8 Şubat 2025, Cumartesi

Son Soykırım Karşısında Türkiye Gerçeği: Sessiz, Mahcup ve Edilgen – Prof. Dr. Mustafa Kemal ŞAN

İnsanlar toplum içinde yaşarlar zira sadece tehlike ve kötülüklerden emin olmak ve maişetlerini temin etmek için değil doğaları gereği medenî varlıklar oldukları için diğer insanlarla ünsiyet kurmak isterler. Dolayısıyla insan doğası bir yandan uzlete eğilimli iken diğer yandan da ünsiyete eğilimlidir. Zaten kelime kökenine bakıldığında insan kelimesi, ünsiyet ile ilişkilidir ve bir şeye uyum sağlamak, alışmak ve yakınlaşmak gibi anlamlarla da ilişkilidir.  Buna paralel olarak insan bir yanıyla son derece bencil, kıyıcı ve hemcinslerine karşı son derece zalimane olacak kadar acımasız olurken ya da başkasının acılarına kayıtsız kalabilirken kimi zaman da insanüstü bir şekilde, melekten daha merhametli ve şefkatli ve başkalarının haliyle hemhal olabilen bir varlıktır. Tarih boyunca birçok filozof insanın bu ikircikli durumunu ele alırken iki yönünden birine ağırlık vererek değerlendirmiştir.

Bazı filozoflar insanın doğasının habis ve kötücül tarafını vurgulayıp “insan insanın kurdudur” derken, bazıları ise insanın daha çok iyi tarafını öne çıkarmış onu eşref-i mahlukat olarak tanımlayarak eğer özgürlüklere sahip olursa aklın rehberliğinde doğru yolu bulacağını vurgulamıştır. İki felsefi yaklaşım da kendi perspektifine göre haklıdır.  İnsanlar hayatlarını bir yandan belirli haklar ve özgürlüklere sahip olarak ve diğer yandan da birtakım sorumluluklar ve ödevler yüklenerek yaşarlar. Hayatın sadece hak ve özgürlüklerine talip olup sorumluluklarından ve ödevlerinden kaçınmak mümkün olmadığı gibi hiçbir hak ve hürriyete sahip olmadan hep sorumluluk yüklenmek de imkânsızdır.

Aslında insanın bu bencilliği ve diğer insanlara karşı bigâneliği veya kıyıcılığı insanlığın ilk zamanlarına, Habil ve Kabil kıssasına kadar dayanmaktadır. İnsanlık bu iki kardeş arasındaki cinayetten bu yana bu kıyıcılık ve bigânelikten muzdariptir. Oysa ki Şeyh Sâdî’nin deyimiyle “Âdemoğulları bir vücudun âzâları gibidirler. Çünkü hepsi aynı cevherden yaratılmışlardır.”  Bu yüzden insanlar ‘kardeşimden bana ne’, ‘ben kardeşimin bekçisi miyim’ demeden mutlak değer anlayışıyla hareket etmelidir. Fakat bilhassa modernliğin yükselişiyle birlikte, tarihte hiç görülmemiş seviyelerde katliam üreten insanlık, birbirlerinin ölümüne, sefaletine ve acılarına karşı da duyarsız kalmaktadır. Bugün de bunun en uç örneklerinden birini ve en zalimanesini yaşıyoruz.

Gazze Yanıyor

Bu yazı kaleme alınmaya başladığında Gazze’nin İsrail güçleri tarafından yerle bir edilmeye başlanmasının üzerinden iki aydan fazla bir zaman geçmiş bulunuyordu. 7 Ekim 2023’te HAMAS’ın attığı stratejik bir adım sonrasında Gazze’de yaşanan yıkım daha şimdiden uygulanış biçimi itibariyle ikinci dünya savaşında Nazilerin Holocaust yöntemleri ile Auschwitz toplama kampında yaptıkları soykırıma eşit düzeyde ilerliyor. Evet henüz Holocaust düzeyinde bir insan yok edilmesi yaşanmadı. Ama unutulmamalı ki Almanların soykırım yaptıkları dönemde bir dünya savaşı vardı ve Almanların uyguladıkları iğrenç yöntemleri ancak olayın üzerinden çok zaman geçtikten sonra öğrenebildik. O zaman ne canlı yayın yapan TV kanalları, ne de sürekli bilgi akışı sağlayan sosyal medya ağları ile yaptıkları her adımı kayıt altına alan internet vardır.

Oysaki İsrail’in Gazze’de giriştiği soykırım çok şeffaf bir şekilde tüm insanlığın gözünün içine bakarak yapılıyor.  2,5 milyonluk kapalı bir hapishane görünümünde olan Gazze 7 Ekim 2023 tarihi itibariyle başlayan süreç içinde bir mezbaha görünümü aldı. Uluslararası sistemin önemli güç merkezlerinin açık desteği ve sahip olduğu askeri üstünlüğüne dayanan İsrail hiçbir uluslararası kurum, kuruluş ve siyasal yapının kendisini durdurmayacağından aldığı güçle kurulduğu yıldan beri alışık olduğumuz bir tarz ile en hunhar yöntemleri kullanarak kadın, çocuk, sivil ayrımı yapmadan kolektif bir cezalandırma eylemine girişti. ABD, Avrupa Birliği gibi dünyanın iki önemli güç merkezi 7 Ekim sabahında İsrail’in yanında olduklarını açıkladıklarında İsrail henüz Gazze halkı üzerinde uygulayacağı soykırıma başlamamıştı.

Esasında 7 Ekim 2023 tarihinde Arap-İsrail ihtilafında çok az alışık olduğu vech ile ilk defa savaşı başlatma imtiyazı Filistinlilerin eline geçmişti. 1967’de Mısır, Ürdün, Suriye ve diğer Arap ülke ittifaklarını (Irak, Suudi Arabistan, Sudan, Tunus, Fas, Cezayir) altı gün içinde tarumar eden İsrail güçleri bu sefer Gazze insanı için tek kurtuluş umudu olarak beliren HAMAS güçleri tarafından Filistin’in işgal altındaki topraklarına bir saldırı girişimini önleyemedi. En azından şimdilik bildiğimiz kadar olan bu.

Alınan esirler ve daha sonra İsrail’in Hanibal doktrini olarak ifade edilen kendi insanı ile HAMAS militanlarının karışık bir biçimde olması ayrımı yapmadan hava kuvvetleri ile vurması sonucunda 700 civarında bir İsrailli işgalci yerleşimcinin hayatını kaybettiği ve 250 civarında da yerleşimcinin HAMAS tarafından esir alındığı haberi uluslararası medyaya bomba gibi düştü. İsrail’in vurulması şimdiye kadar tanık olunabilecek bir gerçeklik gibi görünmüyordu. O yere göğe sığdırılamayan İron Dom/ Demir Kubbe basit alet edevatla delinmiş gibiydi. Bu çok ciddi bir güvenlik açığı ve paranoya halini de beraberinde getirdi. Batılı devletlerin büyük bir çoğunluğu derin müttefikleri olarak gördükleri, dünya sisteminin şımarık çocuğu İsrail’in yanında hizalandılar. Onlara göre İsrail elbette kendini savunma hakkına sahipti. Bu kararlılığı ifade etmek için başta ABD olmak üzere AB yönetimin başları ve birçok Batılı Devlet başkanı ve başbakanı İsrail’e acil ziyaretler yaparak desteklerini en güçlü ve en üst düzeyde verme yarışına girdiler. Bu kadarında elbette şaşılacak bir durum yoktu. Zira İsrail Devleti’nin varlığı ABD için adeta itikadi gerekçelerle, AB için tarihlerinin ödemek zorunda oldukları en büyük bedel olan antisemitizm suçları ve Nazi Soykırım günahının bedeli olarak gördükleri bir konuydu. Elbette İsrail’in yanında ve arkasında olacaklardı. Ancak İsrail’in belli bir planlama çerçevesinden sonra gökten ölüm olarak yağmaya, sivilleri ve çocukları hunharca vurmasına, hatta hiçbir savaş hukuku gözetmeden hastaneleri bile hedef almaya başlamasından sonra da ABD, AB gibi güç merkezlerinde en ufak bir geri adım emaresine rastlanmaması insanlık nezdine çok travmatik bir etki yarattı. Bu süreçte İsrail birçok hastane vurdu, hala da vurmaya devam ediyor. Oysa ki 17 Ekim 2023 tarihinde El-Ehli Baptist Hastanesini içindeki yaralı ve sağlık çalışanları yanı sıra İsrail tarafından vurulmayacak güvenli bir yer olarak kabul edildiği için sığınan insanlarla birlikte çoğu çocuk 500 sivili katletmesinden sona bir değişim olması beklentisi vardı. Hastane olayından sonra ABD başkanı yaptığı ziyaretinde bu olayın suçunu da HAMAS’a yıkarak İsrail’in her hâlükârda kendini savunma hakkına atıfta bulunurken AB Komisyonu başkanı Ursula von der Leyen de benzer açıklamalarda bulunmaya devam ettiler. Belli ki İsrail yer yüzünü ortadan ikiye ayırmaya kalksa bu güç merkezlerinin İsrail’e herhangi bir eleştiri getirmeyecekleri, hiçbir koşul ve şart altında İsrail’i desteklemekten vaz geçemeyecekleri anlaşılmıştı. Bunu anlamak için zaten 7 Ekim tarihini beklemeye de gerek yoktu. Batılı devletler 1948’den beri İsrail’in işlemiş olduğu her türlü savaş suçları ve acımasızlıklarla dolu tarihinde bizzat rollere sahiplerdi.

Bugün yaşanan gelişmeler dünya sisteminin karar vericilerinin her ne pahasına olursa olsun büyük bir zorbalık çağını daha açmakta ısrarcı olduğu gösteriyor ve bunun işaretini de Gazze’de yaşanan soykırımla vermeye devam ediyorlar. Dünyada ne devletler ne de toplumlar nezdinde İsrail zulmünü caydırıcı bir gücün olduğuna dair ciddi bir işaret bulunmuyor. Yine de buna rağmen Filistin’deki vahşi katliamla ilgili bütün dünyada insanlık vicdanının tamamen sükût etmediğini ispatlayan yaygın gösteriler insana dair umudumuzu yeşertmeye imkân verdi.

Işık Batıdan Yükseliyor

Batılı devletlerin İsrail’in yanında sıralanmasının bizleri şaşırtan bir yanı olmadığı son Gazze savaşında bir ilk de yaşandı. Tüm bu olup bitenler içinde iki durum bizi büyük şaşkınlığa uğrattı. Bunlardan ilki daha önce hiç alışık ve tanık olmadığımız bir şekilde Batıdan özellikle Latin Amerika bölgesi başta olmak üzere Gazze’ye gelen güçlü desteğin yanı sıra Avrupa ve Amerika’nın sivil toplumunun harekete geçerek İsrail’in artık hiçbir sınır tanımayan alçak ve aşağılık katliamlarına doğrudan sesini yükselten geniş halk kesimlerinin ortaya çıkmış olmasıydı.  Bu iki ay süre içinde İsrail’in kendini savunmak gibi bir niyetinin olmadığı tam aksine yapılanın düpedüz bir soykırım girişimi olduğunu anlayan onur ve haysiyet sahibi bu insanlar İsrail’in en büyük destekçisi olan ABD’nin Washington DC, Almanya’nın Berlin, İngiltere’nin Londra’sında mobilize olup sel olup aktılar. Hava şartlarının iyice soğuğa döndüğü Stockholm, Oslo gibi Avrupa başkentlerine, bu saldırılarda en çok İsrail karşıtı bir konum alan İspanya ve İrlanda devletlerinin hükümetlerinin desteği yanı sıra geniş halk kitleleri de Gazze halkı yanında büyük bir sorumluk örneği göstererek saf tuttular. ABD’nin geniş bir Yahudi İsrail Lobisi yanı sıra İsrail karşıtı Yahudi vatandaşları da New York, Washington DC gibi kentlerde ciddi eylemlerde bulundular.

Başta Harvard, MIT, Pennysilvania, Colombia gibi birçok Amerikan üniversitesinde geniş öğrenci hareketleri yaşandı. Hollywood sinemasından usta isimler, Susan Sarandon, John Cusack, Dwayne Johnson, Jason Statham gibi oyuncular, İngiltere, İrlanda, İspanya’dan politikacılar hemen her gün yaşanan soykırıma dur demek için gece gündüz demeden mücadele verdiler. Sosyal medyada her gün onlarca, toplamda binlerce paylaşım yaparak ülkelerinin liderlerini AB’nin sorumlu üyelerini harekete geçirmeye gayret ettiler. Hala da bu çabalarına devam ediyorlar. Mick Wallace, Clara Daly gibi İrlanda’lı, Lone Belarra gibi İspanyol, Jeremy Corby gibi İngiliz siyasetçilerin İsrail’in uyguladığı vahşet ve soykırıma karşı desteği tüm dünyada hissedilir düzeyde oldu. Bu ülkeler, siyasetçisi ile sivil toplumu ile Filistin insanı için umut olmaya çalıştı. İspanya’nın en ünlü üç büyük futbol kulübünden biri olan Deportiva La Coruna takımının oyuncuları La Liga maçına boyunlarında Filistin poşusu, sırtlarına Filistin bayraklı eşofmanla çıkmış olmaları insanlık onuru adına gerçekten şükran duyulası güzel bir jest oluşturuyordu.

Araplar Bildiğimiz Gibi

Ancak öte yandan bizi Gazze’de yaşanan soykırım hadisesi karşısında en çok şaşırtan durum ise Avrupa, Latin Amerika ve ABD sivil toplumunun bu şekilde verdiği güçlü destek yanında İslam Dünyası diye tabir edilen ama esasında siyasal anlamda böyle bir tanımlamayı hiç de doğru ve haklı çıkarmayan ve bu nedenle de burada halkı Müslüman toplumlar olarak tabir edilen dünyada yaşanan sessizlikti. Bu yaşanan sessizlik kimi zaman Devletlerin de ortaya koydukları vurdumduymaz tavırla birleşince iyice kahredici bir durum haline geldi. Bu krizde Arap dünyası dersini iyi çalışmış olmanın verdiği bilgelikle sessizliğini bozmamakta kararlı olduğunu gösteriyordu. Ne de olsa 1967’de yaşanan Arap-İsrail savaşında topunu altı günde en alçaltıcı bir hezimete uğratan bir İsrail gerçeği orta yerdeydi. Bu eli öpmesini bileceklerdi. Ülkelerin almış olduğu bu tavır alış zaten sivil alanların hemen hemen hiç olmadığı bu Arap ülkelerinde herhangi bir halk direnişinden de söz açılmasını imkânsız kılıyordu. Ürdün gibi nüfusunun neredeyse tamamının Filistinlerden oluştuğu bir iki ülkede halk sokaklara dökülse de direniş Batı başkentleri ile kıyaslanacak bir boyutta değildi. Katliam ve soykırımın dolu dizgin devam ettiği ikinci ayın sonunda da zengin körfez monarşilerinin İsrail’in saldırılarının durmasını sağlatacak en stratejik silahları petrolü kullanmaya niyetli olmadıklarını, hatta Gazze’de yaşanan olayların Körfez monarşileri ile İsrail arasında daha önceden başlamış olan normalleşmeye herhangi bir halel getirmeyeceğinin de işaretlerini vermeye devam ediyorlardı. Gazze için Arap Birliği ve İslam İşbirliği Teşkilatı olağanüstü toplanma kararını alırken bile hiç aceleci görünmüyordu. Kadın, çocuk sivil ayrımı yapmadan seri katil soğuk kanlılığı ile İsrail işini icra ederken toplantı günü için belirlenen tarih geldiğinde ise toplandılar ve dağıldılar. Başka bir ifadeyi haklı kılabilecek bir detaya ihtiyaç duymayacak derecede önemsiz yapılar olduklarını bir kez daha ortaya koydular. Ortada ne Arapların birbirlerinin sorunları ile ilgilendiği bir Arap Birliği ne de iki buçuk milyar Müslümandan müteşekkil bir İslam dünyası vardı.

Türkiye’den Yükselen Kısık Ses: Utangaç, Mahçup, Vurdumduymaz

Bu kahredici şeytani kötülük karşısında Türkiye Cumhuriyeti Devletinin de uluslararası güç dengelerinden bağımsız bir Don Quijote tavrını takınmasını beklememiz elbette reel politikle bağdaşmaz bir durum arz ediyor. Ama yine de Türkiye Cumhuriyeti Devleti bölgedeki tüm Arap ülkelerinden, halkı Müslüman ülkelerin tamamından çok daha aktif bir tutum alma gayreti içinde oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 29 Ocak 2009 Davos zirvesinde “One Mimute” hadisesi olarak tarihe geçecek olan ve İsrail’in o zamanki Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e Filistin konusundaki sert çıkışı yapmış ve bu çıkış onu Arap ve halkı Müslüman dünyada adeta bir kahramana dönüştürmüştü. Erdoğan, Simon Peres’in gözünün içine bakarak “Öldürmeye gelince siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz!” diyen bir lider olarak İsrail gerçeğine en pervasız karşı çıkışı yapan lider olmuştu. Davos zirvesinden çok kısa bir süre sonra yaşanacak Mavi Marmara olayında da Türkiye’nin başında yine Erdoğan vardı ve o süreçte de İsrail’e yönelik Gazze konusunda en net bir karşı koyuş çabası yine Türkiye’den gelmişti. Bu olayla birlikte İslam Dünyasında İsrail’i kurulur kurulmaz 1949 yılında tanımış halkı Müslüman ilk ülke olmasına rağmen Mavi Marmara olayı ile iki ülke arasında diplomatik ilişkiler kesildi ve ilişkiler yaklaşık on yıl sonra İsrail’in Türkiye’den resmi özür dilemesi ve saldırıda öldürülen 10 Türk vatandaşının ailelerine 20 milyon dolar tazminat ödemesi karşılığında kurulabilmişti.

7 Ekim 2023 sabahı ortaya çıkan hadise karşısında Türk Hükümeti her iki tarafın da sivillere yönelik can kayıpları oluşturmasının endişe ile izlendiği yolunda bir mesaj verdi. Ama İsrail’in ilk yaşadığı şoktan sonra uyguladığı ölçüsüz şiddet ve soykırıma varan saldırıları Türk hükümeti ve lideri Erdoğan’ı İsrail’in yaptığı vahşete karşı sert mesajlar vermeye başlamasına yol açtı. Bu süreçte Erdoğan, İsrail’e destek veren ABD ve AB’nin HAMAS yapılanmasını terör örgütü olarak tanımlamasına karşı çıkarak, HAMAS’ın bir ulusal kurtuluş örgütü olduğu ve işgal altındaki ülkeleri Filistin’i kurtarmaya çaba harcayan “mücahitler grubu” olduğunu vurguladı. Erdoğan bu süreçte saldırıların iyice şiddetlendiği, sivil ve çocuk kayıplarının her geçen gün arttığı bir ortamda İstanbul’da büyük bir kalabalığın toplandığı, neredeyse bir buçuk milyon insanın alana geldiği bir miting düzenledi. Daha önceki Erdoğan mitingleri ile kıyaslandığında bu mitingin çok düşük bir heyecan içerisinde ve oldukça kısa sürmüş olması dikkatlerden kaçmadı. Ancak Erdoğan burada yine de İsrail’e yönelik sert mesajlar vermeyi sürdürdü. Bu iki ay içinde Erdoğan hemen tüm kamusal konuşmalarının bir yerinde İsrail’in Filistin Gazze’de yaptığı saldırıları eleştiri konusu yaptı; İsrail Başbakanı’nı savaş suçlusu olarak Uluslararası Ceza Mahkemesine şikayet edip mahkum ettirmekten, İsrail’in savaş suçu işlediğinden söz etmeye gayret etti. Bir İsrail bakanının gerekirse Gazze’ye yönelik nükleer silah dahi kullanılabileceği tehdidine karşı da Erdoğan bu iddiaların ve İsrail’in nükleer kapasitesinin araştırılması için de uluslararası çağrıda bulundu.

Ancak bu süreç içinde İsrail’i durdurup durdurmayacağı belli olmasa da Türkiye’nin somut bir adım atmasına da tanık olunmadı. Türkiye bu süreçte ne diplomatik ilişkileri kesmek ne de Tel Aviv büyükelçisini kısmi süreliğine dahi olsa geri çekme kararı almazken Türk kamuoyu tarafından beklenen bu adımı İsrail tarafı atarak İsrail’in Ankara ve İstanbul misyonlarını geri çağırdığını duyurdu. Yine Türkiye’nin İsrail ile süregelen ticaret kapasitesinin son on yılda ciddi derecede arttığı kamuoyunda çok konuşulan hususların başında geliyor. Ne var ki son saldırılarla ortaya çıkan durumun bu ticareti geriletmediği ortaya çıktı. Çok sayıda Türk ticaret gemileri İsrail limanlarına mal taşımaya devam etti.

Ancak bu süreçte bizi asıl şaşırtan durum Türkiye’de bu konuda halkın tepkisinin son derece cılız ve marjinal kalmış olmasıdır. İsrail saldırıları neticesinde kitlesel sivil ölümlerin hızla artmaya başlaması ve ölümlerin çoğunluğunu da çocukların oluşturması Türk kamuoyunda İsrail’e ve onu desteklediğini açıkça deklare eden marka ve ürünlere karşı boykot seçeneğini gündeme getirdi. İsrail’i durduracak, siyasi, askeri ve küresel seçeneklerin imkan dışı olması, İsrail vahşetine karşı kitlelerin yine de bir şeyler yaparak bu ateşe karınca kararınca da olsa su taşıma inisiyatifini gündeme getirdi. Ancak bu hususta da çok büyük bir başarı sağlanamadığı görüldü. İsrail menşeli ya da onu destekleyen markalar o kadar çok uzun listeler oluşturdu ki bu markalara direnmek neredeyse imkansız bir görünüm aldı. Ama sembolik düzeyde yapılan eylemlerde de bu eylemler yolu ile Filistinlilerin yanında yer almak istemeyen farklı Türk toplum kesimleri yapılan eylemlerle özel ve kişisel yaşamlarının sınırlandırılması gibi bir sonucu çıkararak bu boykot ve protestolara katılmamayı yeğledikleri gibi yer yer İsrail yanlısı bir tavır alışa varan bir çizgide konumlanmayı seçtiler.

Nitekim bu seküler Türk topluluklarına göre sanki bu konu bir avuç İslamcı grubun hassasiyet göstermesi gereken bir olaymış gibi kabul gördü. Oysaki bu yaşanan vahşet birinci derecede bir insanlık meselesiydi. Fakat maalesef ülkemizde kimileri İslam düşmanlığı ve kimileriyse Arap düşmanlığı gibi saiklerle ya bu konuya tamamen duyarsız ya da meseleyi asılsız iddialarla çarpıtmak peşinde oldular. Gazze’deki katliamın daha en başında Filistinli Arapların bundan yüzyıl önce, güya Yahudilere sattığı iddia edilen toprakları konu eden koca koca profesörler adına hepimiz utandık. Velev ki o iddialar doğru olsun, bir zamanlar toprakların satılmış olması bugünkü katliamı temize mi çıkaracaktı? Kaldı ki, konunun gerçekten uzmanı olan tarihçilerimizin bu iddiaların doğru olmadığını ayan beyan ortaya koymalarına rağmen, bu iftira kampanyası hala yoğunlukla devam ediyor. Bu iddia kendi kaygısızlıklarını meşrulaştırmaya çalışanların payandası olmaya devam ediyor. Şüphesiz ki sosyal medya mecralarında bu gibi iddiaların yaygınlaştırılıp görünür kılınmasında Siyonist lobilerin önemli bir etkisi var ama şu daha can yakıcı bir gerçek ki ülkemizde bu Siyonist propagandalarına alet olmayı ve bunların gönüllü sözcülüğünü yapmayı iş edinmiş yüz binlercesi var.

Yine bu umursamazlığın bir başka boyutu da Arap ülkelerinin bu konudaki duyarsızlığını örnek göstererek “Kendi milletleri olan Araplar bile sahip çıkmıyor biz neden sahip çıkalım?” şeklinde tezahür ediyor. Şüphesiz tarihsel olarak Türkiye’de Araplara karşı resmî ideolojideki hasmane tutum zaten yaklaşık yüz yıldır devam ediyor. Bu gerçeğe paralel olarak tıpkı Balkan milletlerinin ulus-devletlerinin tarih yazıcılığında olduğu gibi modern Arap tarihçiliğinde de yer yer keskin bir Osmanlı-Türk karşıtlığı olduğu gerçeği de bir sır değildir. Ama bu duruma da şaşırmaya gerek yok zira biz, ulusçuluk ve yeni bir ulus inşası adına, kendi nesillerimizi Osmanlı’ya düşman olarak yetiştirmişken Araplara ve Balkan milletlerine bu konuda sitem etmek anlamsız olacaktır. Sonuç itibariyle, bütün bu karşılıklı düşmanca tutumların üstüne bir de son on yıldaki Suriyeli göçü de eklenince Arap düşmanlığının daha da kökleşerek mazlum Filistin halkını da kuşatacak boyutlara ulaşması ile neticelendi.

İşin özünü oluşturan husus toplumuzun büyük bir kısmının kendilerini Arapların safında, Ortadoğulu, Doğulu vb. gibi kimlikler altıdan tanımlanmayı istemiyor olmalarıdır. Bu tavır alışın ardında da Türkiye Cumhuriyeti’nin erken döneminde alınan esaslı kararlar ve paradigmal dönüşümlerle kendini Avrupa/Batı uygarlığı eksenine konumlandırdığı seçim yatmakladır. Türkiye, Osmanlı’nın yıkılması ile yeni kurulacak devlet olan Cumhuriyet Türkiye’si ile Doğu İslam uygarlığından adeta talak-ı selase ile ayrıldığını deklare etmiş bir ülkedir. Yapılan Batı seçimi ve Osmanlı’nın inkar edilmesi ile sorun Türkiye adına kapanmış görünmektedir. Ancak Cemil Meriç’in veciz şekilde ifade ettiği sözleri ile; “Bütün Kur’an’ları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yani İslam. Karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın!”1 Bu bitip tükenmeyen kompleks hali içten içe bizi yiyip bitirmeye, kültürel köklerimiz olan uygarlıkla kesişme içinde olmaktan uzak tutmaya devam ediyor. İslam olmak, Osmanlı olmak toplumumuzun önemli bir kesiminde hala katlanılamayacak bir durum olarak addediliyor. Tıpkı Sezai Karakoç’un Doğu’nun yedinci oğlu meselinde anlattığı gibi kendiliğimizi yitirip başkasına benzemek arzusundan kurtulamıyoruz. Üstelik böyle böyle artık kendimizi de yitirmiş bulunuyoruz. Bugün basitçe Filistin meselesi olarak tanımlanan ve sanki tipik bir Arap ulusal sorunuymuş gibi çarpıtılan olgunun esasında Osmanlı’nın, Türk’ün, Müslüman’ın davası olduğunu idrak edemeyecek kadar kaybedilmiş ve unutulmaya terk edilmiş zihinlerle karşı karşıyayız. Osmanlı güçlerinin Kudüs’ten çekildikleri dönemde yayımlanan Britanya gazeteleri “Türkler Kudüs’ü teslim etti!” diye manşet atarken, İngiliz general Allenby yüzyıllar öncesine seslenip “Kalk Selahaddin, biz geldik!” diyerek, Selahaddin Eyyubi’ye meydan okurken o toprakların hamisi ve sahibi olanın Türkler, Müslümanlar, Osmanlılar olduğunu gayet iyi biliyordu. Her ne kadar Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizler Balfour Deklarasyonu’yla Filistin’de Yahudilere bir yurt verme taahhüdünde bulundularsa da bu plan belli sebeplerle 1948’e kadar geciktirildi ve büyük güçler arasındaki ikinci hesaplaşmadan (2. Dünya Savaşı’ndan) sonra şartlar olgunlaştırılarak, Holokost miti de inşa edilerek İsrail kuruldu.2 İsrail’in kuruluşunun Türk milletinin aleyhine büyük bir hamle olduğunu görünmez kılmaya çalışıp 1949’da onu resmen tanıyanlar ve bugün yaptığı katliamları görünmez kılmaya çalışanlar aynı zihniyetin farklı yansımalarıdır. İnönü “İsrail devleti ile siyasi münasebetler açılmıştır. Bu devletin yakın doğuda bir barış ve istikrar unsuru olacağını ümit ediyoruz”3 derken aslında İngiltere’nin resmî görüşünü tekrar etmekten başka bir şey yapmıyordu. Sonuç itibarıyla meseleyi bir Arap ulusal sorunu olarak göstermeye çalışanlar dün de bugün de Anglo-Amerikan perspektifinden olaya bakmaktadırlar.

Bir de başka duyarlılıkları öne sürerek alternatif sözde-duyarlılıklarla meseleyi önemsizleştirmek isteyenleri görmekteyiz. “Uygur Türklerine yapılan zulümleri niye gündeme getirmiyorsunuz, Karabağ’daki zulümlere niçin bu kadar ses çıkarmadınız!” gibi güya milliyetçi hassasiyetleri kaşımak isteyenler Siyonizm’in sosyal medyadaki manipülasyonlarına ya bilmeden alet oluyorlar ya da bilerek ve isteyerek bu ateşe odun taşıyorlar. Oysaki bahsi geçen zulümlere karşı gösterilen tepkilere de yine aynı ya da benzer hassasiyetlere sahip bir avuç insan sahip çıkmıştı. Bu söylemi benimseyenler aynı anda birkaç kurnazlığı birden yapmaya çalışıyorlar. Sanki Türkiye’de sadece seküler bir milliyetçilik akımı hâkim ve Türk milletinin meselelerine sadece bunlar titizleniyorlar da diğerleri yani muhafazakar milliyetçiler, İslamcılar ise bu meseleleri sahiplenmiyorlarmış gibi bir tavır ortaya koymaya çalışıyorlar. Oysa ki Uygurların uğradığı zulüm, Karabağ meselesi, Hocalı katliamı ve Filistin meselesi gibi sorunların hepsi Müslüman Türk milletinin ortak hassasiyetidir. Bu konulara büyük bir ayrışma yoktur. Ancak 7 Ekim’de başlayan bu son katliamlar karşısında alınan tavırlardan görüyoruz ki yoğun propagandalarla böyle bir ayrışma körüklenmeye çalışılmaktadır. Bu meyanda Gazze’deki durum, Türk milletiyle alakalı diğer konularda duyarsız gibi gösterilmeye çalışılan bir avuç İslamcının fantezisiymiş gibi yansıtılıyor.

Diğer bir husus da her şeyi devletten beklemekten kaynaklanan tavır alıştır. İsrail’in zulmüne karşı devlet katında ciddi bir yaptırım yoksa biz ne diye sokaklara çıkıp gösteri yapalım ya da başka bir inisiyatif alalım gibi bir zihniyet de kamuoyunda belirgin hale gelmiştir. Zaman zaman sosyal medyada rastlanan “Türk beklenendir, Türk yolu gözlenendir” gibi Türk milletinin mazlum milletlerin umudu olduğuna dair söylemlerin anlamlı olabilmesi için bu gibi durumlarda Türkiye’nin devleti ve milletiyle topyekûn bir duruş sergilemesi gerekiyor. Ama maalesef ki Latin Amerika’da ya da Avrupa’da yükselen yoğun ve ciddi tepkilerin yanında ülkemizde çok büyük bir umursamazlık durumu kendini her şekilde ele veriyor. Türkiye’deki seküler kesimlerde yaşanan bu duyarsızlık hali konunun Ak Parti karşıtlığı üzerinden temellendirilmesi ile anlaşılabilir bir durum arz ettiği söylenebilir. Meseleyi Araplara ve Müslümanlara özgü bitip tükenmek bilmeyen bir savaş ve terör yumağı olarak gören, bölgeye ABD ve Avrupa’nın gözünden bakarak Ortadoğu bataklığı olarak gören bir yaklaşıma sahip olan bu kesimler nezdinde “ne Şam’ın şekeri, ne Arab’ın yüzü” söylemi geçerliliğini korumaktadır. Buna karşılık bunların dışında kalanlar ise “madem ki iktidarda İslamcı bir parti var, gereğini yapsın” gibi sinik bir anlayışa sahiptir. Türkiye’deki iktidarın konumu ve oluşum biçimi de bu konulardaki halk tepkisini bir şekilde kontrol altında tutuyor. Zira dindar ve muhafazakar kesim Erdoğan’ın Filistin politikasını desteklemekte ve onun yapıp ettiklerini samimi bulmaktadırlar. Bu nedenle de sokaklarda geniş gösterilere girişmeyi bir şekilde zait addediyorlar.

Sanat ve spor camiası gibi büyük kitlelere mesaj verebilme kabiliyetine sahip ünlüler topluluğu arasında ise sadece birkaç istisna hariç tam bir görmezden gelme hali söz konusudur. Hayvan hakları ya da lgbt gibi alanlarda ürettikleri sözde duyarlılık ve özgürlük söylemlerini gerçek bir katliamın üzerini kapatmak için kullanmaktan başka hiçbir şey yapmıyor olduklarını görmek gerçekten aydın sınıf adına yine bizi pek şaşırtmıyor. Bu bağlamda az sayıda seçkin sınıf mensubu insanın gösterdikleri çabalar da adeta rüşeym halinde boğulmaya çalışılıyor. Dünyada birçok meşhur sanatçı, film yıldızı, şarkıcı ve sporcu, medyayı, reklamcılık pazarını ve kültür endüstrisinin büyük şirketlerini elinde tutan Siyonist lobilerin baskısına rağmen Filistin’deki katliamla ilgili farkındalığını cesurca yansıtırken ve yaşananları yüksek sesle protesto ederken bizim ülkemizdeki sanat ve gösteri dünyasına mensup olan isimlerden dikkate değer bir ses duyamadık.  İşin asıl kötü olan tarafı bu kesimlerin Gazze’de yaşanan olaylara karşı tepki koyacak cesareti göstermek bir yana böyle bir meselelerinin olmadığı da açığa çıktı.

Gazze’den Sonra Yeni Bir Aydınlanma

Gazze olayları yaşadığımız dünyaya ilişkin sonuçları uzun süre etkili olacak büyük bir Batı-dışı aydınlanmanın kapısını aralayacak farkındalıkların oluşmasını sağladı. Artık bu katliamlardan sonra, Avrupa aydınlanmacılığının, sözüm ona evrensel değerlerin ve modernliğin savunuculuğunu yapan, özgürleştirici akıldan dem vurup araçsal aklı eleştiren düşünür ve sosyologların söylemlerinin de kocaman bir çöp yığınından ibaret hale geldiği görüldü. İsrail’in kendini savunma hakkı gibi söylemleri yaşanan katliamlara gerekçe olarak sunan rezil bir bildiriye imza atan çağımızın önde gelen filozofu Jürgen Habermas ve onun gibi Batılılar, bunun en bariz örneği olarak ortaya çıktı. Yaşanan bu acımasız süreçte İsrail, Batının öve öve bitiremediği hangi değer ve kurum varsa onları öylesine aşağı çekti ki artık bundan sonra düşülecek bir irtifa ancak çukur olacaktır.  Oysa ki şimdiye kadar Batı sosyolojisinin üretmiş olduğu ötekine karşı bir arada yaşama, farklılıklara saygı, çokkültürcülük şampiyonu olan bu düşünürler Gazze gerçeği hakkında sus pus oldular.

Onlarca yıl bize adeta bir mit olarak sunulan Holocaust olayı etrafında geniş bir ortodoksi oluşturan tamamı Yahudi sosyologlardan oluşan Frankfurt Okulu düşünürleri, yine Yahudi Sosyolog Bauman’ın modernlik eleştirisi için kaleme aldığı Modernite ve Holocaust, Modernlik ve Müphemlik ve daha birçok eserinin sadece Yahudilerin uğradıkları soykırım ile sınırlı bir boyutta olduğunu, Batı-dışı insanlar için uygulanan soykırımların lafını etmeye değmediğini bir kez daha öğrenmiş olduk. Zira Batı bizi Bosna soykırımında da şaşırtmamıştı. Bugüne kadar Teodor Adorno’nun “ Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” aforizması Holocaust’un insanlığın karanlık tarihindeki önemli çukurlardan birisini oluşturduğuna işaret eder. Ama Batı uygarlığının öteki konusunda şimdiye kadar üretmiş olduğu tüm bu metinleri ve yazarları nedense söz konusu doğu toplumları, Batı-dışı, Müslüman toplumlar ve özelde de Filistin olunca gerçekliğin kaya gibi soğuk çehresine çarpıyor olduğunu gördük. Batı sosyolojisi ve felsefesinin Gazze’deki soykırımı inkar girişimlerinin bir benzeri 1982 yılında Beyrut’taki bir Filistin mülteci kampı olan Sabra ve Şatilla olayında da yaşanmıştı.  Bu katliamda kadın ve çocukların da aralarında olduğu 3500 masum Filistinli sivilin katledilmesi olayı hakkında öteki felsefesinin Fransız Yahudi filozofu Emanuel Levinas Filistinliler için yaptığı tanımlamada etik yerine siyasetin devrede olduğunu ifade ederek yapılan bu katliamı onaylamış olduğu bilinir: “Halkım ve akrabalarım benim komşularımdır. Yahudi’yi savunduğunuz zaman komşunuzu savunursunuz.”4

Sonuçta Levinas ve Habermas’ın “demokratik iletişim ve farklılık etiği” alanında sağlam ve güçlü bir çekiciliği  sahip olan ve alana  felsefi temeller sunan  liberal politika ve etik teorileri konu Filistin’e geldiğinde her ikisinin de fena halde tökezlediğini gördük. Aslında bu iki düşünür özelinde ortaya çıkan hadise bize Avrupa ve Batı felsefesinin kendi dışında olup biten hiçbir şeyle pek ilgili olmadığı gerçeğini tüm açıklığı ile ortaya sermesiydi. Bu nedenle bu felsefelerin kötü niyetli uygulamalar olarak kabul edilebilir olduğunu rahatlıkla söylemek mümkündür. Bir yandan evrenselci bir dille konuşup Almanya, Avrupa ve Yahudi çıkar ve kimlikleri dışında herhangi bir somut gerçekliğin dikkate alınmamış olması ve sadece Batı çıkar ve gerçekliği ile sınırlı bir felsefe kötü niyetten de daha kötücül bir manzara arz ediyor. Karşı karşıya olduğumuz hadise düpedüz yeni bir ırkçılık türü olarak rahatlıkla tanımlanabilir. Batı nezdinde özelde Filistinli, genelde ise tüm batı dışı unsurlar insani ve etik bir özne meselesi olmadığını tüm açıklığı ile öğrenmiş olduk.

Bugün Batılı üniversitelerde Siyonizm’e karşı en ufak bir söz söylemek bile imkânsız hale gelmiştir. Bugün düşünce ve ifade özgürlüğü söyleminin koca bir yalandan ibaret olduğu apaçık görülmektedir. Belki bugün pek açıkça fark edilmiyor ama buna ses çıkarmayan bütün toplumlar tek başlarına birer insan olarak ve topluluk seviyesinde ise bir millet olarak yaşama özgürlüklerini kaybetmeyi göze aldılar demektir. Bunlar bilimi, aklı ve yücelttikleri bütün o diğer değerleri araçsallaştıran ve köleleştiren saldırgan ve insanlık düşmanı bir dünya düzeninin devamından yanadırlar. Adına kapitalizm, İngiliz-Yahudi medeniyeti, neo-liberalizm ya da ne dersek diyelim bu dünya düzeni insanı insan olarak görmeyen, onu aşağılayan, onu hiçleştiren bir Firavun düzenini temsil etmektedir ve bu katliamları bir şekilde “İsrail’in kendini savunma hakkı” adı altında meşrulaştırmaya çalışan herkes buna ortaktır. Maalesef bu konuda bizim akademyamız ve üniversitelerimizin de iyi bir sınav verdiğine tanık olamadık. Ne Üniversite yönetimleri ne de akademik kadroları işgal eden akademisyenler duyarlılık gösterme konusunda fazla bir çaba içine girmediler. Yayınlanan birkaç sınırlı bildiri haricinde Üniversitelerde de canlı bir tepkiye rastlamamak ilginç bir durum arz etti.

Bugün yaşanan şey soykırımın da ötesine geçmiş durumdadır. Bir halkın hafızası, mekanları, tarihi, coğrafyası kıyıma uğratılıyor. Yok edilmek istenen insanlığın ta kendisidir. Çocuklar ve kadınlar özellikle hedef alınıyor. İnsanlıktan çıkma noktasını aşan bu zulümlerin vardığı nokta beşeriyetin yeniden sorgulanması için de bir başlangıç noktası, bir imkân oluşturabilir. Modern dünyanın ve üzerinde durduğu temel kabullerin ne kadar kof ve köksüz olduğu; yani uzak geçmişten bugüne gelinceye kadar devasa bir ilerleme ve gelişmenin olduğu ve bunun da Yunan, Roma ve Yahudi-Hristiyan geleneğine dayanan tutarlı ve bütünlüklü bir uygarlık oluşturduğu düşüncesinin ne kadar büyük bir yalan ve yanılgı olduğu böylece apaçık ortaya çıkmış durumdadır.

Türkiye bugün gelinen noktada hemen her konuda bu bölünmüş ve aşırı polarize olmuş toplum yapısının perspektifinden olaylara bakmaktadır. Türkiye’de bu aşırı bölünmüşlük hemen her konuda karşımıza çıkmaktadır. Bir millet olmanın temeli ortak müştereklerde sağlanan mutabakat ile ortaya çıkmaktadır. Oysa ki Türkiye’de bu ortak mutabakat zemini çok zayıftır. Daha önce de belirttiğim gibi şimdiye kadar kendi tarihine, Osmanlı’ya düşman, dünyası sınırlı, ufku dar, içi boş resmî ideolojiye bağlı nesiller yetiştirdik. Büyük bir devlet fikri anlamında imparatorluk fikrini ya da cihan hakimiyeti mefkûresini haritada bile görüp idrak etmeyi bilmeyen bu nesilleri kazanmak için çok fazla umudumuz kalmadı. Asıl büyük tehlike, yeni nesillerin medyası ve eski ezberleriyle siyonizmin ve içimizdeki işbirlikçilerinin ürettiği yalanlara bağlanmaya teşne olmasıdır. İşte bu yüzden coğrafyayı ve tarihi kucaklamaya hazırlanacak, şuur sahibi nesiller yetiştirmek gerekiyor. Filistin davası ve konusunun 7 Ekim’deki Aksa Tufanıyla ya da İntifadayla başlamadığını bilen, konuyu Dünya Siyonist teşkilatının kuruluşuna ve hatta öncesine kadar dayandırabilen, tarihin farkında, bugünün şartlarına hapsolmamış bir nesil yetişmesi gerekiyor. Aksi takdirde Holokost endüstrisi gibi devasa bir endüstri üreten Siyonist aklın hakikati örtmeye çalışan yaklaşımı, bugün de yine anti-semitizm kalkanı etrafında örülmüş başka mitler yaratarak akıları esir almayı başaracaktır.

Böylece soykırımın ötesinde bellek kırımı ve tarih kırımı amacına ulaşmış olacaktır. Milletimizi son yüzyılda sağcı-solcu, faşist-komünist, laik-muhafazakâr, Türk-Kürt, seküler-dindar, Alevi-Sünni gibi sayısız yapay ayrımlar temelinde ayrıştırmaya çalışan tasniflerin boşa çıkartılabilmesi için gerçekten milli bir eğitim programı ortaya koymalıyız. Her yıl ülkenin en zeki, en cevval, en atak, en becerikli, en cesur, en delidolu, en basiretli gençlerini yani bütün hepsini başka yerlerden esen rüzgarların etkisine terk edip bırakıyoruz. Son yüzyıllık hikayemizde en büyük meselemiz yirmi-otuz yılda bir kısır döngü şeklinde sürekli tekerrür ederek, nesillerimizi yabandan esen rüzgarlara kaptırmak değil de nedir? Her yeni çağın getirdiği çalkantılar karşısında yeni nesillerimize istikamet çizecek kapsayıcı bir yaklaşımdan mahrumuz ve onları böyle böyle kaybediyoruz. Gazze’deki katliam karşısında bugünkü duyarsızlığın gerçek bir bilince dönüşmesini istiyorsak yeni yetişen nesillere odaklanmalıyız. Aksi halde yanan bu ateş kapımıza dayandığında onu söndürecek güç ve takatten mahrum bulunacağız.

 

KAYNAKÇA:

1.Cemil Meriç, Jurnal, Cilt 1, İletişim Yayınları, 2. baskı, Eylül 1992, s. 383 vd.

2.Roger Garaudy, İsrail, Mitler ve Terör, Pınar Yayınları, 2005, s. 149.

3.Süleyman Özmen, İsrail ve Etnik Dinî Çatışmalar, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2006, s. 286.

4.Emmanuel Levinas, Sonsuza Tanıklık, Metis yayınları,  sh. 289, İstanbul, 2010.

 

Benzer İçerikler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir