Türklerin İslam’a girmesi ile birlikte Emevi devleti ile Abbasiler arasında geçen siyasi mücadelede Türkler “mevali”nin (Arap olmayan yeni Müslümanlar) kalabalık bir unsuru oldukları için, Abbasilerin yanında yer almışlardı. Asker millet olan Türkler kısa zamanda Abbasi Hilafetinin ordu gücünü ve yönetim sınıfını oluşturmaya başlamış, bu yönetme yetkinliği ve geleneği, asırlarca farklı imparatorlukların kuruluşunda ve yaşatılmasında etkili olmuştur.
Tarih boyunca İslam fetihleri ve Türk akınları doğudan batıya doğru olmuştur. Büyük Selçuklu hükümdarı Alparslan’ın Malazgirt savaşından sonra Anadolu kapıları Selçukluya açılmış ve Maveraünnehir’den akıp gelen Türk boylarının yerleşmesiyle birlikte Anadolu Türk yurdu olmuştur. Anadolu Selçuklu devleti Anadolu’yu bir uçtan bir uca vatan yapmıştır.
Osmanlı devleti büyük oranda Avrupa topraklarında kuruldu, 400 yıl Avrupa devlet sisteminin bir parçası olarak yaşadı. İmparatorluk toprakları dünyanın üçte birini kuşatacak kadar genişledi. Sürekli batıya doğru genişleyen İslam etkisi bugünkü batılı devletlerin kalbi sayılan başkentleri tehdit edecek güç ve kudrette idi. 16. yüzyıl Osmanlı imparatorluğu, sınırları bugünkü Almanya sınırından Kuzey Afrika’nın ve Orta Afrika’nın tamamına uzanan, Arabistan yarımadası ve Ortadoğunun tamamını kapsayan, İran sınırından bugünkü Gürcistan ve Kafkasya’ya, Kırım’a uzanan, Balkanların tamamını içine alan ve İtalya’yı tehdit eden, Ortaçağ Avrupa’sının korkulu rüyası, büyük bir imparatorluktu.
Bir devrim gerçekleşirken çoğu zaman içerisinde yaşayanlar yaşanan şeyin ne olduğunu tam olarak idrak edemezler. Doğu ile batı arasındaki en sarsıcı tarihî hadiselerden birisi İstanbul’un fethidir. Fetih, Batı için hiç şüphesiz, asırlardan beri devam eden unutulmaz bir travmadır. Döneme şahitlik edenler, muhtemeldir ki, bu büyük hadisenin sarsıcı büyüklüğünün tam da farkında olamamışlardır.
İslam medeniyeti nasıl kendinden önceki medeniyetlere meydan okudu ise, Batı medeniyeti de doğrudan Osmanlı medeniyetine meydan okumuştur. Çünkü İslam’ı büyük bir imparatorluk olarak batı sınırlarında temsil eden Osmanlı idi. Batının hesaplaşması Osmanlı devleti ile oldu. Osmanlı devleti modernleşen Batı ile karşılaşmasında bilinçli idi. Karşı karşıya olduğu tehlikenin farkındaydı. İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu farklı cephelerde Osmanlı topraklarını işgal etmek istiyorlardı. Bir yönüyle bu işgal bir yüzyıl devam etti.
* * *
Osmanlı devlet erkanı ve münevverleri devleti ayakta tutmak için sürekli çaba içerisinde olmuşlardır. Osmanlıcılık, İslamcılık, Milliyetçilik ve Batıcılık siyasi yaklaşımları 19. yüzyıl boyunca tartışılmış, Osmanlıcılık hariç üç ana akım 20. yüzyılda da tesirini devam ettirmiştir. İmparatorluğun yüzyıllık çabası bin yıllık tarihe sığmayacak kadar çok hadiseyi içinde barındırmıştır. Bir medeniyetin geri çekilme tarihi büyük direniş ve travmalarla doludur.
Birinci dünya savaşı bittiğinde toprakları bağımsız olan tek bir Müslüman ülke kalmamıştı. Müslümanlar bırakın toprak parçasının endişesini yaşamak, bir din olarak İslam’ın varlığından dahi endişeye kapılmışlardır. Bu korku dönemi öyle büyük bir travmadır ki, Müslüman ahali can havliyle dinine sarılmış, bir yönüyle bütün değerleri korumaya almıştır.
* * *
Birinci dünya savaşını, seferberlik günlerini, kurtuluş savaşını ve tek parti dönemini yaşayan bir Türk vatandaşı, bugünkü Türkiye’nin gelmiş olduğu noktayı görseydi muhtemelen bu gerçekliğe inanmayacaktı. İbni Haldun’un ‘’su nasıl suya benzerse, milletlerin geleceği de geçmişine benzer’’ cümlesinin tezahürü ortaya çıkmış oluyor. Bir gün yeni güne uyanma ümidini Müslüman ahali hiç unutmadı ve inancını kaybetmedi, sabırla bütün ıstırapların sonunun gelmesini bekledi.
Bir ülkenin, bir kültürün yeniden var olması birçok şekilde tanımlanabilir. ‘’Gün dönümü’’, ‘’ruhun dirilişi’’ medeniyetimizin derin bir travma yaşadığı dönemlerin uyarıcı kavramalarıydı. Uzaklarda asırlar ötesinde zannettiğimiz dirilişe bugün şahitlik ediyoruz. Eski devirleri anmak mutluluk veriyordu. Hali hazırdaki ezilmişliğimizi, üzerimizdeki baskıları ve zayıflığın bütün renklerini geçmişi anarak bastırabiliyorduk. Tıpkı rüyaya dalar gibi. Bir yönü hamasete kaçar, içinde ‘’heyhat’’ geçen cümleler kurulur. Hamaset yerilecek bir mesele değildir. Elinizde tutunacak bir şeyiniz yoksa ihtişamlı tarihiniz size kendisini hatırlatır ve sizi tekrar o günlerin gücüne ve iradesine geri çağırır.
* * *
Bundan yirmi yıl önce Almanya’ya gitmiştik. Bir işadamı arabasını bize emanet verdi. Kontağı açar açmaz çalan müzik mehter marşıydı: ‘’Sivastopol önünden kalkar gemiler’’. Batının baskınlığı karşısında her şeyini kaybetmekle yüz yüze olan bu işadamı bir yönüyle sıkı bir şekilde tarihine tutunmayı seçmişti. Bir an çok derin duygular içerisinde kaldım. 16. Yüzyılda Osmanlının toprak kavgası bu topraklara kadar uzanmıştı. Kültürel hakimiyet konusunda Batılılar Osmanlı kültürü özentisi içerisinde idiler.
Kuzey Afrikalı bir vatandaşla konuştuğunuz zaman, Endülüs onlar için acı ve ıstıraptan ibaretti. Bilimin, tarihin, kentin ve medeniyetin zirvesini yaşamış olan Endülüs’ün kaybedilmesi ve Müslümanların yaşamış oldukları sürgün ve soykırımlar, asırlardır hafızalardaki yeri silinememiş bir rüya olarak canlı kalmıştır. Medine’den başlayan, Şam, Bağdat ve Maveraünnehir’in kozmopolit ortamında gelişen, İstanbul, Kordoba, Selanik ve Saraybosna’da olgunlaşan bu medeniyet, iki yüzyıllık yok edilme çabasına rağmen, ruh ikliminde yaşamaya devam etmiştir. Her Müslümanın bilinçaltında bu yitik cennete geri dönüleceği ümidi, acı ve hüzünle karışık duygular halinde yaşamaya devam etmektedir.
Yeni Türkiye kavramı kullanılmaya başladığında, kavramı anlamlandırmak için bir makale kaleme almış, özetle, yeni Türkiye’yi ‘milleti, devleti, ordusu, aydını aynı hedeflere yönelmiş Türkiye’dir, tarih, kültür, din, ülkü ve gelecek vizyonu, ortak değerlerle taçlanmış bir halk tarafından temsil edilen bir Türkiye” şeklinde tanımlamıştım. Bugün bu vizyon kendisini daha belirgin olarak hissettirmektedir.
* * *
Bugün ülkemizde Türkiye merkezli düşünen ve adım adım Türkiye’yi bir bölge gücü yapmak için çabalayan bir irade mevcuttur. Henüz akademi ve sivil toplum kuruluşları bu yeni kuruluşa katılamamıştır. Muhtemeldir ki Türkiye’nin bölgesel bir güç oluşu başka devletlerin Türkiye tanımlaması sayesinde içeriden okunmaya başlayacaktır. Geriye dönük on yıllık süre zarfında milletimiz onca krizle baş etmiş ve en zor zamanda bölgesel anlamda gücünü artırmıştır. Siyaset üreterek, kültür üreterek, bilim, teknoloji ve ekonomiyle kazanımların sürdürülebilir olması mümkündür. Gündönümü başlamıştır ve bu iklimi bereketlendirmek kader olmuştur.