6 Aralık 2024, Cuma

İstanbul ve Ayasofya’da Tecelli eden Manaya Dair – Dr. Özkan Öztürk

Sûfîlere göre, ilâhî isimlerin zuhur ettiği şeylerden biri de mekânlardır. İlâhî isimlerle ilişkileri sebebiyle bazı mekânlarda zâtî şeref ve yücelik vardır. Mekanlarda tahakkuk eden ikinci yücelik ise o mekanlarda bulunanların mekâna kattıkları şereftir. Mekânların şerefi, o mekâna yerleşen (mekîn) kişilerin şereflerinden meydana gelir. Bu sebeple bir mekânın değeri onun Allah ile irtibatına ve Allah’la irtibatlı olan kimselerle (evliyâ) irtibatına göredir.  Mekânın Allah ile irtibatı “Artık nereye dönerseniz dönün, orası Allah’a çıkar.” (el-Bakara, 2/115) âyetinde de ifade edildiği gibi aslında doğrudan ve umumî bir irtibattır. Fakat bunu ancak gönül gözleri açık olan kimseler görebilir. Mekanların velilerle ilişkisi ise sûfîler tarafından “makam” kavramı ile tespit edilmiş ve bu irtibat ile mekân, bir tahakkuk ve irtibat kodu olarak makama dönüşmüştür. Makam demek aslında Allah ile irtibatlı bir velinin mekâna taallukunu kayıt altına almak demektir. Bu sebeple değer açısından mekânlar arasında farklılık vardır. Bazıları kendilerinde zuhur eden zâtî hakikat ile bazıları da kendilerine veliler sebebiyle ilişen izâfî bir hakikatle yücedirler.[1] Bu sebeple bir yerde yaşayan ve bir mekânı inşa eden insanlarla ya da topluluklarla mekânlar arasında ilişki kaçınılmazdır. İnsanlarda zuhur eden sıfatlar yaşadıkları mekânlarda da tezâhür eder. Kötülerin yaşadığı yerlerde tahakkuk eden mana ile iyilerin mekanlandığı yerlerin feyzi bir olmaz. Nitekim Resûlullah (sas) Vedâ Haccı”nda Mina ile Müzdelife arasındaki Muhassir Vâdisi’ni geçerken hızlı hareket etmiş ve burada Ebrehe’nin ordusunun yok edildiğini, burada ‘kahr tecellisi’ olduğunu ve bundan hisse almamak için hızlıca hareket ettiğini ifade etmiştir. İbnü’l-Arabî, Muhassir vadisinin şeytanla irtibatı nedeni ile necislik hükmü taşıdığını ifade eder.[2] Bu sebeple mekânların taşıdığı hakikatler muhteliftir. Bu anlamda nübüvvetle irtibatlı şehirler ile velâyetle irtibatlı şehirler birbirinden derece olarak farklıdır. Bursevî’ye göre büyüklerin yaşadığı bölge, bölgelerin büyüğüdür. İnsân-ı kâmiller yaşadıkları şehirlerin ruhudurlar ve fazilet olarak yeryüzünün en değerli yerleri yetkin insanların bulunduğu yerlerdir.[3] Bu durum Müslümanların yeryüzündeki en üst organizasyonları olan devletleri için de böyledir. Nitekim İslam devletleri ve kuruldukları şehirler de varlıkta tezahür eden ilâhî isimlerin tezahürünün bir kompozisyonundan ibarettir. Bu devletlerin başkentleri de ilâhî isimleri ulûhiyetin toplaması gibi, ilâhî isimlerin en üst mazharı olan müminleri kendinde toplar. Sultanlar da kendinde bütün bir İslam milletini temsil eden toplayıcı bir hakikate denk gelir. Bu açıdan bakıldığında her insan ilâhî isimlerin eserlerinden oluşan bir şehir olduğu gibi İslam devletlerinin başkentleri de enfüsî şehirlerin birleşiminden oluşan zâhîrî şehirlerdir. Müslümanların hem şehirlerinde hem de o şehirde bulunan sultanlarında temsil edilir. Bu sebeple en büyük topluluk (cem‘iyyet-i kübrâ) kesretten bir birlik inşa edilmiş olan daru’s-saltanat olarak adlandırılan baş şehirdir. Bu şehir, bedendeki kalbe benzer konumuyla bütün diğer bölgelerin adalet ve itidal üzere yaşamasının da kaynağıdır. Bu sebeple nebiler, velîler ve müslümanların halifelerinin kurduğu veya fethettiği şehirler beşerî anlamda en çok toplayıcı, manevî anlamda da ilâhî isimlerin tezahür ettiği en değerli mekânlardır. Bu açıdan bakıldığında Bursevî’ye göre Osmanlı’da başkentlik yapmış olan Bursa, Edirne ve İstanbul insanları ve dolayısı ile ilâhî isimlerin tezâhürlerini bir araya getirmiş saltanat merkezleridir. Çünkü en büyük toplayıcılık (cemiyet-i uzma) vasfına sahiptirler.[4] Bursevi’ye göre İstanbul, ilâhî isimlerden el-Câmî isminin mazharıdır. Mekke zât tecellisini, İstanbul ise sıfat tecellisini temsil eder. Zâta kuvvet, sıfattan geleceği için İstanbul da bütün İslam âlemi için kuvvet ve güçtür. Öte yandan Mekke sır, Medîne rûh, İstanbul ise kalb makamındadır. Bu sebeple bütün organlara hayatın kalpten sirayet etmesi gibi, İslam memleketlerine de metânet ve kuvvet Rûm diyarının sultanının saltanat merkezinden yayılır. Bu sebeplerle İslam memleketinin kalbi (kalbu’l-memâlik) ve İslam beldelerinin kuvveti (kuvvetü’l-bilâd) İstanbul’dur. İstanbul Allah’ın bütün kulları için kuvvetli bir destek ve takviyedir.[5]

Bir yerde toplayıcılık (cem’iyyet) sıfatı ortaya çıkarsa orada ayrılık sebebi ile gerçekleşen musibetler gerçekleşmez, emniyet hâkim olur. Burada yaşayan her kişi hedef ve amaçlarına ulaşmak için ihtiyacı olanları ve şehrin kuşatıcılığı sebebiyle topluluğun (cem‘iyyet) ve toplumun eserlerinin (âsâru’l-câmi‘a) imkanlarını ve huzuru bulur. Bursevî’ye göre İstanbul (Kostantiniyye) bu hakikatin tahakkuk ettiği toplayıcı bir beldedir. Bu sebeple İstanbul mekânların rûhu (rûhu’l-bilâd) ve yeryüzünün sultânı (sultânu’l-arz) hükmündedir.[6] Bursevî, kendisinde tecelli eden kuşatıcılık sebebi ile İstanbul’u dünya siyasetinin merkezi olarak görür. Bu şehrin yöneticileri de çoğunluğun saadetini gerçekleştirmek anlamında en yüksek ve en güçlü toplayıcı ve kuşatıcı karakterdedirler. Bu durum, selatîn camiilerinde (toplayanlar/cevâmi) en güzel şekilde tezahür etmiştir. Bu camilerin genişliği ve büyüklüğü kalbi temsil eden sultanın ve âlemin kalbini temsil eden insân-ı kamillerin kalplerinin genişliğini ve bütün insanlığa yönelik engin teveccühlerinin bir yansımasıdır.[7] İstanbul şehri büyük bir toplayıcılık vasfı ile tarih boyunca insanları kendine çekmiştir. Bu durum, İstanbul’da inşa edilen mabede de yansımıştır. Büyüklüğüne yapılan vurgu ile Ayasofya-i Kebîr şehrin ve sultanın kalbinin halka yönelik kuşatıcılığını, kapsayıcılığını temsil eder. Fetihle birlikte Fâtih Sultan Mehmed’in kıldığı ilk cuma namazı bu kalbin kelime-i şehâdet getirdiği andır. Artık kıblesini Mekke’ye döndürülmüş olan bu kalp, ilâhî fetihlerin de mahalli olmuştur. Çünkü hem zâhirî hem gaybî fetihler ancak mücâhade ile gerçekleşir. Gerçek “el-Fettâh/Fâtih” olan Hakk’tır ve Hakkı’n bu ismi cihâd-ı ekber ve cihâd-ı asgar ile fetih için sebeplere sarılan Fâtihler’de de tecelli eder.[8] Bu Fâtihler cihâd ve gaza ile bâtıl olan sınırı yırtarak orayı Hakk’ın nüfuzuna açarlar. Aslında açmak istedikleri kaleler değil kalpler ve gönüllerdir. Cihâd ve mücâhade ile kapalı olan açılır ve müşâhade gerçekleşir. Müşâhâdeler, mücâhedelerin mirası ve neticesidir.[9] Seferin sonucu zafer veya fetih, mücahadenin sonucu ise müşâhadedir. Bu sebeple fetih, şehirlerin ve kalplerin Hakk’ın ve hakikatin müşâhedesine imkân bulması demektir. Bu sebeple fetih; sömürü, istila ve işgal kavramlarının karşıt bir anlam çerçevesine sahiptir. Fetih, ancak i‘lâ-yı kelimetullahın örgütlediği bir akıştır ve bu akışın öznelerine de akıncı adı verilmiştir. Akıncı, İslam’ın akını için gönülleri açar. Bu durum havanın girmesi için pencereyi açmak, ışık girsin diye perdeyi açmak gibi bir tavırdır. Yani pozitif olanın nüfuzu için negatif olanın kapalılığını bozmak demektir. Bu anlamda hakikat gelir batılı yerinden alaşağı eder. Bu anlamda Ayasofya İstanbul’un kalbidir. Bu kalbe, fetihle birlikte Hakk’ı müşâhade ikramı sunulmuş ve tertemiz olarak arınmıştır. Şehrin arınmasının da bir sembolü olmuştur. İslam’ın iradesi ile Allah’ın büyüklüğünün, emân ve rahmetinin kuşatıcılığının tahakkuk ettiği bir mahal olmakla kalmamış, bir şehrin ve onun en büyük mabedinin imân edişindeki tazeliğin verdiği arılığı ve duruluğu ile nübüvvet ve velâyetin de tahakkukuna makam olmuştur. Bu yönüyle Bursevî’ye göre Ayasofya’nın faziletleri meşhurdur. Rivayetlere göre İstanbul’un fethinden sonra Fâtih, bu kubbe Hızır’ın (as) makamıdır diyerek oraya bir kandil astırmıştır. Hem İstanbul hem de Ayasofya fethin bir remzi olarak hala daha kalbini bu mekanlarla senkronize eden herkese müşâhadeye yönelik hisseler sunmaktadır.

 

[1] Taner Çetin, İsmâil Hakkı Bursevî Varidât-ı Kübrâ, basılmamış yüksek lisans tezi, (Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bursa, 1999) 86, 98; Bursevî, Müzilu’l-Ahzân, İstanbul: Süleymâniye Kütüphanesi, Düğümlü Baba, 363, 86a-86b.

[2] İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-mekkiyye, haz. Ahmed Şemseddîn (Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1999), III/164.

[3] Ramazan Muslu, İsmail Hakkı Bursevî ve Temamü’l-Feyz Adlı Eseri (Birinci Kısım), (Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, basılmamış yüksek lisans tezi, İstanbul, 1994), 97a-97b.

[4] Ramazan Muslu, İsmail Hakkı Bursevî ve Temamü’l-Feyz Adlı Eseri (Birinci Kısım), 93b.; Bursevî, Tuhfe-i Atâiyye, İstanbul: Süleymâniye Kütüphanesi, Hacı Mahmut Efendi, 2734, 65a.

[5] Bursevî, Tuhfe-i Recebiyye, İstanbul: Süleymâniye Kütüphanesi, Esad Efendi Bölümü, 1374, 91a.

[6] Ramazan Muslu, İsmail Hakkı Bursevî ve Temamü’l-Feyz Adlı Eseri (Birinci Kısım), 94a-94b.

[7] Ramazan Muslu, İsmail Hakkı Bursevî ve Temamü’l-Feyz Adlı Eseri (Birinci Kısım), 96a. Câmiiler, câmiiler arası dereceler ve bulundukları şehirler ile ilgili bir değerlendirme için bkz. Bursevî, Tuhfe-i Atâiyye, 53b-54a.

[8] İsmail Hakkı Bursevî, Şerh-i kelâm-ı Şeyh Sadî, (İstanbul: Atatürk Kitaplığı, Osman Nuri Ergin Yazmaları, 0367), 56b.

[9] Ali el-Hücvirî, Keşfü’l-Mahcûb, thk. İs’ad Abdülhadi Kındil (Kahire: el-Meclisu’l-A‘lâ li’s-Sakâfe, 2007), II/432.

Benzer İçerikler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir