaşılmıştır: İlk kademe soyut ve zihniyeti belirleyen kavramsal bir yapıdan oluşur; bu yapı kişinin kimliğini belirler ancak zihinlerdeki tezahürü farklıdır. İkinci kademe, eğitim felsefesi ve yol haritasını belirleyen teorik yapıdır. Üçüncü kademe ise uygulama aşamasıdır; bu aşama eğitim sisteminin kendisidir. Osmanlı döneminden Cumhuriyet dönemine kadar olan eğitim sistemindeki karmaşa ele alınarak, bu karmaşanın kökenlerinin geçmişteki uygulamalardan kaynaklandığı belirtilmiştir. Osmanlı’da modernleşme cabaları sırasında geleneksel eğitim ile yeni kurulan yükseköğretim kurumları arasında uyumsuzluk yaşandığı; bu durum, öğrencilerin yeni sistemleri anlamakta zorlanmasına yol açtığı vurgulanarak Cumhuriyet döneminde de benzer sorunlar devam ettiğini ve eğitim sistemi İslam medeniyetine dayanmadan Batıdan kopya edildiği birçok yönden tartışılmıştır.

Sonuç olarak, yükseköğretim müfredatının oluşturulmasında bilimsel, fikri ve uygulama boyutlarının dikkate alınması gerektiği ifade edilmiş ve üç farklı üniversite tipi önerilmiştir: Bilim Üniversiteleri, Uygulama Üniversiteleri ve Mesleki Eğitim Üniversiteleri. Bu üniversitelerin müfredatları amacına uygun olarak belirlenmeli ancak hepsinin ortak bir felsefi temeli olması gerektiği üzerinde durulmuştur. Böylece eğitimdeki karmaşanın önüne geçilmesi ve daha uyumlu bir sistemin kurulmasının mümkün olacağı ön görülmüştür.

“Sosyal Bilim Müfredatlarında Müslüman İlim Adamlarının ve Metinlerinin Temsili” adlı tebliğde üçüncü oturuma katkı sağlamıştır. Araştırma, Türkiye’deki üniversitelerin sosyal bilimler programlarında Müslüman ilim adamlarının ve metinlerinin ne ölçüde temsil edildiğini incelemektedir. Yükseköğretim mezunlarının toplumsal geleceği şekillendiren stratejik bir kesim olduğunu vurgulayan çalışma, sosyal bilimler eğitiminin toplumun sorunlarına çözüm bulmayı amaçladığını belirtmektedir. Ancak, bu programlarda öğrencilerin Müslüman ilim adamlarıyla ne kadar karşılaştığı ve bu temsilin üniversiteler arasında nasıl farklılık gösterdiği sorusu ele alınmıştır. Çalışma kapsamında, 8 sosyal bilim programı (işletme, iktisat, uluslararası ilişkiler, hukuk, psikoloji, sosyoloji, felsefe ve psikolojik danışmanlık) incelenmiş ve 10 üniversiteden alınan 3183 dersin izlenceleri analiz edilmiştir. Bulgular, Müslüman ilim adamlarının ve metinlerinin yetersiz temsil edildiğini, özellikle modern bilimlerle ilgili derslerde daha çok Batılı düşünürlere atıf yapıldığını göstermektedir. Müslüman bilim adamlarının yeterince temsil edilmemesi, önyargılar, ideolojik karşıtlıklar ve kurumsal alışkanlıklara bağlanmaktadır. Bu eksik temsilin öğrenciler üzerinde özgüven kaybı ve sekülerlik öykünmesi gibi olumsuz etkileri olabileceği belirtilmiştir. Bu oturum kapsamında “Bir Üniversite Kurmak: İdealler ve Gerçekler” başlıklı tebliğle de günümüz üniversitelerinin yapısı ve erişmesi gereken hedefleri tartışılmıştır.

Çalıştay; Nevşehir Valimiz, Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi Rektörümüzün ev sahipliğinde gerçekleşmiştir. Ev sahipliklerinden dolayı Cihannüma Derneği olarak Sayın Valimize ve Sayın Rektörümüze şükranlarımızı sunuyoruz. Yükseköğretimde bilgi sorununun tartışılmasına katkı veren çok değerli hocalarımıza da gönülden teşekkür ediyor ve çalıştay da sunulan tebliğlerin Cihannüma yayını olarak bir kitap şeklinde neşredileceğini de buradan duyurmak istiyoruz.

Benzer İçerikler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir