6 Aralık 2024, Cuma

NATO-Avrasya Kıskacında Türkiye ve Denizleri – Arş. Gör. Mehmet RAKİPOĞLU

NATO-Avrasya Kıskacında Türkiye ve Denizleri

Türk dış politikası uzun yıllar boyunca Batı merkezli uluslararası ilişkiler paradigmasının yörüngesinde şekillenmiştir. Cumhuriyetin kurucu ‘elit’ kadrosunun jeopolitik vizyonundaki bu vizyon, Türk dış politikasını sınırlandırırken aynı zamanda stratejik olarak kritik öneme haiz Türkiye’nin manevra sahasını da daraltmıştır. Osmanlı bakiyesi topraklara yönelik politika planlamasındaki bakıştan dünyanın muhtelif noktalarına yönelik belirlenen siyaset genel anlamda Batılı aktörlerle uyumlu şekilde var olagelmiştir. Bu durum Türkiye’nin 1952’de NATO’ya üye olması ile zirveye çıkmıştır. Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri’nin hegemonyası güdümündeki NATO’ya girmeye hayati anlamlar yüklemiş ve Kore savaşına asker göndererek bu süreci tamamlamıştır. Türkiye’nin bu dönemde NATO’cu bir pozisyon almasının arkasında gerek siyasi karar vericilerin Batılı modernizasyonu ve siyasal tasavvuru benimsemeleri gerekse Sovyet Rusya’nın revizyonist tutumları etkilemiştir. Fakat Soğuk Savaş’ın konjonktürel değişimler göstermesi Türkiye’nin NATO-Avrasya çizgisindeki siyasetinde değişimler meydana getirmiştir. Bir anlamda Türkiye, Soğuk Savaş sırasında ve sonrasında ABD ile yaşadığı krizler, Sovyetlerin Türkiye’ye yönelik politikasındaki değişimler, küresel, bölgesel ve yerel güç dengelerindeki hareketliliklere tepki olarak dış politikasının yörüngesini yeniden şekillendirmiştir. Diğer bir deyişle 2000’li yılların başına kadar Türkiye’nin NATO-Avrasya kıskacındaki politikası ‘yapısal unsurlar’ tarafından etkilenmiştir. Dolayısıyla Türkiye uzun yıllar dış politikada yörünge belirlemede karar vericilik noktasında zayıf kalmış ve dönüşümlere cılız tepkiler vermiştir.

Soğuk Savaş’ın 1960’lı yıllarda Arap dünyasına Suudi Arabistan-Mısır üzerinden Arap Soğuk Savaşı olarak yansıması bölgesel güç dengelerini değiştirmiştir. Bu dönemde ABD ile Sovyetler arasındaki mücadelenin şekillenmesi Ortadoğu’daki bölgesel aktörler üzerinden şiddetlenmiştir. Washington ile Moskova güç mücadelesinde kendilerine vekiller tayin etmiş, daha az maliyetle maksimum kazanç elde etmeye çalışmıştır. Türkiye bu konjonktürde daha çok ABD’nin yanında durarak Sovyet komünizmine karşı NATO üyesi bir aktör olarak NATO içindeki pozisyonunu güçlendirmiştir. Fakat 1964’te yaşanan Kıbrıs krizi Türkiye’nin NATO-Avrasya kıskacında nasıl bir politika izleyeceğine dair Ankara’yı ciddi kararlar almaya itmiştir.

İlk düğüm: Kıbrıs ve stratejik otonomi

NATO-Avrasya kıskacında Türkiye ve denizleri ile alakalı ilk mevzu Kıbrıs’ta cereyan etmiştir. 21 Aralık 1963’te Kıbrıs Türklerine karşı başlatılan ve ‘Kanlı Noel’ olarak isimlendirilen saldırılar Ankara’nın dış politika oryantasyonu ve yönelimini doğrudan etkilemiştir. Türkiye Kıbrıs’taki Rum zulmüne ve Akdeniz’deki hakların engellenmesine karşı aksiyon almak istediği bir sırada Amerika Birleşik Devletleri (ABD) başkanı Lyndon B. Johnson, Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahale yapmaması yönünde sert ifadeler içeren bir mektup yazmıştır. Dönemin başbakanı İsmet İnönü’ye gönderilen bu mektup, Türkiye’nin askeri operasyonunu engellemekle birlikte Türk dış politikasında NATO/ ABD’ye bağımlı olma problemini ayyuka çıkarmıştır. Bu tarihten itibaren Türkiye, NATO/ABD blokunda kalmakla birlikte Sovyetlerle de yakınlaşma politikası benimsemiştir. Dolayısıyla 1964’teki bu süreç Türkiye’nin NATO-Avrasya kıskacında ‘stratejik otonomi’ arayışının ilk defa test edildiği dönem olmuştur.

Türkiye, 1960’lı yıllarda Kıbrıs’taki Türklere yönelik baskı, sindirme, şiddet ve soykırıma varan eylemlere karşı siyasi, diplomatik ve ekonomik adımlar atmıştır. Uluslararası toplumun Türkiye’nin Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’deki haklarını hiçe sayan tavrı Ankara’yı harekete geçirmiştir. Özellikle Enosis (Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması) planını hayata geçirmek isteyen Rumlar, Yunanistan ve İngiltere’nin de desteği ile 1963’ten 1974’teki askeri harekata kadar adadaki Türklere yönelik ambargo ve baskı politikalarını şiddetlendirmiştir. Rum tarafı Türklere yönelik politika belirleme noktasında ayrılıklara düşmüştür ve bu durum EOKA lideri Nikos Simpson’ın 1974’te darbe yapmasıyla sonuçlanmıştır. Darbe ve uzun yıllardır süre gelen zulüm politikaları Kıbrıs’ın garantör ülkelerinden olan Türkiye’yi aksiyon almaya itmiştir. Öncelikle diplomatik yollara başvuran Ankara, Batı ile ilişkileri de göz önünde bulundurmuştur. Dönemin başbakanı Bülent Ecevit ve başbakan yardımcısı Necmettin Erbakan’ın direktifleri doğrultusunda 20 Temmuz 1974’te ‘Ayşe tatile çıksın’ parolasıyla Kıbrıs Barış Harekâtı başlatılmıştır. Bu harekât da NATO-Avrasya kıskacındaki Türk dış politikası ve denizler meselesi açısından ‘stratejik otonomi’ mefhumunun tekrar gündeme gelmesini sağlamıştır. Bu anlamda Ankara, Batı’ya rağmen Batı bloku içerisinde kalmaya devam ederek Kıbrıs’ta askeri bir müdahale gerçekleştirmiştir. Dolayısıyla Kıbrıs meselesi Türk dış politikasının bağımsızlaşmasının ve Ankara merkezli şekillenmesinin ilk tohumu olarak değerlendirilebilir.

İkinci düğüm: Doğu Akdeniz ve denge siyaseti

NATO-Avrasya kıskacında Türkiye ve denizleri ile alakalı ikinci mevzu Doğu Akdeniz’deki yaşanan gelişmelerdir. Doğu Akdeniz diye tabir edilen bölgede son yıllarda yaşanan gelişmeler Türk dış politikasını da doğrudan etkilemektedir. Bölgede icra edilen doğal gaz arama operasyonları üzerinden başlayan gerilim askeri boyuta taşınmış ve Akdeniz jeopolitiği dönüşüm geçirmeye başlamıştır. Bu noktada ABD Türkiye karşıtı cephenin destekleyicisi olarak Yunanistan’dan İsrail’e birçok aktörü desteklemiştir. Ayrıca özellikle East-Med olarak isimlendirilen başarısızlığa uğrayan proje ve Türkiye karşıtı kurulan blok bölgedeki güç dengelerine yönelik bir hamle olarak okunmaktadır. Öyle ki bu proje ile Türkiye Doğu Akdeniz denkleminde saf dışı bırakılmaya çalışılmıştır. Türkiye karşı hamle olarak Libya’daki meşru hükümetle mutabakatlar ve anlaşmalar imzalayarak bölgesel dengeleri lehine çevirmeye başarmıştır. ‘Mavi Vatan’ doktrini kapsamında atılan adımlar ve 2020 sonrası bölgedeki normalleşme sürecinde Türkiye’nin de yerini alması, Ankara’nın Doğu Akdeniz’deki konumunu güçlendirmiştir. Bu anlamda Türkiye’nin Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, İsrail ile normalleşme adımları atması Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin denge siyaseti izlemesini mümkün kılmıştır. Dolayısıyla Türkiye, ABD’nin de desteklediği Ankara karşıtı blokla mücadelesinde başarısız olmamıştır. Bu noktada Türkiye’nin üç temel noktadan hareketle Doğu Akdeniz siyasetini şekillendirdiği ifade edilebilir. Bunlar; tek taraflı oldubittilere müsaade etmemek, arama çalışmalarını sürdürerek fiili varlığını devam ettirmek, meşru taraflarla yürüttüğü hukuksal süreçlerle kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge belirleyerek haklarını korumaktır. Türkiye bu siyasetin hayata geçirilmesi adına Doğu Akdeniz jeopolitiğinde bütün taraflarla görüşmekte ve diplomatik diyalog sürecine sıcak bakmaktadır. Örneğin Libya’da tarafların uzlaşması adına Akile Salih’ten Halid el-Mışri’ye bütün aktörlerle görüşmekte, 2019’daki mutabakatın devamlılığını sağlamak adına diplomatik çalışmalarını sürdürmektedir. Bunun yanında Doğu Akdeniz’deki sularda ABD destekli Türkiye karşıtı bloku dengelemek adına tatbikatlar ve sondaj gemileriyle aramalar icra etmeyi sürdürmektedir.

Doğu Akdeniz’de Türk dış politikasını ve denizleri etkileyen ikinci denklem Yunanistan ile alakalıdır. Atina’nın gerek ABD ile sürdürdüğü askeri iş birliğinin derinleşmesi gerekse kıta sahanlığı, münhasır ekonomik bölge, adaların statüsü ile alakalı attığı adımlar uluslararası hukuka aykırıdır. Bu kapsamda Türkiye’yi savaşın eşiğine getirmeye çalışan taraf Yunanistan olduğu rahatlıkla söylenebilir. Fakat NATO’nun en büyük ikinci ordusuna sahip Türkiye Doğu Akdeniz denkleminde Yunanistan’ın gerilimi tırmandırma tuzağına da düşmemiştir. Yunanistan ABD’nin askeri, Avrupa Birliği’nin de siyasi desteğini alarak Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de marjinalize etmeye çalışmaktadır. Bu politikanın en somut örnekleri Türkiye’nin NATO tatbikatı sırasında kullandığı F-16’lara Yunanistan’ın kilit atmasıdır. Türkiye her seferinde süreci yatıştırmaya, hukuksal ve siyasi yollarla hakkını aramaya çalışsa da Batı medyası Ankara’yı NATO dışına atma noktasında yayın politikası sürdürmektedir. Birçok medya organı Türkiye’nin Libya’daki meşru hükümetle imzaladığı mutabakat, icra ettiği doğal gaz aramaları ve askeri tatbikatları bahane ederek Ankara’yı suçlamaktadır. Bu iddiaların yanlışlığı bir tarafa gerilimin temel müsebbinin ABD olduğunun altı çizilmesi gerekmektedir. Nitekim ABD, uzun süredir Yunanistan’a askeri mühimmat yığmaktadır. Bu kapsamda Türkiye’nin yalnıza 45 km. uzağındaki Dedeağaç’ta ve Selanik, Larisa, Stefanoviç, Skiri, Midilli, Semadirek, Limni, Kavala’ya askeri yığınak yaparak adeta Türkiye’ye meydan okumaktadır. ABD’deki başkan değişiminden etkilenmeyen bu proje Türkiye’nin sınırlarında sıcak Yunan tehlikesi mefhumunu ortaya çıkarmaktadır. ABD, Türkiye’yi sınırlama projesinin PKK’nın Suriye uzantısı olan PYD/YPG ile denemiştir. Devlet dışı bir aktörle bu projesi tutmayan ABD, Türkiye’yi NATO dışına itmek, NATO üyesi bir aktörle gerilim alanları oluşturmak suretiyle Ankara’yı hataya sürüklemek istemektedir. Fakat Türkiye ABD’nin bu politikasına da olabildiğince rasyonel cevaplar üretmektedir. Örneğin ulusal çıkarlarını koruma noktasında her türlü hukuksal ve siyasi adımların atılması noktasında Türkiye, irrasyonel Yunan politikalarına karşı Birleşmiş Milletler’e başvurmaktadır. Türkiye bu noktada NATO içerisindeki varlığını koruyarak sürecin askeri bir çatışmaya dönüşmesini istemediğini defaatle dile getirmekle birlikte çözümün askeri harekatla olmasından da endişe duymadığını ifade etmektedir. Örneğin Cumhurbaşkanı Erdoğan askeri üniformalarla Yunanistan sınırındaki bölgelerde icra edilen Efes-2022 isimli askeri tatbikatta Atina’ya yönelik sert söylemlerde bulunmuştur. Ankara’nın bu konudaki kararlı tavrı Yunanistan’ın irrasyonel politikalarına ket vurmamış olsa da Türkiye’nin NATO içerisindeki konumunu güçlendirmektedir.

Üçüncü düğüm: Karadeniz ve bağımsız dış politika ajandası

NATO ve Avrasya kıskacındaki Türkiye ve denizlerini ilgilendiren üçüncü dış politika gündemi Karadeniz jeopolitiğinde yaşanan gelişmelerdir. Türk dış politikası açısından hayati öneme haiz Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’in yanında Karadeniz’de yaşanan gelişmeler de Ankara’nın dış politika yönelimini doğrudan etkilemektedir. Türkiye’nin özellikle 2000’ler sonrası dış politikada aktör çeşitlendirdiği bilinmektedir. Eş zamanlı olarak hem NATO kanadı hem de Avrasya kanadı hem Afrika kanadı hem de Avrupa Birliği hem Latin Amerika ülkeleri hem de Şangay İş Birliği Örgütü üyesi ülkelerle yakın temas kuran Türkiye, Karadeniz jeopolitiğinde Ankara merkezli bir dış politika izlemektedir. Bu noktada altı çizilmesi gereken nokta Ankara’nın Karadeniz’de NATO müttefiki olarak Rusya ile sürdürdüğü diyalogun başarısıdır. Türkiye Rusya’nın Kırım ve Ukrayna işgallerini tanımamakta ve bu süreçte NATO ile ortak çizgide siyaset takip etmektedir.  Fakat Türkiye’nin NATO ile ortak takip ettiği bu politika Moskova ile yürüttüğü iş birliği zeminine zarar vermemektedir. Dolayısıyla Türkiye NATO içerisinde ‘özgün’ bir konumdadır. Dahası Türkiye bu kendine has siyasi konumlanması sayesinde Ukrayna işgali nedeniyle oluşan küresel gıda krizinin aşılmasında kolaylaştırıcı ve arabulucu rol oynamaktadır. Dolayısıyla birçok NATO müttefiki ülkenin üst düzey yetkililerinin de ifade ettiği gibi Türkiye, NATO içerisinde Rusya ile diyalogu sürdüren tek ülkedir. Bu noktada Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Rusya devlet başkanı Vladimir Putin ile tesis ettiği lider diplomasisinin kritik öneme haiz olduğu ifade edilebilir. Nitekim NATO içerisinde birçok ülke lideri Ukrayna krizi hasebiyle Rusya devlet yetkilileri ile iletişim kuramamaktadır. Türkiye’nin bu pozisyonu Karadeniz bölgesinin istikrarına ve güvenliğine katkı sağlamakla birlikte bu durum Ankara’nın NATO içerisindeki pozisyonunu perçinleştirmektedir. Bu anlamda Ankara, Avrasya ile Avrasyacı olmadan; diğer bir deyişle NATO’yu terk etmeden dış politikasında stratejik bir otonomi alanı oluşturmaktadır. Örneğin Türkiye’nin yıllardır mücadele ettiği terör örgütü PKK’nın yapılanması noktasında tavizler veren hatta yer yer teröre alan açan Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya üyeliği bağlamında Ankara’nın izlediği politika bu yeni dış politik eğilimin en somut örneğidir. Türkiye, ABD’nin ve birçok NATO ‘müttefikinin’ baskılarına rağmen teröre destek veren İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine karşı durmuştur. Bu süreçte Türkiye, ilkesel olarak mezkûr ülkelerin NATO’ya üyeliklerine karşı olmadığını beyan ederek NATO içerisindeki müktesebata destek vermeyi sürdürmüştür. Rusya bu süreçten memnuniyet duymakla birlikte Ankara’yı NATO’dan koparıp ŞİÖ’ne dahil etmeye çalışmaktadır. Öte yandan Moskova Türkiye’nin ABD ile yaşadığı kronik krizlerden faydalanıp Ankara üzerinden Transatlantik güvenlik paktını ve dolaylı olarak uluslararası sistemdeki Amerikan hegemonyasını dengelemeye çalışmaktadır.

Sonuç yerine

Sonuç olarak Türkiye gerek jeopolitik konumu gerekse yaşadığı politik tecrübe açısından NATO ile Avrasya kıskacında kalmış bir ülkedir. 1952’de NATO’ya üye olan Türkiye, Batı merkezli bu güvenlik paktındaki en güçlü ikinci ülke olma statüsünü sürdürürken, dış politikada tecrübe ettiği birçok krizden ötürü ‘yumurtaları tek bir sepete koymamaya’ karar vermiştir. Özellikle Kıbrıs, EgeDoğu Akdeniz ve Karadeniz’de yaşanan jeopolitik gelişmelerde Ankara’nın politika tercihlerinde ‘tek taraflı bağımlılık’ yerine dengeli bir siyaset izlendiği görülmektedir. ABD’nin, dolayısıyla NATO’nun Türkiye’ye biçmeye çalıştığı rolü kabullenmeyen Türkiye özellikle güvenlik noktasında NATO müttefiki olmasına rağmen Washington’ın terör örgütleriyle Ankara’yı dengeleme siyasetine karşı Avrasya-Rusya bloku ile yakınlaşmaktadır. Bu yakınlaşma Ankara’nın dış politika stratejik otonomi kazanmasını ve NATO blokunun Avrasya ile dengelenmesini sağlamaktadır. Dolayısıyla Türkiye 1960’lardan bu yana NATO ve Avrasya kıskacında dış politika belirlerken mücavir coğrafyasındaki denizlerde yaşanan gelişmelerde hassas bir denge siyaseti takip etmektedir. Son kertede NATO ve Avrasya kıskacında Türk dış politikasına bakıldığında genel portre ABD’nin Türkiye üzerinde baskı oluşturarak hataya itmek istediği sonucuna varılmaktadır. Bu döngüde Moskova, Ankara ile yakınlaşarak Türkiye üzerinden ABD bloğuna zarar vermek istemektedir. Türkiye’nin gerek NATO gerekse Avrasya arasındaki siyaseti küresel konjonktürde yaşanan gelişmelere tepki olarak şekillenmemektedir. Bu anlamda Türkiye’nin özellikle Kıbrıs, Doğu Akdeniz-Ege’deki Yunan kışkırtmalarına karşı nesne değil, özne olarak siyaset oluşturduğu ifade edilebilir. Aksi halde bugün yapılan ‘Türkiye’nin ne yöne doğru yöneldiği’ tartışmaları anlamsız kalacaktır. Türkiye, 2000’lerden bu yana izlediği çok taraflılık politikası sayesinde NATO üyesi bir ülke konumunu korumakta fakat aynı zamanda yükselen güçler ve bölgelerdeki aktörlerle yakın temas kurarak Ankara merkezli bir dış politika inşa etmektedir. Bu noktadan hareket eden Türkiye, ulusal çıkarları doğrultusunda yakın coğrafyasındaki denizlerde denge siyaseti izlemeyi tercih etmiştir.

Benzer İçerikler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir