Adalar Denizi’nde Türk – Yunan Gerilimi
Adalar Denizi’ne ilişkin sorun alanları, deniz yatağından kıta sahanlığına, karasularından hava sahasının sınırlarının tespitine kadar geniş bir coğrafyada çok yönlü olarak Türk – Yunan ilişkilerinin temel sorun alanları olarak karşımıza çıkmaktadır. Genel olarak bu durum “Ege Sorunu” şeklinde anılsa da biz çalışmamızda Katip Çelebi’nin 1656 tarihli Tuhfetü’l-Kibar Fi Esfari’l-Bihar eserinde kullandığı şekliyle “Adalar Denizi” terimini kullanmayı tercih edeceğiz.
Türkiye açısından Adalar Denizi bölgesindeki temel sorunlar; kıta sahanlığı, kara suları, hava sahası, adaların silahlandırılması, bazı ada ve adacıkların egemenliği konusu şeklinde ele alınabilir. Türkiye bu meselelerin hallinin müşterek iyi niyet ve hakça bir müzakere sürecinden geçtiği değerlendirmesini yaparken, Yunanistan temelde müzakere edilmesi gereken bir mesele olmadığını fili durumun devamının hukuki anlamda da desteklendiği değerlendirmesini yapmaktadır. Yunan tezleri sadece egemenlik alanlarının ve deniz yetki sahalarının belirlenmesi açısından hukuki bir sürecin yürütülebileceği anlayışından kaynağını almaktadır. Türkiye’nin tarafların ortak bir irade ile oluşturabilecekleri çeşitli siyasi ve hukuki komisyonlar marifetiyle, hakkaniyet ölçüsünde iki taraflı bir sürecin yönetilebileceği yaklaşımı; Yunanistan tarafından daha ziyade Birleşmiş Milletler nezdinde Uluslararası Adalet Divanı’nın karar alabileceği bir çözüm önerisiyle reddedilmektedir. Bu noktada Adalar Denizi’ndeki temel sorun sahalarının tanımlanmasında da, çözüme ilişkin yöntemlerin tespitinde de önemli bir çözümsüzlüğün olduğunu göstermektedir ki, bu durum krizin çatışma riskine doğru derinleşmesine yol açmaktadır.
Adalar Denizi’ne ilişkin sorun alanları özellikle 1970’liyılları ikinci yarısından itibaren ön plana çıkmaya başlamıştır. Kıbrıslı Rumların Yunanistan’dan adlığı destekle Kıbrıs Adası’nı tek yapılı ve tek etnik kökenden oluşan bir zemine doğru silah zoruyla yöneltme girişimleri ve Türkleri adadan çıkarmak ve Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakını (ENOSİS) sağlama girişimleri neticesinde belirgin şekilde gerek siyasetin gerekse uluslararası hukukun gündemine taşınmıştır. Türkiye’nin 1974 yılında geçekleştirdiği Kıbrıs Barış harekatı ve adada iki yapılı bir düzenin kurulmasının zorunluluğuna işaret etmesiyle birlikte gerek Doğu Akdeniz gerekse Adalar Denizi bölgesine ilişkin egemenlik alanlarının tespiti jeopolitik açından ve Türkiye’nin güvenliği bağlamında çok daha önemli bir noktaya taşınmıştır.
Gayri askeri statüye sahip olması gereken adaların silahlandırılması, Türkiye’nin uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarını görmezden gelen kıta sahanlığı uygulaması, egemenliği devredilmemiş adalarda provakatif eylemlerle gündeme gelen sorun kalemleri Adalar Denizi’nde istikrar bozan ve gerginliği tırmandıran başlıca gelişmeler olarak okunmaktadır. Ancak özellikle enerji alanlarının tespiti, hidrokarbon yatakların sismik araştırmalar neticesinde belirlenmesi, enerji nakil hatlarına ilişkin güvenlik endişelerinin tırmanması ve Türkiye ile Libya arasında 2019 yılında deniz yetki alanlarının belirlenmesine ilişkin imza edilen protokollerle birlikte, Türkiye “Derin Deniz Uykusu”ndan uyanmış ve hakça bir çözümün bu coğrafyanın yarınları için en geçerli seçenek olduğunu, sürecin diplomatik vasıtalarla giderilmesi gerektiğinden dem vurmuştur.
Adalar Denizi’ne dair sorunların temelinde Yunanistan’ın Lozan’da ortaya çıkan dengeli süreci kendi lehine çevirme ideali bulunmaktadır ki, bu durum bir süre sonra bölgeyi bir “Yunan Gölü” noktasına taşıyacak girişimleri de beslemektedir. İkili ve çok taraflı antlaşmalarla kendisine devredilmemiş olan ada ve adacıklar üzerinde hak iddia etme girişimleri, karasularından çok daha geniş boyutlu bir hava sahasına dair iddialar ve tüm adaların kıta sahanlığına sahip olması gerektiğine ilişkin tezlerinde tamamı uluslararası teamül hukukuna ve ahde vefa ilkesine aykırı olmakla birlikte, bu yaklaşımın altında Megali İdea (Büyük Yunanistan için büyük f ikir) ideolojisi çerçevesinde izlediği politikalarla şekillenmiş bir arayış yatmaktadır (Kalelioğlu, 2008; 109). Mevzubahis arayış, yüzyıllardır Türk egemenliğinde olan adaların önemli bir bölümünün, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında dönemin büyük güçlerinin telkinleriyle Yunanistan’a devredilmiş olmasından kuvvet bulmaktadır. Adalar Denizi coğrafyasında, tüm devletlerin ortak kullanımına uygun olan açık deniz alanlarının daraltılması ve bölgenin büyük bir kısmının Yunan karasuları olarak tanımlanması Yunanistan’ın nihai tezinin varabileceği hukuki sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır.
Adalar Denizi’ne Dair Sorun Alanlarının Hukuksal Boyutu
Adalar Denizi’ne ilişkin uyuşmazlığın temelinde dar bir coğrafi yapıya sahip olan denizdeki nihai sınırların belirlenmemiş olması bulunmaktadır. Türkiye açısından bu coğrafya kendine has özelliklerle bezenmiş yarı kapalı bir denizdir. Bundan kaynaklı olacak şekilde, çok taraflı antlaşmalar ve uluslararası normlara ikin işlev arayışlarından ziyade, Türkiye ve Yunanistan arasında istişareye dayalı oluşturulacak bir çözüm mekanizması kurulmalıdır (Yaycı, 2020; 7).
Yunanistan’ın bakış açısında ise Adalar Denizi bir açık deniz özelliği taşımaktadır ve kendine has bir coğrafi pozisyondan ziyade çok taraflı mutabakatlar ya da deniz hukuku alanına ilişkin uluslararası antlaşmaların izlenmesi metoduyla sorun alanları çözüme kavuşturulabilecektir. Çözümün Birleşmiş Milletler Uluslararası Adalet Divanı noktasında ortaya çıkabileceğine dair kanaat şüphesiz Batılı devletlerin kendisine destek olacaklarına ilişkin genel kabulden güç almaktadır. Bu şekilde bir dayatmacı yaklaşım meselenin hallini mümkün kılmamaktadır ki Yunanistan’ın kuruluş dönemi itibariyle ortaya çıkan metinlerden bugüne kadar imzalanan antlaşmalar değerlendirildiğinde, hangi adaların hangi statüler dahilinde Yunanistan’a bırakıldığı net bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
- 1829 Edirne Anlaşması sonucunda Batı Ege adaları Yunanistan’a bırakılmıştır.
- Balkan Savaşları’nın sonunda imzalanan 1913 Londra Anlaşması’na göre Osmanlı’dan fiilen ayrılan Girit Adası’nın geleceğine Balkan devletleri karar verecektir.
- Yine 1913 Londra Antlaşmasıyla Doğu Ege adalarının geleceğine İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, AvusturyaMacaristan ve Rusya karar verecektir.
- 1914 Tebligatları ile On İki Ada İtalya’ya ve Doğu Ege adaları silahsızlandırılmış statü koşuluyla Yunanistan’a bırakılmıştır.
- Lozan Barış Anlaşması’nın 6. maddesi uyarınca, kıyı devletinin deniz sınırları kıyıya üç deniz milinden daha yakın ada ve adacıkları kapsamaktadır. Türkiye ana karasından üç deniz mili açıklıkta bulunan adalar Türkiye’ye bırakılmıştır.
- Lozan Barış Anlaşması’nın 13. maddesi, Yunanistan’ın egemenliğinde bulunan Doğu Ege adalarının silahsızlandırılmasını öngörmektedir.
- Lozan Barış Anlaşması’nın 14. maddesi, Gökçeada ve Bozcaada için özerk bir yönetim öngörmektedir. Bu adalarda yaşayan halk mübadelenin tarafı olmayacak, ikametlerinde bulunmaya devam edeceklerdir.
- Lozan Barış Anlaşması’nın 15. maddesi, Türkiye’nin On İki Ada üzerindeki egemenlik hakkını terk ettiğini hükme bağlamıştır.
- Lozan Barış Anlaşması’nın 15. Maddesi ayrıca, Meis adasındaki egemenlik haklarından da Türkiye’nin feragatte bulunduğunu belirtmektedir (Soysal,2000; 92).
- Lozan Barış Anlaşması’nın 16. maddesi , bu antlaşmada belirtilen alanlar dışında kalan adalardaki egemen yetkilerinden Türkiye’nin feragat ettiğini belirtmektedir ki, bugün tartışılan konulara ilişkin zemin kaynağını buradan bulmaktadır. Egemenliği terk edilmiş adaların bulunduğu aşikardır; ancak bu adaların Yunanistan’a ait olduğuna dair hukuki bir metin bulunmamaktadır ki, bu durum egemenliği belirsiz, gri statüdeki adalar konseptine vücut vermektedir.
- 1947 Paris Barış Anlaşması’nın 14. maddesi uyarınca, On İki Ada’nın egemenliği İtalya’dan Yunanistan’a devredilmiştir. Yine ilgili metinde, bu adaların silahsızlandırılmış statüsünün devam edeceği belirtilmiştir. Türkiye’nin Paris Antlaşması’na taraf olmamasından kaynaklı olarak, bu adaların silahlandırılmasıyla ilgili atılacak adımlara karşı bir tepki geliştiremeyeceği Yunanistan’ın öne sürdüğü yaklaşımlardan bir tanesini oluşturmaktadır.
1958 ve 1982 tarihli deniz hukukuna ilişkin uluslararası sözleşmelerde de Adalar Denizi coğrafyasını doğrudan ilgilendiren birtakım hükümler mevcuttur. Türkiye’nin taraf olmadığa bu metinlerde; karasularının 12 mile kadar genişletilebileceği, adaların da karasuları ve kıta sahanlığına sahip olabileceği, adalara ait münhasır ekonomik bölge, bitişik bölge ve hava sahası gibi egemenlik alanlarının destekleyici coğrafyalarının söz konusu olabileceğine dair hükümler bulunmaktadır. Türkiye’nin BM bünyesinde hazırlanan Deniz Hukuku çerçeve sözleşmelerine taraf olmaması ve önemli çekinceler gündeme getirmesi, tüm deniz alanlarının yetki kabiliyetinin aynı koşullarda gerçekleşmesinin söz konusu olamayacağına dair görüşüyle örtüşmektedir. Bazı deniz alanlarında özel düzenlemelere ihtiyaç duyulmakta ve kıyıdaş devletler meselelerinin halli adına ortak bir mutabakat zemini oluşturarak müzakerelerde bulunmalıdırlar.
Adaların Egemenlik Sorunsalı ve Silahlandırılma Gayretleri
Doğu Ege Adaları, On İki Ada gibi bir takım alanların hangi devlete ait olduğu ve egemenlik yetkisinin hangi ülke arafından kullanılacağı açık şekilde belirtilmiş olmasına karşın; açık irade ile beyan dışı bırakılan ve egemenliği belirli olmayan adaların varlığı Adalar Denizi için hukuken çözüme kavuşturulması gereken meselelerden bir tanesidir. Bu sorun özellikle 1995 yılında Kardak Adası’na Yunanistan bayrağı asılmasına ilişkin bir provakatif eylemle gündeme gelmiş ve bu kara parçalarının sayısının 150 civarında olduğu tespit edilmiştir. Türkiye söz konusu olan adacıkları gri alanlar olarak tanımlamakladır ki, bu adacıkların egemenlik yetkilerinin kime ait olduğu hususu çekişmeli bir süreç olduğu için karşılıklı bir müzakere süreci ile belirlenmelidir.
Türkiye halefiyet doktrininden hareketle, Yunanistan’a bırakılan adaların isimlerinin çeşitli antlaşma metinlerinde tek tek sayılma yoluyla belirlendiğine işaret etmektedir. Gerek Yunanistan’ gerekse İtalya’ya bırakılmış olan adalar sayılmıştır. Bu durumda ismi zikredilmeyen ve antlaşmalarla güvence altına alınmayan adalar, Osmanlı devletinin hukuksal olarak halefiyet yetkisi Türkiye Cumhuriyeti’ne geçtiği için Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik alanına dahildir. Üstelik Yunanistan’ın Lozan Antlaşması’na aykırı şekilde 3 mil yerine 6 millik bir karasuları iddiasında bulunması noktasında da Türkiye Anadolu kıyılarından 6 mil boyunca uzanan alanlarda kalan tüm kara alanlarının egemenlik yetkisinin otomatik olarak Türkiye’ye ait olduğunu beyan etmektedir. 1932 tarihli Türk-İtalyan toplantı tutanakları, adalarla ilgili Türkiye’nin yetki devrinde bulunabileceğine dair yorumlar içermektedir; ancak bu toplantıların sonunca iki taraf arasında nihai bir uzlaşma zemini sağlanamamıştır ve bir antlaşma metni ortaya çıkmamıştır. Dolaysıyla sadece müzakere edilen bir sürecin iki ülke arasındaki hukuki bir süreç için delil niteliği taşımayacağı gibi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında İtalya egemenliği kendisine ait olan alanlardan dahi çekilmek durumunda kalmıştır. Bu bağlamda Türkiye ile Yunanistan arasında sınır sorunları ve adaların belirsiz statüleri hususunda mutabakat zaptına dahi varmamış hukuksal kaynakların bağlayıcı bir hükmü olmadığı açıktır.
Gayri askeri statüde kalmak koşuluyla Yunanistan’a devredilen adaların -özellikle Kıbrıs Barış Harekatının ardından, antlaşma koşullarında köklü değişiklik olduğu teziyleYunanistan tarafından tanınmaması ve koşulların çiğnenerek askeri statüye dahil ediliyor olması; bugün gelinen noktada Kuzey Atlantik İşbirliği Örgütü’ne (NATO) üye olan iki devletin karşı karşıya geldiği askeri açıdan sorunlu bir alandır. Yukarıda zikrettiğimiz çok sayıda antlaşma metninde ve Türkiye’nin taraf olmadığı 1947 Paris Antlaşması’nda adaların gayri askeri statüsüne ilişkin net bir vurgu olduğu gibi, adalarda sadece asayişe dair kolluk birimlerinin görev yapabileceği, ağır silahlı bir yapının bulunamayacağına dair açık hükümler önceleri gizli şekilde, son dönemde ise açık şekilde çiğnenmektedir.
On İki Ada ve onunla bağlantılı adacıkların belirli bir kısmında bugün silahlanma süreci devam etmektedir ki, bu adaların coğrafi konumu Türkiye’nin olası bir tehdit algılaması noktasında sınırlarına oldukça yakın bir pozisyonda olmalarından kaynaklı olarak milli güvenlik açısından doğrudan bir tehdit oluşturmaktadır. Bu bölge, Anadolu yarımadasının bir noktada ilk cephesi niteliği taşımaktadır ki, gerek Adalar Denizi gerekse Akdeniz’den Türkiye’ye yönelebilecek olası bir deniz harekatı ya da denizden karaya çıkartma gerçekleştirilmesi noktasında temel koruma alanının içerisinde kalmaktadır.
Lozan Anlaşması’nın yukarıda bahsi geçen 12. ve 13. maddeleri söz konusu adaların silah ve askerden arındırıldığını açık bir şekilde vurgulamaktadır. Üstelik İtalya’dan Yunanistan’a devredilen adalar açsından da 1947 Paris Antlaşması önemli hükümler ve askersizleştirme sürecini net bir şekilde içermektedir. Ancak Yunanistan, Türkiye’nin Paris Antlaşması’na taraf olmamasından dolayı bu metne itiraz edemeyeceğini dolayısıyla mevzubahis adaların silahlandırılmasının Yunanistan’ın içişleri ve İtalya ile olan diyaloğu üzerinden cereyan edebileceğini iddia etmektedir. Ancak 1969 Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’nde de belirtildiği şekliyle bazı antlaşmalar taraf olmayan devletleri de bağlayacak statüler doğurur ve koşullar belirler. Bunlardan Türkiye açısından en önemlisi de şüphesiz Lozan Barış Antlaşması’dır. Bu durum “objektif statü doğuran antlaşmalar” ismiyle anılmaktadır ve 1947 Paris Antlaşması da Türkiye’nin taraf olmamasına rağmen Adalar Denizi’ndeki statü açısından belirleyici bir pozisyonda olduğu için, antlaşmaya taraf olmayan devletler bağlamında da önem arz etmektedir. (Yılmaz, 2008; 40)
Realist politika perspektifinden ilerlendiğinde Adalar Denizi’ne dair sorun alanları son elli yıldır iki komşu ülke arasındaki temel sorun kalemini oluşturmaktadır k, şüphesiz bu suni sorun zeminin ortadan kalkması iki ülke arasındaki karşılıklı diyaloğu, dostane ilişkiler ve haliyle bu bölgenin güvenlik stratejilerini de doğrudan olumlu anlamda etkileyecektir. Devletlerin çıkar üzerine kurdukları uluslararası politika gerçeklerini yadsımak mümkün değildir; ancak bu coğrafyadaki ulusal güç unsurlarının hangi devleti öne çıkardığı ve jeopolitik sürecin hangi devletin lehine cereyan ettiği değerlendirildiğinde, uzlaşma zemininin rekabetçi bir ortamdan işbirlikçi bir ortama doğru çekilmesi her iki ülke açısından da orta ve uzun vadede önemli ölçüde menfaat doğuracaktır.