Türkiye’nin Konut Üretimine Dünün Tecrübesinden Bakmak
Ev ve konut üretimi, bir mesele olarak Türkiye’de önemli bir tartışma konusu hâline geldi. Özellikle son yıllarda tüm şehirlerimizin çehresini benzer biçimde şekillendiren çok katlı konut üretiminin hız kazanması, çeşitli sorunları ve mukabil itirazları da getirdi. 6 Şubat’ta yaşanan Kahramanmaraş depreminden sonra bu konu, ülkenin en önemli gündem maddelerinden biri oldu. On bir ilimizde yıkım yaşandı ancak bu illerin ilçe, belde ve köylerini de dikkate aldığımızda büyük bir bölgenin depremden ciddi boyutta etkilendiğini gördük. ‘Deprem’ ve ‘yıkım’ bağlamında ülkede tartışmanın seyri belirli başlıklar üzerinden devam etti. Ancak geleneksel şehir kültürüne/tecrübesine sahip Anadolu’da, bu çözüm önerilerinin yalnızca betonarme yapı çerçevesinde ve tekniğinde sürmesi, bir başka itirazı getirdi. Zira kültürel değere sahip bir çevre oluşturmak ve sürdürülebilir bir gelecek inşa etmek bir mecburiyet hâlini aldı. Bu minvalde Türkiye’nin tarihsel/geleneksel tecrübeye dayanan ev ve şehir inşa kültürünü yeniden hatırlamak meselenin çözümüne ışık tutacaktır. Bu yazıda yol alınmak istenen temel güzergâh da bu olacaktır.
Deprem Sonrası Bir Durum Değerlendirmesi
Depremin cereyan ettiği ilk günden itibaren üzerinde en çok konuşan mesleki disiplinler olan jeoloji, jeofizik veya geoteknik alanlarına girmek gibi bir niyetim yok. Yapı inşa eden bir mimar kimliğiyle, tartışmanın seyrini biraz değiştirmek niyetindeyim.
Bu yazıyı kaleme almadan hemen önce yani depremden yaklaşık iki ay sonra yıkımın gerçekleştiği illerin bir kısmını yerinde inceledik. Kritik noktadaki illerde mevcut yapı stokunun önemli bir oranı yıkılmış, yıkılmayan binalar ise çoğunlukla ağır hasar görmüş durumdaydı. Şehir merkezinde yer yer hayat tamamen durma noktasına gelmişken yaşam şehrin çeperinde geçici barınma kamplarında devam ediyordu.
Yıkılan veya ayakta kalıp ağır hasar gören yapıların büyük bir kısmı “yeni yapı” kategorisinde ve ekseriyeti ise dokuz-on katlı olarak inşa edilmiş. Bu yapı stokunun kahir ekseriyetinin hasar görmesi sebebiyle, yüksek yapıların yoğunlaştığı bölgelerdeki insanların tahliye edilmesi gerekli görülmüş. Tahliye edilen nüfusun önemli bir kısmı devlet eliyle şehrin çeperinde inşa edilen yeni yerleşim alanlarında ikamet etmeye başlamış.
Bu durum sosyo-kültürel, ekonomik, psikolojik ve diğer birçok konuda çeşitli sonuçlar getirmekte. Söz gelimi zaman içinde oluşan şehir imgesinin veya yerleşik bir hâl alan sosyo-kültürel ortamın bir anda yok olması gibi. Geçen zaman içerisinde oluşan ve yıkımdan sonra yok olan bu şehir ortamının yeniden aynı şekilde kazanılması mümkün görünmemektedir. Geri getirilemeyen önemli boyutlardan biri de şüphesiz ekonomi ve enerji alanındaki kayıptır.
Yapı stokumuz, yıkımda veya ağır hasar sonucunda tamamen kullanılamaz hâle gelen, ortadan kaldırılması gereken enkaza dönüşen bir yapı sistemi ve malzemesi ile inşa edilmektedir. Bir başka ifadeyle, konut üretimimiz, sürdürülebilir bir yönü olmayan betonarme inşaat teknolojisiyle gerçekleşmektedir. Yıkılan bir betonarme yapının, gerek malzemesi gerekse yapı elamanları yeni bir yapıda yeniden kullanılmaz. Dolayısıyla yapı inşaatında kullanılan malzemenin, enerjinin, emeğin veya zamanın, yıkımdan sonraki yeni inşa faaliyetlerinde yeniden kullanılma ihtimali yoktur.
Söz gelimi Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığının açıkladığı verilere göre, Kahramanmaraş depreminin Türkiye ekonomisi üzerindeki toplam yükü 1 Trilyon 995 milyar TL (103,6 milyar ABD doları) düzeyindedir. Bu yükün 2023 yılı millî gelirinin yaklaşık %9 ‘una ulaşabileceği öngörülmüştür.
Cari Konut Üretimimiz
Yıkıcı deprem tecrübeleriyle birlikte oluşan bu tabloyu göz önünde bulundurarak Türkiye’de konut üretim stratejisini birkaç vecheden ele almak gerekmektedir. Çok katlı konut bloklardan müteşekkil yapı stokumuz bugün Türkiye’nin artık tüm illerinin çehresini şekillendirmiştir. Bu konut üretim biçimi/tipolojisi çoğunlukla “kat karşılığı inşaat sözleşmesi” ile yani müteahhit ve arsa sahibi arasında varılan anlaşmayla özel sektör eliyle gerçekleşmektedir. Bunun yanı sıra devlet kurumları eliyle de benzer tipolojide orta ve yüksek standartta konut üretimi yapılmaktadır.
Bu çok katlı “toplu konut” stratejisi ferdî konut üretim şeklinin önüne de geçmektedir. Bu inşaat stratejisi içerisinde, konut sahipleri, yaşayacakları çevrenin ve konutlarının planlanmasında/tasarlanmasında söz sahibi olmamaktadır. Planlama ve imar yasalarının çizdiği sınırlar içerisinde, konut üretiminin, ‘işveren-mimar’ iradesiyle gerçekleştiği; kullanıcının ise son safhada yalnızca yerleşmek üzere sürece katıldığı görülmektedir. Kullanıcının kendi evi üzerinde tasarruf sahibi olmaması sebebiyle, ailenin kendi ihtiyaçlarına göre evini şekillendirmesinden söz edilemez.
Bununla birlikte fiziksel/yapısal çevre, aynı zamanda kültürel çevre anlamını taşırken, yapı inşası bir yönüyle kültür inşa etmek anlamına gelmektedir. Türkiye sathı üzerinde inşa edilmiş geleneksel şehirlerin nevi şahsına münhasır dokuları ve silüetlerine karşılık yapı üretim biçimimiz, çok katlı konut veya daha genel bir ifadeyle “tip” şehir dokularını meydana getirmektedir. Söz konusu bu yapılar betonarme inşaat teknolojisiyle üretilmektedir. Betonarme yapım sistemi malzeme yönüyle sürdürülebilirliğe imkân tanımaz. Ömrünü tamamlayan yapı yıkılarak bulunduğu noktadan moloz olarak yok edilir. Söz konusu yapı malzemesi hiçbir surette yeniden kullanılamaz. Bu durum “millî servet” diye ifade ettiğimiz kaynaklarımızın geri dönüşümü olmaksızın tüketilmesi anlamına gelmektedir. Nitekim son yaşadığımız Kahramanmaraş depreminden sonra ortaya çıkan mali tablo yukarıda ifade edilmiştir. Betonarme yapı sisteminin bizi sürüklediği bu yık-yap döngüsü içerisinde sürdürülebilir bir gelecek tasavvuru mümkün olmamaktadır.
Tarihsel Tecrübe İçinde Ev ve Şehir
Betonarme yapım sistemine gark olduğumuz bu süreçte tarihsel yapı/ev inşa etme tecrübemizi yeniden hatırlamak konut meselemizi çok yönlü çözme konusunda bize ışık tutacaktır. Başta yaşanması muhtemel yeni depremlere karşı insan ölümlerinin ve olası hasarların en aza indirilmesi hususunda, insana taalluk eden tüm konularda yeni bir düşünce/tavır ortaya koymak gerekli görülmektedir.
İslam dünyası veya Türkiye sathı üzerinde bir asır öncesine kadar -ortak düşünce kaynağından beslenerek vücuda getirilen şehirlerde ortak ilkelerin ve ortak bir üslubun hâkim kılındığını görmek mümkündür. Dahası gittiği yerlerde yerel imkân ve teknikleri de son derece esnek tutarak konut üretimini -hem kırsalda hem şehirde aynı ustalıkla kolaylaştıran bir inşaat faaliyetinden söz etmek mümkündür.
Bu çerçevede ev tarih boyunca yaşadığımız coğrafyanın veya bölgenin bize sunduğu doğal malzemeyle kendi elimizle inşa edegeldiğimiz bir olgudur. Tabiatın bize sunduğu taş, toprak veya ahşap bu konuda temel yapı malzemeleri olarak karşımıza çıkar. Anadolu’da Osmanlı bakiyesi diyebileceğimiz tarihsel şehir dokularını dikkate adlığımızda, iklim ve malzemeye göre bazı bölgelerde yoğunluklu olarak ahşap, bazı bölgelerde taş, kimi bölgede toprak ve birçok bölgede ise bu üç yapı malzemesinin birlikte kullanıldığını görmek mümkündür.
Ayrıca tabiatın içinde yayılan “ufki şehir” düzeninde müşterek bir şehirli olmanın verdiği sorumlulukla yani “ortak katılım” la herkes kendi evininin inşası sürecine katılmaktadır. Bu durum ev inşa pratiğini tabii bir sürece dönüştürmüştür. Bunun yanında bahçeli evini inşa eden fert, süreç içerisinde çok sayıda insan ve araç gücüne ihtiyaç duymadan ve maddi darlığa girmeden evine ekleme çıkarma yapabilmekteydi. Bu açıdan ev doğal malzemenin de verdiği uzun ömürlülük ile nesiller boyu yaşayan bir mekâna dönüşmektedir. Birden fazla kuşağın bir aradalığına veya birbiri ardına yaşamasına imkân tanıyan bu ev/aile hâli, anıların da bir arada toplanması ve geleceğe taşınmasını sağlamaktadır.
Geleneksel bir şehir dokusu içerisinde ev bir kültür üretim yeri olmanın yanında evlerin bir aradalığı da kültürel bir çevreyi meydana getirmektedir. Belirli ilkeler/standartlar çerçevesinde vücuda gelen evler yine belirli kaideler içerisinde bir araya gelerek bir şehir dokusunu oluşturmaktadır.
Bu bir aradalık aslında İslam düşüncesinin ete kemiğe bürünmesi ve kendi fiziksel çevresini inşa etmesi anlamına gelmektedir. Turgut Cansever ve Hassan Fathy’ nin bu konudaki yorumlarını hatırlamakta fayda olabilir. Bu düşünürlere göre birçok kültür ve sanat ürünü, insanın arzu ve isteği doğrultusunda ulaşabileceği veya bigâne kalabileceği türdendir. Ancak mimari çevre insanın her zaman ilişki içinde bulunduğu, bulunmaya mecbur olduğu bir kültür birikimidir. Bu bağlamda ev ve şehir inşası ideolojik bir boyut kazanmaktadır. Bugün “iyi” olarak tasvir edebileceğimiz “geleneksel” evlerimize mukabil, “kötü” diye ifade etmekte zorlanmayacağımız “modern” toplu konut üretimi içerisindeyiz.
Konuyu biraz daha toparlamak gerekirse Türkiye’de 1996 yılında gerçekleştirilen Habitat II Konferansı’nda ‘ev’/‘konut’ üzerine müzakere edilen maddeler tarihsel/geleneksel ev/şehir inşası tavrının bir açılımı mahiyetinde hatırlanabilir. Söz konusu maddeler:
- İnsanların, çevrelerinin oluşması ve yönetimi için alınacak kararlara katılması yani ev sahibinin evininin ve çevresinin (mahâllesinin) şekillenmesinde rol alması ve karar verici bir pozisyon alması,
- Sürdürülebilir, devam ettirilebilir bir gelişme; konut üretiminin tabiatla bütünlük içinde olması ve malzeme ve üretim tekniği açısından aile büyüklüğüne göre şekil alarak esnek olanaklar taşıması,
- Adalet üzere bir düzenin oluşturulması; tabii yaşam standartlarının her sınıftan insanlar için geçerli olduğu, çocuk, yaşlı ve engellilerin de merkeze alındığı bir çözümün geliştirilmesi,
- Bu amaçlara yönelik olarak toplumun önündeki engeller yani imkansızlıklar kaldırılarak, yapabilir olmalarının sağlanması; ev üretiminin, ekonomik, kolay üretimin sağlanması ve bu sayede her insanın imkân bulabileceği bir pratiğe evrilmesi
şeklinde sıralanmaktadır. Türkiye, bu dört esasın hayatiyet kazandığı geleneksel konut tecrübesine sahiptir. Bu ilkelerin Osmanlı/Türkiye şehir düzeninde içinde yerleşik olan standartları içerdiğini ve bugün için ise yitirilmiş bir hakikati işaret ettiğini görmek mümkündür.
Sonuç Yerine
Deprem, ülkemizin bir gerçeği ve en önemli gündem konularından birisidir. Depreme karşı önlem alma noktasında gelecek nesillere karşı borçluyuz. Onlara sürdürülebilir bir gelecek bırakmakla mükellefiz. Bugünkü inşa faaliyetlerimiz gelecek nesiller için yüksek standartta, daha yaşanabilir bir çevrenin oluşumunu sağlamalıdır. Temelde, depreme dayanaklı yapı üretiminin çok daha ötesine geçerek yapı inşa sektörünün aynı zamanda bir kültür üretim alanına dönüştürülmesi son derece önem arz etmektedir.
Buna mukabil cari inşaat sektörümüz tüm şehirlerimizin tümünü “beton cehennemi’ne” döndürerek çok önemli bir zaman ve enerji kaybına yol açmaktadır. Bunun yanı sıra bu strateji katılımcı, sürdürülebilir ve daha da önemlisi yüksek yaşam standardına sahip şehirlerin oluşumuna imkân tanımamaktadır. Yaşadığımız depremler bu gerçeği maalesef acı bir şekilde bize göstermektedir. Neredeyse tamamının betonarmeden inşa edildiği Türkiye’deki yapı stoku, bu kültürel zenginliği oluşturmak yerine, son derece mümbit olan tarihsel şehir kültürümüzü/zenginliğimizi çoraklaştırmaktadır.
Bu bağlamda Türkiye yaşadığımız son yarım asra kadar illerinin kapsayan zengin bir şehir kültürü inşa edegelmiştir. Yapılar kendi içinde yüksek bir şahsiyete bürünürken, birlikte yüksek standartta bir şehir düzeni oluşturmuştur. Tarihsel/geleneksel tecrübenin ışığında yol almak bu sebeple elzem görünmektedir. Söz konusu tecrübe bugün dünya standartlarının da üstüne bir üretim yapma potansiyeline sahiptir. Yalnızca şehir merkezinde değil, kırsalın ve hatta köy evlerinin bile bugünün mimari standartlarının çok üstünde yer aldığını görmek için sanat veya mimarlık tarihçisi olmak gerekmemektedir. Pekâlâ, tarihsel süreç içinde biraz geriye dönüp baktığımız geçen asır başında Türkiye’deki yani Anadolu’daki insanların yaşadığı evlerin yüzeysel de olsa bir mekânsal analizini yapmak, birçok veçheden günümüze ışık tutacaktır.