ABD’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 1960’daki bağımsızlığından 1974’teki Barış Harekatı’na kadarki öncelikli Kıbrıs politikası; adanın Doğu Bloğu’na kaymasını ve ayrıca Kıbrıslı Rum ve Türkler arasındaki sorunların, NATO üyesi Yunanistan ve Türkiye’yi savaştıracak ya da Sovyetler Birliği’ni müdahale ettirecek kadar kötüleşmesini engellemek olmuştur. Ancak Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios’un, Bağlantısızlar Hareketi’ne katılması, içeride komünistlerle dışarıda ise Doğu Bloğu ve Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler geliştirmesi, “Akdeniz’in Castro’su” olarak şüphe ile bakılmasına neden olmuştur. Doğu Akdeniz’in kilit bir noktasında, jeostratejik olarak oldukça önemli görülen Kıbrıs’taki bu gelişmeler, Soğuk Savaş yıllarında doğal olarak Batı Bloğunun lideri ABD’yi rahatsız etmiştir. Bu nedenle NATO üyesi Yunanistan’ın askeri darbe ile Makarios’u devirmesi ve hemen ardından yine NATO üyesi Türkiye’nin askeri müdahale ile adanın üçte birini ele geçirmesinde ABD’nin desteği ya da en azından yeşil ışığı olduğu yönünde yaygın spekülasyonlar doğmuştur. ABD’nin, darbeye rağmen Yunanistan’a yönelik askeri yardımı kesmediği gibi Yunan cuntasına karşı gerektiği kadar sert yaklaşmaması ve ardından gelen Türkiye’nin askeri müdahalesine karşı müttefiki İngiltere’nin talebine rağmen askeri önlem almayı reddetmesi de bu spekülasyonları güçlendirmiştir. Ancak Kıbrıs’ta yaşanan tüm önemli gelişmelerde ABD’nin parmağının olduğunun savunulması, bugün bile müzakerelerde tarafların daha katı durmasına ve gelen her teklifin ABD’nin gizli ajandası olduğu gerekçesiyle şüpheyle karşılanmasına neden olmaktadır.[i] Dolayısıyla özellikle 1974 yılında ABD’nin Kıbrıs’a dair politikasını doğru şekilde ortaya koymak oldukça önemlidir. Bununla birlikte yer kısıtı nedeniyle, bu makalede konunun sadece Kissinger ve Kıbrıs Barış Harekatı boyutuna özetle değinilebilecektir. Daha detaylı bilgi için, okuyacağınız bu yazının da belkemiğini oluşturan Günal, A. (2019), “ABD’nin 1974 Kıbrıs Askeri Darbesindeki Rolü”. OPUS International Journal of Society Researches, 10(17)’e bakmanızı salık veririm.
1969’dan itibaren ABD Başkanının Milli Güvenlik Danışmanlığı, 1973’ten itibaren ise aynı zamanda Dışişleri Bakanı pozisyonunu elinde bulunduran Henry Kissinger, Kıbrıs’ta 1974’te yaşanan gelişmelerle doğal olarak doğrudan ilgilenmek durumunda kalmıştır. Üstelik ironik şekilde, Kıbrıs sorununu dünyada hiç müdahil olmak istemediği iki konudan biri olarak tanımlamasına rağmen. (Constandinos, 2009, s. 119) Kissinger’in ayrıca, Nixon’un gündemini belirleyen, ani krizler hakkında değerlendirme yapan ve istihbarat tarafından yapılan örtülü operasyonları onaylama yetkisi olan komitelerin de başında olduğunu belirtmek gerekir. (Günal, s. 2188)
Modern Kıbrıs tarihinin en çalkantılı ve belirleyici dönemi olan 1974 yazı, tam da Başkan Nixon’un Watergate skandalı nedeniyle tamamen kendi siyasi bekası ile ilgilenmek zorunda kaldığı, ardından azil olmamak için istifası sonucu başkanlık değişiminin yaşandığı ve yeni başkan Ford’un görevi henüz devraldığı karışık bir döneme denk gelmiştir. Böyle bir dönemde Nixon, ne Yunan darbesi ne de Türk müdahalesi ile ilgilenmek istemiştir. Nitekim Başkan, 18 Temmuz’da Kissinger’a şunları söylemiştir: ‘Herhangi bir taahhütte bulunmamaya çalışacağız. Bu işi sana bırakıyorum.” (…) “Kıbrıs’tan uzak durmaya çalışmak istiyoruz.” Kissinger ise “sadece seni bilgilendirmek istedim, buradan sonrasını ben devralıyorum” (Department of State, 1974) demiştir. Türkiye’nin ilk müdahalesi sonrasındaki İkinci Cenevre Konferansı’nın başladığı gün Nixon istifa etmiştir. Yunanistan’da cuntanın ve Kıbrıs’ta Nikos Sampson’un yönetimden düştüğü gün ise Kissinger, Meclis Adli Kurulu’nda saatlerce ifade vermekle uğraşmıştır. Türkiye’nin müdahalesinin daha çok tepkiyle karşılanan ikinci safhası ise henüz Ford’un, başkanlığın görev ve sorumlulukları hakkında sürekli olarak briefingler aldığı ve anahtar personelle tanıştırılmakta olduğu dördüncü gününde gerçekleşmiştir. Üstelik, daha yeni göreve gelmiş olan başkan, Kıbrıs sorununun detayları hakkında da yeterli bilgi ve birikime sahip değildir (Kissinger, 1981, ss. 494-495). Dolayısıyla Kıbrıs’ta çok kritik gelişmelerin yaşandığı dönemde her iki ABD başkanı da konuya odaklanamamış, sorumluluğu tamamen Kissinger’e bırakmışlardır. (Kissinger, 2000, s. 493) Bu da Yunan darbesi ve Türk müdahalesinin ABD destekli olduğuna inanan Yunan-Rum kamuoyunda tepkilerin doğrudan Kissinger’a yönelmesine neden olmuştur.
1974’te Kıbrıs’ta yaşananların ABD’nin onayı ile gerçekleştiğini ve hatta Türk ve Yunan hükûmetlerinin bu konuda iş birliği yapmış olabileceğini tamamen ya da kısmen savunan çalışmalar arasında önde gelenler; Andreas Constandinos (2009), Brendan O’Malley ve Ian Craig (1999), Laurence Stern (1975), Prokopis Vanezis (1979), Christopher Hitchens (2002), Christalla Yakinthou (2009) ve William Mallinson’un (2011) eserleridir. Genel olarak iddia, NATO üyesi Yunanistan’ın “komünist?” Makarios’u devirip kontrolü ele almasının ve ardından yine NATO üyesi Türkiye’nin adanın üçte birini ele geçirmesinin, ABD’nin stratejik çıkarlarına daha uygun olduğu ve bu yüzden desteklendiğidir. ABD’nin 1963, 64 ve 67’de darbe ya da müdahaleyi nasıl durdurduysa, 74’te de durdurabileceği, ancak bu sefer durdurmadığına göre onay vermiş olduğu değerlendirilmektedir. Ancak aşağıda anlatılacağı üzere 1974’te durum önceki yıllardan farklıdır. Bu çerçevede Wenzke ve Lindley (2011) kapsamlı çalışmalarında yukarıda anılan argümanları “komplo teorisi” olarak değerlendirirken, Günal da 1974’te Kıbrıs’ta yaşananların; ABD’nin onayı ya da desteğiyle gerçekleştiğini iddia edebilmek için yeteri kadar veri olmadığını savunmaktadır. (Günal, s. 2171)
Kıbrıs sorunu nedeniyle Atlantik İttifak’ın stratejik öneme sahip Güney Doğu Kanadı’nın çökmesinden endişe eden ABD aslında eleştirilerin aksine Kıbrıs konusunda kısa vadeli ya da belirsiz değil, oldukça istikrarlı bir politika izlemiştir. Kissinger’in kendi yazdıkları ve arşivler incelendiğinde anlaşılmaktadır ki, ABD’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasından 1974’e kadarki asli politikaları; Türkiye ile Yunanistan’ın savaşmasına müsaade etmemek, Kıbrıs’ın Doğu Kampına kaymasına izin vermemek, Sovyetler Birliği’nin soruna dahil olmasına engel olmak, Kıbrıs konusunda askeri güç kullanmamak ve hem Türkiye hem de Yunanistan’ı kaybetmemeye çalışmak olmuştur. ABD tüm kararlarını, bu politikaların uygulanabilmesine yönelik almış ve gerektiğinde demokrasi ya da insan haklarına dair sorunları görmezden gelebilmiştir.”(Günaş, s.s. 2193-94)
Ancak Kissinger’in de meseleye tam olarak odaklanabildiğini söylemek zordur. Nitekim başkanlık geçişi ve iç politikadaki kargaşa nedeniyle Kissinger Kıbrıs müzakerelerine katılamamış ve taraflara doğrudan baskı yapamamıştır. Başbakan Ecevit’in Harvard’daki 8 aylık eğitiminde, Kissinger’dan ders almış olması, bir başka deyişle aralarındaki hoca-öğrenci ilişkisi de, birbirlerinin telefonlarına daha kolay çıkmaları dışında fayda sağlamamıştır. Üstelik hem Yunan darbesine engel olmak, bunun için Yunanistan’a yaptırım uygulamak ama Yunanistan’ı kaybetmemek; diğer yandan hem Türk müdahalesine engel olmak, bunun için Türkiye’ye yaptırım uygulamak ama Türkiye’yi kaybetmemek; ayrıca bu ikisinin birbiriyle savaşmamasını sağlamak ve ilaveten Sovyetlerin konuya müdahil olmamasını garanti etmek, Kissinger gibi tecrübeli bir diplomat için bile imkansız bir görev sayılabilir. Nitekim bu kompleks görev başarısızlıkla sonuçlanmış ne darbeye ne Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadından çıkmasına, ne Türkiye’nin askeri müdahalesine ne de sonrasındaki silah ambargosu nedeniyle Türkiye’nin yabancılaşmasına engel olabilmiştir. Hatta, Kıbrıs’ta yaşananlardan sorumlu görülen ABD’ye Rum ve Yunan nefreti o kadar büyümüştür ki, Rumlar ABD’nin Lefkoşa büyükelçisi Rodger P. Davies’i vurarak öldürmüştür. Yunanistan’da ise ABD büyükelçiliği ateşe verilmeye çalışılmış ve CIA şefi Richard Welsh, Yunanlar tarafından arabasından indirilerek öldürülmüştür. Ayrıca Kissinger’in silah ambargosunu engelleyememesi nedeniyle Türkiye’de doğan kızgınlık sonucu, stratejik İncirlik Üssü’nün bile ABD’nin kullanımına kapatıldığını da hatırlatmak gerekir.
Aslında Kissinger, Yunanistan’dan daha önemli (Kissinger, 2000, s. 579-580) gördüğü güvenilir müttefiki Türkiye’yi yabancılaştırmamak için, silah ambargosunu engellemek adına elinden geleni yapmıştır. Ancak gücü, Yunan-Amerikan lobi kuruluşu AHEPA (Constandinos, 2009, s. 362) tarafından desteklenen ABD Kongresi’ne yetmemiştir. Türkiye’nin Kıbrıs’ta, ABD askeri teçhizatının sadece savunma amaçlı kullanılmasını öngören 1961 tarihli Dış Yardım Yasası’nı ihlal etmesini gerekçe gösteren Kongre, Watergate skandalının ardından Amerika’nın zayıflayan yürütme erkine karşı avantajlı durumda olmuştur. Bu yüzden Hem Başkan Ford hem de Kissinger’ın yoğun itirazlarına rağmen silah ambargosu 5 Şubat 1975’te yürürlüğe girmiş ve Ekim 1978’e kadar sürmüştür. Kissinger’a göre bu hatalı karar, Türkiye’yi daha katı davranmaya itmiş ve taviz verdirmeyi zorlaştırmıştır.
ABD’nin 1974’te Türkiye’yi durdurmak konusunda 1964 ya da 67’de olduğu kadar kararlı gözükmediği doğrudur. Ancak bu durum Yunan/Rum tezlerinde iddia edilenin aksine Kissinger’in Türkiye’ye onay vermesinden değil, aslen değişen konjonktürden kaynaklanmıştır. Durum 1963, 64 ya da 67’dekinden farklıdır. Öncelikle hem Yunanistan hem de Kıbrıs, demokrasi ile değil darbeci faşist cunta tarafından yönetilmekte olduğundan, uluslararası arenada saygınlığını ve desteği kaybetmiş durumdadır. Kıbrıs’ta Rumlar arasında kanlı bir iç savaş başlamıştır ve Cumhurbaşkanlığı’na Türk düşmanlığı ile ünlü bir eski EOKA’cı getirilmiştir. ABD yönetimi Watergate skandalı ile uğraşmakta olduğundan daha önceki gibi Kıbrıs sorunuyla ilgilenememiştir. Afyon krizi nedeniyle Türkiye-ABD ilişkileri zaten kötü durumdadır, dolayısıyla Türk hükümetinin ilişkilerin kötüleşmesinden endişe etmesine gerek kalmamıştır. Türkiye Johnson Mektubu sonrası hayal kırıklığının etkisiyle Sovyetler ile ilişkisini geliştirmiş ve Sovyet müdahalesi endişesini azaltmıştır. Son olarak da yıllar içerisinde Türkiye, adaya çıkarma ve indirme yapabilmek için gerekli askeri teçhizatı artık büyük oranda sağlayabilmiş ve Rumların iç savaş nedeniyle kaos içerisinde olması, müdahale için eskisinden daha avantajlı bir ortam yaratmıştır.
1974’te Kıbrıs’ta yaşananlarda Kissinger’in rolünü doğrudan tespit etmek henüz kolay değildir. Kissenger, ilgili üst düzey yetkililerin Kıbrıs’ın bu dönemi ile ilgili belgeleri yayınlamasını veya dönemle ilgili soruları yanıtlamasını engellemek için uzun süre mücadele etmiştir. 1974 yılına ait ABD arşivleri de üzerinden geçen 50 yıla rağmen halen önemli miktarda sansür içermektedir. Kissinger, anılarını yazdığı Years of Upheaval (Çalkantı Yılları) kitabında da Kıbrıs’ın 1974 yılını, ileride bir başka bir kitapta tartışacağını yazmış ve ancak 1999’da anılarını bitirdiği Years of Renewal’da (Yenilenme Yılları) konuya biraz açıklama getirebilmiş, hakkındaki suçlamaları reddetmiştir. Bununla birlikte geçtiğimiz yıl hayatını kaybeden Kissinger’in 1974’teki rolünü tam olarak anlayabilmek için ne yazık ki yeni ve sansürlenmemiş belgelerin ortaya çıkmasını beklemek gerekecektir.