Müslüman toplumlarda, İslam’ın meşrutiyet olduğu, sosyalizm, liberalizm, cumhuriyet, olduğu dönem dönem savunulmaktadır. Bazı düşünürler için demokrasi İslami yönetim biçiminin kendisidir. Kapalı, diktatörlükle yönetilen bazı toplumlarda ise demokrasi küfür olarak görülebilmektedir. İslam’ı referans alan ülkelerin isimlerine bakıldığında, İran İslam Cumhuriyeti, Suudi Arabistan Krallığı, Birleşik Arap Emirlikleri gibi birbirinden farklı(Cumhuriyet, Krallık, Emirlik) yönetimlere sahip oldukları görülür.
Bir din olarak İslam siyasal bir sistem öngörmekte midir?
İslam’ın öngördüğü ideal bir siyasal sistem var mıdır? İslam hanedanlık, krallık, meşrutiyet, cumhuriyet, aristokrasi, demokrasi gibi bir model önermekte midir?
Bu soruya İslam toplumlarının farklı dönemlerde uyguladıkları farklı modellerden, Müslüman ya da gayrimüslim düşünürlerin kişisel yaklaşımlarından hareketle yanıtlar verilebilir. Bununla birlikte, söz konusu olan İslam’ın bir konuya ilişkin yaklaşımı ise, öncelikle bir din olarak İslam’ın kendi referanslarına göre o konuda nasıl karar verdiği üzerine odaklanmak gerekir.
Bir konuda İslam’ın neyi öngördüğüne, o konuyu nasıl düzenlendiğine ilişkin İslam’da ilki genel yaklaşım, ikincisi temel kaynaklar olmak üzere iki düzeyde karar verildiği söylenebilir.
Genel Yaklaşım: İslam’da da, modern hukuk normlarında olduğu gibi, serbestlik esas, yasaklar istisnaidir. İlk insandan son insana kadar tarihler boyunca bütün insanlığa geldiğini iddia eden bir dinin zaten yasakları esas alan bir düzenleme yapması düşünülemezdi. Bu durum son dönem Osmanlı Medeni Kanunu olarak kabul edilen, Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar yürürlükte kalan, pek çok ülkede yakın zamanlara kadar uygulanan Mecelle’de “eşyada aslolan ibahadır” (Doğada esas olan serbestliktir.) biçiminde düzenlenmiştir. Bu kurala göre konumuz açısından ilk olarak, ilkesel düzeyde krallık, hanedanlık, cumhuriyet gibi herhangi bir yönetim modelinin mübah/serbest olduğunu, İslam’la çelişmediğini düşünmemiz gerekir.
Temel Kaynaklar: Bir şeyin, bir konunun İslam’da öncelikle serbest olduğunu düşündükten sonra, İslam’ın temel kaynaklarında o şey veya konuyla ilgili herhangi bir sınırlamanın olup olmadığına bakılır. İslam’ın temel kaynakları (edille-i şer’iyye) 1) Kur’an, 2) Sünnet, 3) İcma 4) Kıyas olarak ifade edilebilir. Aşağıda bu açılardan konunun nasıl düzenlendiğine değinilecektir.
- Kur’an-ı Kerim: İslam’ın temel kaynağı olarak Kur’an-ı Kerim’de, gündelik yaşamı düzenleyen çokça düzenlemeler olmasına rağmen, Müslümanlara açıkça emredilen herhangi bir yönetim biçimine rastlanmamaktadır. Kur’an’da Hz. Davud, Hz. Süleyman gibi iyi krallardan, Firavun, Nemrut gibi kötü krallardan bahsedilmektedir[1]. Bu ayetlerde saltanat veya krallıktan uzak durulmasına dair bir düzenleme bulunmamaktadır. “Onların işleri, aralarında istişare iledir”(Kur’an, 42: 38), “Onlarla iş hususunda istişare et”(Kur’an, 3: 159), “adalet ile hükmet”(Kur’an, Sad: 26) gibi ayetler çağdaş pek çok düşünür tarafından demokrasinin dikkate alınmasına dair ayetler olarak görülmesine rağmen, bu ayetlerden de açık bir yasaklama veya emir çıkarmak zordur. Kaldı ki bu ayetler, demokrasi öncesi dönemlerde, padişahlık, sultanlık ve hanedanlıkların, yönetim faaliyetlerini yürütürken istişare etmek gerektiği şeklinde yorumlanmıştır.
- Sünnet: Peygamberin sözlü, fiili uygulamalarıdır. Hz. Muhammed, sözlü ya da fiili uygulamalarında gündelik yaşamı yakından ilgilendiren somut düzenlemeler yapmasına rağmen, kendisinden sonra uyulması gereken açık bir siyasal sistem önermemiştir. Vefatından önce kimin devlet başkanı olacağına dair bir işarette bulunmamış, devlet başkanının nasıl seçileceğine dair bir yöntem de belirtmemiştir. Her halife farklı yöntemlerle seçilmiştir. Seçilme yöntemlerinin farklı olması, İslam’da farklı yönetim biçimlerinin olabileceğinin bir başka delili şeklinde yorumlanmaktadır. Dört halife dönemi uygulamalarında, yine de temel bazı karakteristikleri öne çıkmaktadır. Aralarında farklılıklar bulunsa da dört halifenin de esas olarak içerisinde yaşanılan toplumun önde gelenlerinin onayıyla işbaşına geldikleri, onların rızası doğrultusunda devlet başkanı seçildikleri söylenebilir.
Bu dönemin ikinci temel özelliği ise babadan oğula geçen bir yönetim biçiminin ne Hz. Peygamber dönemi ne de dört halife döneminde örneğinin görüldüğüdür. Hatta kendisinden sonra oğlu Abdullah’ın halife seçilmesi önerisine Hz. Ömer “bir evden bir kurban yeter” diyerek karşı çıkmıştır. Oğlu Abdullah’ın, kendisinden sonraki halifeyi belirleyecek yedi kişilik komisyon içerisinde yer almasına, ancak halife seçilmemesi koşuluyla onay vermiştir. Hz. Ömer’in kendisinden sonra oğlunun devlet başkanı olmasına yönelik ısrarlara verdiği yanıt anlamlıdır. Halife Ömer bu yanıtıyla halifeliği her ne pahasına olursa olsun elde edilecek bir makam değil, Müslümanlar için feda olunacak bir makam olarak gördüğünü ortaya koymuştur. Ama Hz. Ömer’in yanıtı aynı zamanda İslam’da babadan oğula geçen bir yönetimin yasaklanmadığının bir işareti olarak da görülebilir. Çünkü Hz. Ömer, oğlu Abdullah’ın devlet başkanlığına ilişkin ısrara babadan oğula geçecek bir yönetimin yasak olduğu şeklinde bir yanıt vermemiştir. Müslümanların önde gelenleri de böyle bir öneride bulunduklarına göre, bu durumun yasak olduğunu düşünmemiş olmalıdırlar. İslam’ın hanedanlığı yasakladığını düşünmek aynı zamanda tarih boyunca Müslümanların hep gayri İslami bir yönetimle yönetildikleri anlamına gelir ki, böyle bir bakış İslam tarihi ve medeniyeti açısından da sıkıntılar oluşturur.
- İcma: İcma, İslam âlimlerinin yukarıdaki iki kaynakta yanıtını bulamadıkları bir konu üzerinde ittifak etmeleridir. Bu açıdan da bakıldığında farklı dönemlerde uygulanan farklı modellere, o dönemlerde genel olarak İslam âlimlerinin bir itirazının olmadığı söylenebilir. Yaklaşımlar zamanla değişebilmektedir. Yüz yıl önce, bazı ülkelerde, demokrasiye daha eleştirel bakılırken bugün demokrasiye İslam adına daha fazla olumlu yaklaşılmaktadır.
- Kıyas: Kıyas bir konuda açık bir hükmün bulunmadığı durumlarda İslam âlimlerinin Kur’an ve Sünnetteki örneklerden hareketle karşılaştırma yaparak hüküm çıkarmalarıdır. İslam’ın öngördüğü bir yönetim biçiminin bulunup bulunmadığı açısından konuya bakıldığında, kıyasla da bir şey söyleyebilmek zordur. Saltanat, krallık gibi geçmişte kalan yönetim biçimleri günümüz Müslüman alimleri tarafından fazlaca sahiplenilmezken, daha önceki çağlarda yazılmış kitaplarda bu konuya ilişkin bir eleştiriye pek rastlanmamaktadır. Hint, İran, Selçuklu, Osmanlı geleneğinde önemli bir yer tutan, devletin nasıl yönetilmesi gerektiğine dair kitaplar olarak görülen Siyasetnamelerde yanlış yönetimlere, devletin hangi durumlarda yıkılabileceğine dair oldukça geniş oranda vurgular yapılırken, İslami siyasal sistemin ne olması gerektiğine veya saltanatın İslami olupolmadığına dair açıklamalara pek rastlanmaz. Platon’dan Dante’ye, Machiavelli’ye, sözleşmeci düşünürler, Batı’da daha çok “ideal yönetim modeli” üzerine durulurken, Türk-İslam geleneğinde “bir yönetimin olması” ve “var olan yönetim modelinin ideal işlemesi” üzerine daha fazla vurgu vardır.
Rızaya Dayalı Bir Yönetim
Tarihsel süreçte Müslümanlarca İslam adına farklı yönetim biçimleri, ideolojiler savunulmuş olsa da, görüldüğü gibi, teorik düzeyde bakıldığında, aslında bir din olarak İslam’ın öngördüğü bir siyasal sistemin varlığından bahsedebilmek zordur. Farklı düşünürler İslam adına farklı modellere ilişkin açıklamalarda bulunsalar da bu düşünürlerin ilgili açıklamalarını Kur’an ve Sünnetin açık bir hükmüne dayandıramadıkları ancak üstü örtük açıklamalardan bu yorumları çıkardıkları belirtilebilir. Oysa Yahudilikte olduğu kadar olmasa da Hristiyanlıkla kıyaslandığında İslam’ın gündelik yaşamı daha fazla düzenleyen bir din olduğu söylenebilir. Bu nedenle, yönetim modeline ilişkin bir düzenlemesi olsaydı, İslam’ın bu konuda da rahatlıkla bunu belirtmesi beklenirdi. Bu çerçevede İslam’ın açıkça bir yönetim biçimi öngörmediği belirtilebilir. İslam’ın krallık, saltanat, meşrutiyet, cumhuriyet veya bin yıl sonra bugün öngörmediğimiz bir yönetim biçimiyle yönetilip yönetilmeyeceğini insanların idrakine bıraktığı söylenebilir. Asr-ı Saâdet ve sonrasındaki uygulamalar, İslam’da yönetim biçiminin ne olacağının esasen insanların rızasına bırakıldığını göstermektedir. Yönetim biçimi ne olursa olsun İslam, yönetenlerden yönetilenlerin rızasını almayı gerekli görmektedir. Asr-ı Saâdet uygulamaları, “biat alma” geleneği rızanın önemsendiğinin göstergeleridir. Bu çerçevede İslam’ın, yönetim modelini insanların, rızaya dayanmak kaydıyla, bilgi, kültür, gelişim düzeylerine bıraktığı belirtilebilir.
İslam bir yönetim modeli öngörmemekle birlikte, yönetimlerin uyması gereken temel kurallar da mı öngörmemektedir?
İslam’da Yönetimin Temel İlkeleri
Nasıl yönetileceği, yönetimde hangi kurallara uyulacağı konularında İslam’da daha fazla düzenlemeler bulunmaktadır. Hangi yönetim olursa olsun, yönetimlerin uyması gereken temel kurallar söz konusudur. Muhammed Ebu Zehra, siyasal iktidarların uyması gereken üç temel koşul ortaya koymaktadır: 1) Adalet, 2) Şûra, 3) Yöneticilere itaat[2]. Bunlara 4. olarak ehliyeti de eklemek gerekir.
Adalet: İslam dünyasındaki uygulamalara bakıldığında Müslüman âlimlerin, özellikle Ehl-i Sünnet ulemasının, devlet yönetiminin biçiminden, devlet başkanının nasıl belirlendiğinden daha fazla olarak devlet başkanının uygulamalarına önem verdikleri söylenebilir. Devlet başkanının adaletle hükmetmesi, uygulamalarında adil davranması, yönetim biçiminden ve devlet başkanının iktidara geliş yönteminden daha önemli bulunmuştur. Hatta iktidara zorbalıkla bile gelse, iktidara geldikten sonra adil davranan bir devlet başkanının yönetimi meşru addedilmiştir. Bu yaklaşımda, ehl-i sünnet ulemasının kaosa ve belirsizliğe gösterdiği tepkinin önemi büyüktür. Kur’an’da da adaleti emreden çok sayıda ayet bulunmaktadır. “Aranızda adaletli davranmakla emrolundum” (Kur’an, Şûra:15), “Ey Davud gerçek şu ki Biz seni yeryüzünde halife (yönetici) kıldık. Öyleyse insanlar arasında adaletle hükmet” (Kur’an, Sad: 26), “Allah size, emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder” (Kur’an, Nisa: 4). Hz. Ömer’in mal sahibinin rızası olmadan arazisini cami yaptırmak için elinden alan bir valiyi görevinden aldığı bilinmektedir. Bu teorik durum ve pratik uygulamalar İslam’da adaletin, adil yönetimin yönetim biçiminden daha fazla önemsendiğini, yönetim biçimi ne olursa olsun, devletin adaletle yönetilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Çağdaş ideolojiler kendi yaklaşımlarına göre, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, birey, devlet, toplum gibi kavramları öne çıkarmakta, adalet üzerinde pek durmamaktadırlar. İslam’ın temel kavramı ise adalettir. Önce adalet ki özgürlük de, eşitlik de, diğerleri de onda mündemiçtir.
İslam’da adalet hem yerine getirilmesi gereken bir zorunluluk, hem de bireylere, devlet yetkililerine yüklenen bir sorumluluktur. “Bir kötülük gördüğünüzde, elinizle, olmazsa dilinizle düzeltiniz. Bütün bunları yapamıyorsanız, kalbinizle buğz ediniz. Bu da imanın en zayıf derecesidir” hadisi, adalet konusunda Müslüman bireylere de sorumluluk yüklemektedir. Bu hadis çerçevesinde bir hırsızlığa, soyguna, kötülüğe şahit olan Müslüman birey “bana ne” diyemez. Bu hadis çerçevesinde, kendisinden önleyebiliyorsa önlemesi, acilen güvenlik yetkililerine durumu bildirmesi, bilgisine başvurulmadan aktif olması beklenir.
Yukarıda adalet konusunda bireylere, devlet yetkililerine yüklenen sorumluluğa işaret edildi. Bu sorumluluğun sadece ülke için geçerli olduğu düşünülmemeli.
Mehmet Akif Ersoy’un, Hz. Ömer için ifade ettiği;
“Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu
Gelir adl-i İlahi Ömer’den sorar onu”
beyti bu konudaki yaklaşımı adeta özetliyor.
İnsan hakları konusunda dünyada bugün gelinen nokta, insan haklarının ihlalinin artık devletlerin iç işleri olarak görülemeyeceği, ülkelerinin egemenlik sınırları içerisinde değerlendirilemeyeceğidir. Benzer bir anlayışın adalet eksenli olarak İslam’da, yukarıda belirtilen hadis çerçevesinde yüzyıllar öncesinde öngörüldüğü söylenebilir. Hz Ömer’e atfedilen beyitte, Dicle kenarında bir kurdun bir koyunu aşırması durumunda, İlahi adaletin bunu bir yönetici olarak Ömer’den soracağını ifade ediyor. O yıllarda Dicle’nin tümüyle Müslümanlara ait bir bölge olmadığı düşünüldüğünde, İslam’da adaletin küresel düzeyde kurgulandığı görülür. Adalet arayışı, yeni adaletsizlikler doğuracak şekilde değil, kuşkusuz meşru sınırlar dairesinde gerçekleştirilmelidir.
Adalet ilkesi, dış politika açısından, sınırsız ve ilkesiz bir çıkar anlayışını değil, menfaatin ancak belirli ilkeler çerçevesinde öncelenebileceği ilkesel bir dış politika stratejisini gerektirir.
Şûra: Literatüre bakıldığında İslam ve yönetim bağlamında en fazla üzerinde durulan kavramlardan biri şûradır. “Onların işleri, aralarında istişare iledir” (Kur’an, 42: 38), “Onlarla iş hususunda istişare et” (Kur’an, 3: 159) ayetlerinden hareketle İslam toplumunda gündelik işlerin, devlet yönetiminin danışma ile yürütüleceği dile getirilmektedir. Gerçekten de Şûra Meclisi (Danışma Meclisi), Ehl-i Hal ve’l Akd (çeşitli alanlarda toplumun saygı duyduğu isimlerden oluşan, devlet başkanını belirleme yetkisi bulunan kurul) gibi uygulamalarda da görülebileceği gibi şura (istişare) kuralı İslam toplumunda öncelikli bir konuma sahiptir. Dört halife dönemindeki devlet başkanının seçimine ilişkin uygulamaların, biat geleneğinin (devlet başkanı belirlendikten sonra toplumun “biz sizi devlet başkanı olarak kabul ediyor ve tanıyoruz” anlamına gelen gelenek) şûra kültürünün önemli unsurlarından olduğu söylenebilir. Fazlur Rahman, gerek Şûra’nın İslam toplumundaki öneminden gerekse formel bir yapıda olsa da halifenin halk tarafından kabulü ve onanması anlamına gelen biat usulünden hareketle, Müslümanların demokrasiyi benimsemelerinin bir “meşrulaştırma” değil, “gerçek bir yeniden keşif” olduğunu belirtir[3]. Bununla birlikte Şûra Meclislerinin kararlarının bağlayıcılığı konusunda bir uzlaşma söz konusu değildir. Kaldı ki istişare edildiğinde bu istişareye kimlerin dâhil edileceği de tartışmalıdır. Kendilerine danışılacak olanlar sadece Müslümanların önde gelenleri midir? Müslüman olsun olmasın toplumun önde gelenleri midir? Müslüman toplumun tamamı mıdır? Yoksa Müslüman olsun olmasın içerisinde yaşanılan toplumun tamamı mıdır? “Veşavir Hum” (onlarla istişare et) ayetindeki Hum (onlar)’un yani istişare edileceklerin kapsamı, Cemil Oktay’ın işaret ettiği gibi, dünyadaki demokrasi tartışmalarıyla paralel yürümüş, kapsam gittikçe genişlemiştir[4].
Ehliyet: İzlenilmesi gereken temel prensiplerden biri de emanetin ehline verilmesidir. Emanet bir mal olabileceği gibi bir kamu görevi de olabilir. Kur’an ve Sünnette, devlet adamlarına ve Müslümanlara sıklıkla emanetlerin ehline verilmesi hatırlatılmaktadır. Devlet adamları açısından emanetin ehline verilmesi, kamu görevlerine ehil, yetkin, uzman kişilerin atanmasıdır. İbn-i Teymiyye, Siyâsetü’s Şerʿiyye isimli eserine “Emanetler” bölümüyle başlar. Daha ilk sayfasında “kim Müslümanların işini üstlenir de, daha ehil olanı varken başkasına iş verirse, Allah ve Peygamberlerine hainlik etmiş olur” hadisinden hareketle emanetin ehline verilmesinin önemine dikkat çeker[5].
İtaat: Uyulması gereken temel prensiplerinden birisi de itaattir. İtaatten kastedilen devlet başkanının, uyulması gereken temel kurallara (Kur’an ve Sünnet) uyması durumunda kendisine itaat edilmesidir. İtaat konusunda sınır bu kurallardır. “Başınızdaki Habeşli siyahî bir köle bile olsa, Kur’an ve Sünnete itaat ettiği sürece kendisine itaat ediniz” hadisi, hem itaatin sınırlarını çizmekte hem de bazı durumların itaatsizliğin nedeni olamayacağına işaret etmektedir. İlgili hadisten devlet başkanının rengi, ırkı, sosyal statüsü gibi nedenlerin itaatsizliğin kaynağı olamayacağı anlaşılabilir.
Sonuç olarak İslam’da herhangi bir yönetim biçimi önermediği, insanların geçmişte, bugün, gelecekte, rızalarının olması kaydıyla, farklı yönetim biçimleriyle yönetilebilecekleri, bununla birlikte hangi yönetimle yönetilirse yönetilsin, uymak zorunda oldukları belirli ilkeler bulunduğu söylenebilir.
İSLAM VE DEMOKRASİ
Bazı düşünürlerce, günümüz dünyasında yaygınlıkla benimsenen demokrasinin, İslam’ın öngördüğü, aslında ulaşmak istediği bir yönetim modeli olduğu belirtilirken, özellikle Orta Doğu kökenli bazı düşünürler İslam ile demokrasinin uyuşamayacağı, demokrasinin küfür olduğu görüşünü dile getirmektedirler. İslam’ın demokrasiyle çelişip çelişmediği, demokratik bir yönetim modeli öngörüp öngörmediği tartışması, esasen İslam’ın bir siyasal sistem öngörüp öngörmediği tartışmasından farklı değildir. Bu konuya yukarıda değinilmişti. İslam’ın öngördüğü siyasal yönetim modelinin, yönetilenlerin rızasına dayanan yönetim biçimi olduğu belirtilebilir. Yönetilenlerin rızası varsa bu yönetim biçimi hanedanlık da demokrasi de olabilir. Demokrasi İslami anlamda, diğer yönetim modelleri gibi, ne emredilmiş ne de yasaklanmıştır. Yönetilenlerin rızası olduğu sürece, demokrasi de diğer yönetim biçimleri gibi İslami anlamda mübahtır (serbest, yasaklanmamış). Yönetilenlerin genel kabulüne dayanması nedeniyle, demokratik bir yönetim biçiminin İslami anlamda meşru olduğunu söylemek, İslam’ın öngördüğü yönetim modelinin demokrasi olduğunu söylemekle aynı şey değildir. Bunu söylemek iki açıdan sorun oluşturabilir. İlki, İslam’ın emrettiği yönetim biçiminin demokrasi olduğunu söylemek Müslümanların tarihte sahip oldukları demokratik olmayan modelleri gayri İslami ilan etmek olur ki bu bakış tutarlı bir yaklaşım olamaz. Çünkü hem İslam’ın emrettiği bir yönetim modeli söz konusu değildir hem de sonradan ortaya çıkmış kavram ve yöntemlerle bütün bir tarihi değerlendirmek/yargılamak doğru değildir. İkinci olarak, demokrasi bugün için insanlığın ulaştığı, İngiliz Başbakanlarından Winston Churchill’in ifadesiyle, “en az kötü yönetim biçimi”dir. Ama gelecek yüzyıllarda insanlığın daha az kötü bir yönetim biçimine ulaşamayacağı şimdiden söylenemez. Eğer insanlık öyle bir modele ulaşırsa, yukarıda belirtilen temel esaslar çerçevesinde, o yönetim biçiminin de İslami anlamda meşru olabileceği şimdiden söylenebilir.
İslam-demokrasi tartışmasında dikkat çeken bir başka nokta, köklü bir demokrasi geçmişi bulunan ve işgale uğramamış ülkelerde İslam ve demokrasi arasında herhangi bir sorun görülmezken, Batılı ülkelerin işgaline uğramış ülkelerde demokrasinin İslamla bağdaşmadığına dair daha fazla tezler üretilmesidir. Türkiye’de ilk seçimler 1800’lerin ortalarında, hilafet ve Şeyhülislamlık kurumları varken gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla Türkiye demokrasiye hilafet ve şeyhülislamlık zamanında geçmiştir. Demokrasi tarihinin pek çok Batılı ülkenin tarihinden eski olması, bazı demokratik uygulamalara Batılı ülkelerden önce başlaması (kadınlara seçme hakkının verilmesi), tarihinde faşizm ve nazizm kadar acı tecrübelerin olmaması gibi nedenlerle Türkiye’de demokrasi Batı ile daha az ilişkilendirilmiştir. Ama Orta Doğu ve Uzak Doğu ülkeleri için demokrasi, daha fazla olarak ülkelerini işgal edenlerin bir yönetim biçimi, bir aracı olarak görülmüştür. İşgalci ülkelere karşı gösterilen tepkiler doğal olarak o ülkelerin yönetim biçimlerine de gösterilmiş, demokrasiye ilişkin talepler işgal politikalarının bir aracı olarak düşünülmüştür. Bu durum işgal altındaki Irak’ta daha rahat izlenebilir. ABD ve Batılı ülkeler, Saddam diktatörlüğüne karşı Irak’a özgürlük ve demokrasi götürdüklerini iddia etmişlerdir. Saddam yönetimi bir diktatörlüktü. Ama Iraklılar on yıllarca süren Saddam diktatörlüğünde olmadığı kadar Iraklıyı işgalin ilk yılında kaybettiler. Çok daha güvensiz bir duruma düştüler. Bu durumda Iraklıların demokrasi, özgürlük, insan hakları söylemlerini Batılı ülkelerin bu kavramları araçsallaştırmasına bakmaksızın, hatta çoğu kez Batıya rağmen sahiplenmeleri kolay değildir.
Son olarak belirtilmesi gerekirse, demokrasi gibi toplumsal meşruiyete sahip yönetim biçimleri siyasal ve stratejik sonuçlar da doğurur. Müslüman toplumlarda, az sayıda, Birleşik Krallık gibi, meşru krallık olan ve yönetilenlerin rızasına dayanan yönetimler de bulunmaktadır. Bununla birlikte Müslüman toplumlardaki anti-demokratik yönetimler büyük oranda otoriterliğe, totaliterliğe dönüşmektedir. Bu ülkelerdeki demokrasi karşıtlığının bir nedeni de budur. Bu tür yönetimler, meşruiyetlerini halklarından almadıklarından, doğal olarak, toplumsal desteğe sahip olmamakta, tersine yaygın tepkilerle karşılaşmaktadırlar. Kendi toplumlarınca desteklenmeyen yönetimler, varlıklarını sürdürebilmek için, emperyalist aktörlere dayanmak zorunda kalmaktadırlar. Kendi toplumlarıyla sorunlu rejimler, ülke içerisinde uyguladıkları baskıcı politikaları nedeniyle, küresel haksızlıklar karşısında, doğal olarak etkisiz, tepkisiz ve sessizdirler. Ülke içinde meşruiyeti olmayan bir yönetimin, ülke dışına yönelik meşruiyet/hak eleştirisinin anlamı bulunmamaktadır. Bu bağlamda meşru bir yönetim biçimi olarak demokrasi, Müslüman ülkelerin daha fazla toplumsal meşruiyete sahip olmasına, daha fazla kendi halkına dayanmasına, Türkiye örneğinde olduğu gibi iç ve dış vesayeti geriletebilmesine ve bu nedenlerle emperyalist aktörlere ve küresel haksızlıklara daha fazla tepki gösterebilmesine imkân sunmaktadır.
[1] Muhammed Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, Çev: İ. Süreyya Sırma, İstanbul: Beyan Yayınları, 1992.
[2] Muhammed Ebu Zehra, 1996, İslamda Siyasi, İtikadi, Fıkhi Mezhepler Tarihi, Çev: S. Kaya, İstanbul: Şura Yayınları, 1996,
[3] Fazlur Rahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı, Makaleler, Çev: Adil Çiftçi, Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 1997, s 13-17.
[4] Cemil Oktay, Hum Zamirinin Serencamı, İstanbul: Bağlam Yayınları, 1991.
[5] İbn-i Teymiyye, 1985, Siyasetü’s Şeriyye, Çev: Vecdi Akyüz, Dergah Yay, İstanbul, 1985, s. 37.