Ayasofya’nın Bizans Serüveni ve Hristiyanlıktaki Konumu
Doç. Dr. Eldar HASANOĞLU
Ayasofya’nın camiden müzeye dönüştürülmesine ilişkin Bakanlar Kurulu kararının iptal edilmesinin ardından, başta Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere devlet erkanı ve Müslümanların, izdihama yol açan katılımıyla yıllar sonra 24 Temmuz’da Ayasofya’da ilk Cuma namazı kılındı. Ayasofya’nın cami statüsünün iadesi Hristiyan dünyasında büyük gürültüye sebep olurken Papa başta olmak üzere pek çok Hristiyan devlet başkanı çeşitli tepkiler sergiledi. Bu gelişmelere paralel olarak Ayasofya’nın Hristiyanlar için değeri toplum tarafından bir merak konusu oldu.
Bizans İmparatorluğu’nun resmi dini kurumu ve Ortodoks Hristiyanlığın piskoposluk merkezi olması, Ayasofya’yı bir tarihin ve bir davanın, misyonun vücut bulmuş haline dönüştürmüştür. Bizans ve Hristiyanlık açısından Ayasofya hem ifade ettiği anlamı ve hem de asırlar boyunca sahip olduğu konumu bakımından ilgiyi hak etmektedir. Hristiyanlık ile pagan ve gnostik doktrinler mirasını bir araya getirmesi, Hristiyanlığın önceki bilgeliklerden tevarüs ettiği değerlerin temsil imkanı bulması, Bizans imparatorlarının resmi himayesine sahip olması ve imparatorluğun protokol kilisesi konumunda olması gibi özellikleri, daha yapıldığı ilk günden itibaren Ayasofya’nın imtiyazına işaret etmektedir.
İstanbul’un yedi tepesinden birinde, Sarayburnu üzerinde ilk defa M.S. 342’de inşa edilen Ayasofya, tarih içerisinde hem doğal afetler yüzünden hem yönetime başkaldıran isyancılar tarafından defalarca yıkılmış, imparatorlar tarafından tamir edilmiş veya yeniden yapılmıştır. Kaynaklar bahis konusu kilisenin üç defa temelden inşa edilmesinden bahsederler. Günümüzdeki yapı İmparator I. Justinianus’un 532-537’de yaptırdığı binanın 562’de tadilattan geçmiş son hali olup yaklaşık 14 asır boyunca geçirdiği ufak dokunuşlarla tarihe meydan okuyarak ayakta kalabilmiş ve bu yüzden de Justinianus’un Ayasofyası şeklinde onun ismiyle şöhret bulmuştur. Justinianus’un Ayasofya’sı sadece mimarî ihtişamı ve görkemiyle değil, içeriğiyle de bir sanat eseridir ve kendisinden sonraki Ortodoks kilise mimarisine de esin kaynağı olmuştur. Bu kilise, 1520’de Seville Katedrali’nin açılmasına kadar geçen yaklaşık bin yıl boyunca dünyanın en büyük katedrali unvanını elinde tutmuştur.
Kuruluşundan itibaren Ayasofya, Bizans İmparatorluğunun resmi tören kilisesi ve Doğu Ortodoks Hristiyanlığının dini merkezi olması dolayısıyla ayrıcalıklı konuma sahiptir. Otosefal yani bağımsız kilise statüsünde olan İstanbul kilisesinin dini lideri olan patriğin resmi makamı, 1204-1261’deki Latin işgali dışında, 1453’e kadar Ayasofya olmuştur. Kilisenin bu isimle adlandırılma zamanı tartışmalı olsa da, kilisenin Justinianus zamanından itibaren Ayasofya ismiyle anıldığı kesindir. Bu isim, Kutsal Bilgelik anlamına gelmektedir. İsmi, mimarlarının mensup olduğu ekolün binanın tasarımındaki etkisi, içerisindeki bazı mozaikler ve görsel materyaller dolayısıyla Ayasofya’nın pagan ve gnostik öğretileri temsil ettiği öne sürülmüştür.
Pagan tapınaktan kiliseye
Ayasofya’nın yerinde eskiden bir pagan tapınağı bulunmaktaydı. Pagan inancındaki Roma, İmparator Büyük Konstantin’den (vefat, 337) itibaren Hristiyanlığı benimsemiştir. 4. yüzyılda Hristiyanlığın giderek güç kazanması üzerine imparatorluğun birçok yerinde ibadet merkezleri tesis edilmiştir. Pagan tapınağının kalıntıları üzerine de konumuz olan kilise inşa edilmiştir. Tapınaktan kiliseye geçiş ile buradan mündemiç olan maneviyat ve ruhaniyetin artık kilisenin şahsında varlığını sürdüreceğinin mesajı verilmekteydi. Tarihin erken dönemlerinden itibaren yeni dinin mabedinin eski dinin tapınağının üzerine inşa edilmesi geleneği, burada da uygulanmıştır.
Ayasofya’yı ilk yaptıranın kimliği konusunda farklı görüşler mevcuttur. Bazı tarihçiler kilisenin ilk banisinin Hristiyanlığı kabul eden ilk Roma imparatoru Büyük Konstantin olduğunu öne sürmüşlerdir. Yunan kronikçi Miletli Hesychius (6. yüzyıl) Büyük Konstantin’in yaklaşık 427 putu siteden kaldırdığını ve ahşap çatılı bir kilise inşa ettirdiğini belirtir. Yaygın görüşe göre ise ilk bina imparator II. Constantius (yönetim dönemi, 337-361) tarafından yaptırılmıştır. İnşaatı 342’de başlanmış ve yaklaşık 18 yıl sürmüştür. Yapım işleri bitip ibadete hazır hale gelince, şehrin piskoposu, Aryüscü tevhid çizgisinde olan Antakyalı Eudokius (vefat, 370) kiliseyi takdis etmiş ve mabet 15 Şubat 360’ta ibadete açılmıştır. Bazı tarihçiler ise bu iki görüşü telif etme adına ilk kilisenin inşasına Büyük Kosntantin zamanında başlandığını, ibadete açılmanın ise onun halefi II. Constantius zamanına denk geldiğini kaydeder.
Bahis konusu kilise, 330-1081 yılları arasında imparatorların ikametgâhı olan Büyük Saray’ın yakınlarında yapılmıştır. Ayasofya Hristiyanların dini yönetim merkezi ve imparatorluğun protokol kilisesi özelliklerini taşımıştır. Şehirde bulunan ev kilise veya şapellere kıyasla daha gösterişli ve ihtişamlı yapıya sahip olması sebebiyle halk nezdinde Büyük Kilise anlamında Megale Ekklezia ismiyle meşhur olmuştur. Kiliseye Hagia Sofia/Ayasofya adının ne zaman verildiği tartışmalıdır. Bazıları bu ismin mabedin ilk yapıldığı zaman itibariyle verildiğini belirtirken bazıları da buna karşı çıkmaktadır.
İmparator II. Teodosius
404’te şehrin başpiskoposu Yohannes Hırisostomos ile İmparator Arkadius’un eşi Aelia Eudokia arasında çıkan anlaşmazlık sebebiyle başpiskopos İstanbul’dan sürgün edilmiştir. Bu olayın ardından çıkan ayaklanmada kilisenin ana bazilikası yanmıştır. İmparator II. Teodosius (yönetim yılları, 401-450) kiliseyi yeniden yaptırmış ve 10 Ekim 415’te törenle ibadete açmıştır. O dönemde şehrin kamu binaları hakkında bilgi veren Notitia Urbis Constantinopolitanae adlı kroniğin, bahis konusu kiliseden bahsederken Ayasofya ismini kullanmayıp ondan hâlâ Büyük Kilise olarak bahsetmesi dikkat çekmektedir. Devletin protokol kilisesi statüsü ona hayli itibar kazandırmış, buraya girebilmek bile ayrıcalıklı bir imkân olarak değerlendirilmiştir. Kaynaklar, 431’de Efes Konsili’nin toplanma ve Hristiyanlıkta Monofizit-Diofizit mezheplere ayrışmasının sebebi olarak piskopos Nestorius’un imparatorun kızkardeşi Pulçeria’yı kiliseye girmekten men edince ortaya çıkan tartışmayı gösterir.
İmparator II. Teodosius tarafından yaptırılan ikinci kilise 13-14 Ocak 532’de Nika Ayaklanması sırasında yakılmıştır. Bizans tarihçisi Kayseriyeli Prokopius (6. yüzyıl) kilisenin yakılması dolayısıyla ayaklanmanın sadece imparatora değil aynı zamanda Tanrı’ya karşı olduğunu, yeniden yapıldığında daha ihtişamlı olacağından dolayı Tanrı’nın isyancılara kiliseyi yakma imkânı verdiğini belirterek olayı dini perspektiften yorumlar. Onun ifadelerinden, bu dönemde söz konusu kilisenin artık Ayasofya adıyla bilindiği dikkate şayandır.
Justinianus’tan önceki iki kilisenin kalıntılarına pek rastlanmamış, nitekim yazılı kaynaklarda hakkındaki bilgiler kıt olsa da, uzmanlar onun yapısı hakkında birtakım mülahazalarda bulunmuşlardır. Onun 4. yüzyıl Roma mimarisine uygun şekilde “U-biçimli” bir bazilika olduğu, sütunların üzerine kurulan tahta çatılı ana bazilikanın çevresinde üç, dört veya beş koridorun bulunmasıyla Kudüs’teki Kıyamet Kilisesi’ne veya Beytüllahim’deki Doğuş Kilisesi’ne benzediği, kapısının batıya açıldığı ileri sürülmüştür.
Justinianus’un Ayasofya’sı
532’de Nikea Ayaklanması sırasında kızgın kitleler hızını alamamış ve Ayasoyfa’yı yakmıştır. İsyanı bastıran İmparator Justinianus (yönetim yılları, 527-565) kiliseyi hemen yeniden yaptırmaya koyulmuştur. 23 Şubat 532’de başlayan inşaat 70 ay sürmüş ve 537’nin sonlarında tamamlanmıştır. İnşaatta on bin küsur ustanın çalıştığı, Justnianus’un inşaat işleriyle bizzat ilgilendiği ve düzenli olarak inşaatı kontrol ettiği nakledilmektedir. Mevcut Ayasofya binası, bu yapının bazı tadilatlarla günümüze ulaşmış halidir. Bu dönemde Büyük Kilise adıyla değil artık Ayasofya adıyla bilinen bu yapı, büyüklüğü, görkemi ve ihtişamıyla önceki iki kiliseyi çok geride bırakıyordu.
Binanın tasarım planı Miletuslu İsidore ve Trallesli Anthemus tarafından hazırlanmıştır. İlginç bir şekilde, onların uzmanlık alanı mimarlık değildi; İsidore mekanik ve geometri, Anthemius ise matematik uzmanıydı. Bazı tarihçiler onların pagan filozof İskenderiyeli Ammonius’un ekolünden olduklarını ve Ayafosya’yı da pagan ve gnostik Tanrı tasavvuruna uygun şekilde tasarladıklarını iddia etmişlerdir. Gerçekten de onlar kilise mimarisinde bir devrim gerçekleştirmiş ve Ayasofya’nın mimarisi bir başyapıt sayılarak kendisinden sonraki kilise ve dini binalar için ilham kaynağı olmuş, Bizans mimarisini derinden etkilemiştir. İnşaatta Akdenizin her yöresinden temin edilen sütunlar ve mermerler kullanılmıştır. Dış yüzeyi büyük ölçüde kaplayan beyaz mermer ve yaldızlar, dönemin tuğla ve sıva işçiliğinden farklı bir manzara arz etmekle birlikte denizden kilisenin görüntüsüne ayrı bir görsellik katıyordu. Döneminde doğu Hristiyan dünyasının en büyük kilisesi olmasının yanı sıra Ayasofya sarkık kubbeli ilk kilise olmasıyla da mimari tarihinde bir dönüm noktasıdır. Kilisenin iç yüzeyi mor porfirli beyaz ve yeşil renkli mermerlerle, altın mozaiklerle kaplanmıştır. Ayasofya’nın mimari ve sanatsal ihtişamı öylesine etkileyici olmuştur ki Justinianus’un onu Kudüs’teki Süleyman Mabedi ile kıyasladığı ve “Ey Süleyman, işte bugün seni geride bıraktım” diye övündüğü rivayet edilmektedir. Ayasofya 27 Aralık 537’de İmparator Justinianus’un da katılımıyla Patriyark Aziz Minas tarafından takdis edilerek ibadete açılmıştır.
Ağustos 553 ve Aralık 557’deki depremler Ayasofya’nın ana kubbesi ile doğu kısımdaki yarı-kubbeye zarar vermiş, Mayıs 558’deki depremde ise doğudaki yan kubbe tamamen çökmüştür. Justinian onarım için İsidore’un yeğeni Genç İsidore’u görevlendirmiş, o da kubbede bazı değişiklikler yaparak öncesinden daha yüksek bir kubbe inşa etmiştir. 562’de biten tadilatta Baalbek/Lübnan’dan, Efes’ten temin edilen pagan tapınakların kalıntısı 8 sütun da kullanılmıştır. Mozaikler İmparator II. Justinanus (yönetim yılları, 565-578) zamanında tamamlanmıştır. Daha sonraki yıllarda da Ayasofya çeşitli depremlerde zarar görmüş ve tadilat görmüştür.
- yüzyılın ilk çeyreğinde Bizans’ta başlayan ve bir süre ortalığı kasıp kavuran ikonoklazm/ikon kırıcılık hareketi Ayasofya’yı da etkilemiş, kilisede bulunan tüm resimler ve heykeller kaldırılmıştır.
Dördüncü Haçlı Seferi (1200-1204) sırasında Haçlıların İstanbul’a gelişi Ayasofya’yı ciddi şekilde etkilemiştir. 1204’te Bizans’ın başkentini ele geçiren Haçlılar, Bizans Ortodoks Kilisesi’nin yönetim makamı olan Ayasofya’ya hakaret amacıyla her türlü taşkınlığı yapmaktan geri durmamış, patriyarkın tahtı üzerinde hayat kadınlarını şarkı söyletip dans ettirmişlerdir. Bu sırada Ayasofya’daki altın ve gümüş süslemeler ile kültür hazinesi sayılan diğer değerli eşyalar yağma edilmiştir. 1204’te Ayasofya Latin Katolik kilisesine dönüştürülmüş ancak 1261’de eski haline dönerek Ortodoks kilisesi hüviyetini geri kazanabilmiştir. Bu Haçlı seferini yöneten Venedik dükü Henricus Dandolo ertesi sene ölünce Ayasofya’da gömülmüş ve ismi burada bir taşa kazınmıştır.
Katolik Haçlıların Ayasofya’da yaptıkları Ortodokslar tarafından asla unutulmamış ve ileri tarihlerde bu iki mezhep arasında birleşme/ekümenizm teşebbüslerinde bu acı yara hep hatırlanmıştır. Nitekim 1452’de Ortodoks patriyark III. Gregory birleşme yanlısı tutum sergileyince sürgün edilmiş, makam boşalmıştır. Dönemin Yunan tarihçisi Doukas’a (vefat, 1462) göre, o dönemde Ayasofya metruk bir mabede dönüşmüştü; Ortodoks dindarlar artık Ayasofya’yı şeytanlar yuvası ve Roma paganizminin Helen tapınağı olarak görüyor ve ibadet için burayı tercih etmiyorlardı. Böyle bir ortamda fetih gerçekleşmiş ve Ayasofya Kilisesi Fatih Sultan Mehmet Han’ın fermanı ile Fethiye Camii’ne dönüştürülmüştür.