25 Ocak 2025, Cumartesi

Müslümanların Birlikte Hareket Etmelerinin Kur’an ve Sünnet’teki Ölçüleri – Prof. Dr. Abdulvahap Özsoy

Birlikte hareket etme olgusu aslında insanın varoluşu ile alakalı bir zorunluluktur. Zira insanın bu dünya hayatına hubûtu/indirilmesi ile birlikte kendisine belli bir süreliğine imtihan edilme mükellefiyeti yüklenmiştir. Yüce Rabbimiz bu hususu şu şekilde ifade etmektedir:

Bunun üzerine şöyle buyurduk: “Ey Âdem! Şüphesiz bu İblîs, senin ve eşin için çok tehlikeli bir düşmandır. Dikkat edin de sizi cennetten çıkarmasın! Yoksa ihtiyaçlar içinde koşturur durur, sıkıntı çeker, perişan olursun.” (Taha, 117).

Derken şeytan ona vesvese verip: “Ey Âdem! Ne dersin, sana ölümsüzlük ağacını ve asla yok olmayacak bir saltanatın yolunu göstereyim mi?” dedi. Böylece Âdem ve Havva o yasak ağaçtan yediler. Bunun üzerine ayıp yerleri kendilerine açılıp belli oluverdi de oraları hemen cennet yapraklarıyla örtmeye çalıştılar. Böylece Âdem, Rabbinin emrine karşı geldi ve şaşırıp kaldı. (Taha, 120-121)

Dünya hayatı bir imtihan yurdu olduğuna göre Taha, 117. ayette Allah azze ve celle’nin de ifade buyurduğu gibi insanın karşı karşıya kalacağı zorluklar kaçınılmazdır. Bu zorlukları birkaç başlık altında ele almak mümkündür. İlk ve en önemlisi hayatiyetini sürdürebilme ile alakalı olarak yüz yüze kaldığı zorluklardır. Bunları Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi olarak isimlendirdiği tablodan görebilmek mümkündür. Buna göre insanlar fizyolojik olarak varlıklarını sürdürebilmek için aşama aşama sıralanan bir ihtiyaçlar manzumesini karşılamak durumundadır. Bunların başında fizyolojik ihtiyaçlar gelmektedir. Fizyolojik ihtiyaçlar bir canlı olarak insanın varlığını ve devamını sağlayan hava, su, gıda gibi ihtiyaçların teminine tekabül etmektedir. Diğer aşamalarda ise güvenlik, sosyalleşme, saygı görme ve kendini gerçekleştirme gibi ihtiyaçlar sıralanmaktadır.

Birlik Ontolojik Bir Zorunluluktur

Bu teorinin büyük oranda gerçek hayatta karşılığının olduğunu, diğer bir ifade ile fıtrî bir gerçekliği ifade ettiğini söyleyebiliriz. Bu ihtiyaçlara bakıldığında tek başına bir kişinin karşılaması mümkün olmayan hususlar olduğu net bir şekilde anlaşılmaktadır. O zaman insanın birlikte hareket etmesinin ontolojik bir zorunluluk, fıtrî bir hakikat, kaçınılması mümkün olmayan zaruri bir durum olduğu ifade edilebilir. Yani insanlık varlığını sürdürebilmek için birlikte hareket etmek zorundadır. İslam dininin fıtrat olarak ifade edildiği bilinmektedir. Allah azze ve celle Rûm Suresi 30. Ayette bu durumu şöyle ifade etmektedir:

“O halde sen hanîf olarak bütün varlığınla dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona yönel! Allah’ın yaratmasında değişme olmaz. İşte doğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.”

İslam dini fıtrat esaslı bir din olduğu için elbette ki yukarıda ifade edilen ontolojik ihtiyaçları karşılamaya dair yönlendirmelere sahip olacaktır. Bu anlamda gerek yüce kitabımızda gerekse Hz. Peygamber’in sünnetinde müminler topluluğunun birlikte hareket etme itiyadına sahip olmaları için her türlü teşvikin yapıldığı görülmektedir. Hz. Peygamber’in sürekli olarak cemaatle birlikte olmaya yönelik teşvikleri; uzleti, tek başına hareketi, ayrılığı yasaklaması, yaptığı dualarda hep bu hususlara dair vurgulara yer vermesi bunu göstermektedir.

Ancak burada şu hususun altını çizmek gerekir. İnsanların birlikte hareket etmesi ontolojik bir zorunluk ifade etmekte ve İslam dini de fıtrat dini olduğu için zaten bu hususa vurgu yapmaktadır. Dolayısıyla birlikte hareket etmek İslam’a ve Müslümanlara has bir olgu değildir. Peki İslam’ın bu konuda ortaya koyduğu farklı bir anlayış söz konusu mudur? İslam birlikte hareket etmeye dair ne gibi ölçüler koymuştur? İslam dininin ortaya koyduğu bir birlikte hareket etme fıkhından bahsedilebilir mi? Yoksa zaten tabii bir ihtiyaç olarak İslam da diğer yapılarla aynı mahiyete sahip bir birlik anlayışı mı benimsemiştir?

Bu sorunun cevabının günümüzde Müslümanlar arasındaki birlikte hareket etme kusurlarına ışık tutacağı açıktır.

Evet İslam’ın hayatın her alanına dair bir anlayışı, mefkuresi, ideali, fıkhı veya ne şekilde ifade edilirse edilsin kendine özgü bir modeli söz konusudur. Bu noktada birlikte hareket etme olgusuna dair İslam’ın belirlemiş olduğu ölçülere değinmek uygun olacaktır.

  • Birlikte hareket etme geçici dünya menfaati odaklı değil, uhrevi/sonsuz bir kazanç merkezli olmalıdır.

İslam’ın emrettiği birlikte hareket etmenin temelini fesat ve bozgunculukla mücadele oluşturmaktadır. Alllah azze ve celle dünyada bir nizam kurma görevini Müslümanlara vermiş ve bu görevin ancak birlikte hareket etmeyle yerine getirilebileceğini ifade etmiştir. Enfal suresinde Rabbimiz bu hususu çok açık bir şekilde şöyle ifade buyurur: “Kâfirler de aslında birbirlerinin dostları ve yardımcılarıdırlar. Eğer siz de öyle yapmazsanız, yeryüzünde büyük bir fitne ve fesat çıkar. (Enfal Suresi, 73)”.

Bu ayeti kerime bütün insan topluluklarının, birlikte hareket ettiklerini ortaya koymaktadır. Ancak devamında eğer müminler de bu şekilde birlik içinde olmazsa yeryüzünde normal bir fitne ve fesat değil büyük bir fitne ve fesadın çıkacağı bildirilmektedir.

Fitne birey ve toplumun dinî ve ahlâkî hayatının bozulması, kirlenmesi, değişmesi tehlikesidir. Fesat ise din birliğine dayalı dayanışma düzeninin değişmesi, dinleri farklı kimselerle yardımlaşan grupların ortaya çıkması sonucu sosyal düzenin bozulması, asayişin sarsılması, hatta iç karışıklıkların çıkmasıdır (Kuran Yolu, II,713). Bu ayet açıkça dünyadaki düzen ve tertibin Müslümanların birliğine bağlı olduğunu ortaya koymaktadır. Şanlı ecdadımızın îlâ-yı kelimetullah için yapmış oldukları büyük mücadele neticesinde bugün kan, zulüm ve cinayetlerle adın sürekli beraber anılan coğrafyalarda huzur, sükun, barış ve refah hakim olmuştur. Bunun en önemli sebebinin Müslümanların birliğinin temin edilmiş olduğu ifade edilebilir. Geçmişte bunu gerçekleştiren bir neslin torunları olarak bizlere tarihin yüklemiş olduğu bu sorumluluğun farkında olup gereğini yapmak da bize düşecektir.

  • Birlikteliğin temeli mikro milliyetçi unsurlardan oluşmamalıdır.

Yüce dinimiz İslam ve onun kutlu elçisi Hz. Muhammed (sav) Arap toplumunda neşv-u nema bulmuş olsa da getirilen mesajlar evrensel boyutta olmuştur. Bu durumu Hz. Peygamber şu şekilde ifade buyurmuştur:

“Diğer peygamberler kendi kavimlerine hususi olarak gönderilmiş, fakat ben bütün insanlara peygamber olarak gönderildim.” (Buhari, Teyemmüm, 1, Salat, 56; Müslim, Mesacid,3; Nesai, Gusul,36; Darimi, Salat, 111).

Bu durumun doğal sonucu olarak da Hz. Peygamber’in ümmeti olma vasfının bütün insanlığı kapsadığı söylenebilir. Bu çerçevede Ümmet-i Muhammed terkibi iki kısmı ihtiva etmektedir: ümmet-i davet ve ümmet-i icâbet. Ümmet-i davet henüz Müslüman olmamış kişileri ifade ederken ümmet-i icâbet bu davete icabet eden Müslümanları karşılamaktadır. Bu sebeple bütün insanlık aslında Hz. Peygamber’in ümmeti olarak kabul edilebilir. Bu vasatta oluşturulacak birliğin mikro milliyetçilik unsurları denilen aile, kabile/aşiret, ırk gibi manevi; mahalle, köy, kasaba, şehir, bölge gibi maddi unsurlarla kayıtlı olmayacaktır. Birlikte esas olan kriter takva yani dava/kulluk bilincidir. Allah azze ve celle bu hususu Hucurât suresinde ayrıntılı bir şekilde ele almıştır:

“Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, en çok takva sahibi olanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilen, her şeyden ayrıntısıyla haberdar olandır” (Hucurât, 13).

Ayeti kerimede ifade edildiği üzere insanların farklı form ve suretlerde dünyaya gelmelerinin gayesi tanışıp birlik oluşturabilmeleridir. Çünkü bir hadiste Hz. Peygamber’in ifade ettiği üzere müminler bir bedenin uzuvları gibidir. Vücuttaki uzuvların ise her birinin kendine ait hususiyetleri ve görevleri vardır. Bu yapılarının farklılığı sebebiyle bir bütün oluşturabilmektedirler. Ancak ayetin sonundaki kaynaştırıcı unsur esas alınmalıdır. O da takva yani dava/kulluk bilincidir. İnsanoğlunun bu dünyaya gönderiliş gayesi kulluktur. Kulluk ise bir dava sahibi olmak demektir. O dava göklerin, yerin ve dağların kabul etmekten çekindiği emaneti yüklenme (Ahzab, 72); dünyada Allah’ın halifesi olma (Bakara, 30) şuurudur. Bu şuur birlik oluşturmada çimento etkisi yapacaktır. Aksi birlikteliklerin dini anlamda hiçbir kıymeti olmayacağı gibi birlik olmanın önündeki en büyük tehlikeyi de oluşturduğu tarihte de müşahede edilmiş, günümüzde de yakinen tecrübe edilmektedir. Bir dava uğruna mücadele eden kişilerin nihayetinde nepotizm illetine duçar olmaları birliklerini de dava şuurlarını da berhava etmektedir.

  • Birliktelik meşru bir gayeye matuf olarak gerçekleşmelidir.

Müslümanların birlik olmalarının yegâne meşru gayesi îlâ-yı kelimetullah olmalıdır. Bunun dışında maddi veya manevi başka bir gayenin bu birlikteliğe mâni olacağı açıktır. Hz. Peygamber’e savaş gibi cihad farziyesinin en üstününü icra edenlere dair sorulan soru ve alınan cevap bu durumu açık bir şekilde ortaya koymaktadır:

“Ebû Mûsâ radıyallahu anh’ den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’ in yanına bir bedevî geldi ve:

–Yâ Resûlallah! Bir adam ganimet için savaşıyor; bir başkası kendinden bahsedilsin diye savaşıyor; bir diğeri de kahramanlıktaki yerini göstermek için savaşıyor.

Bir rivayete göre: Kahramanlık taslamak için ve ırkının üstünlüğünü göstermek için savaşıyor.

Bir başka rivayete göre: Gazabından dolayı savaşıyor! Şimdi kim Allah yolundadır? diye sordu. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

–“Kim Allah’ın dini daha yüce olsun diye savaşırsa, sadece o Allah yolundadır” buyurdu” (Buhârî, Cihâd 15; Müslim, İmâre 149-151. Ayrıca bk. Buhârî, İlm 45, Humus 10, Tevhîd 28; Ebû Dâvûd, Cihâd 24; Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 16; Nesâî, Cihâd 21; İbni Mâce, Cihâd 13).

  • Birlikteliğin usul ve yöntemi de meşru çerçevede olmalıdır.

Bir eylemin meşruiyeti aynı zamanda usul ve yönteminin de meşru olmasını gerekli kılmaktadır. Bu çerçevede dine uygun olmayan bir usul ve yöntemle birliktelik sağlıklı bir netice ortaya çıkarmayacak, gerçekleştirilen birliktelik İslâmîlik vasfını kaybedecektir. Hz. Peygamber’in 23 yıllık tebliğ dönemi incelendiğinde meşru olmayan hiçbir yola başvurmadığı görülmektedir. Yakın zamanda ülkemizin tecrübe etmiş olduğu FETÖ belası bunun en somut göstergesidir. İnsanları mevhum bir dava etrafında toplarken akla gelmeyecek sahtekarlıklar, dolandırıcılıklar, istismarlar, zulümler ile bir birliktelik oluşturulmuş ve bu yolda İslam’ın en kutsal saydığı aile mefhumu berhava edilmiştir. En nihayetinde meşru olmayan yollarla oluşturulan birliktelikler nizama değil fesada ve fitneye sebep olmuştur. Hz. Peygamber’in bu konuda ortaya koyduğu prensip açık ve nettir:

“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin, yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilendir.” (Nahl, 16/125).

Allah azze ve celle bir mücadele edilecekse bu mücadelenin biçiminin de en güzel şekilde olması gerektiğini Yüce Peygamber’ine bildirmiş o da hayatının her aşamasında mücadele biçiminin de en güzel şekilde olması için çaba sarf etmiştir. Bu çerçevede müminlerin birliğinin kurumsal yapısı olan devlet idaresinde de itaati meşru olma ile kayıtlayan Hz. Peygamber müminlere şu tavsiyede bulunmaktadır:

“Müslüman kişi masiyet ile emrolunmadığı sürece sevdiği hususlarda da hoşlanmadığı hususlarda da dinleyip itaat etmelidir. Kendisine masiyet ile emrolunduğu taktirde ise dinleyip itaat etmek söz konusu değildir” (Muslim, İmâre 38).

Hadiste anlatılan husus daha sonra bir prensip haline getirilmiş ve “Lâ tâate li ma’siyetillah/Allah’ın rızasına aykırı olan işte kimseye itaat olmaz” şeklinde formüle edilmiştir. Usulümüz Allah rızasına aykırı, meşru olmayan bir mahiyete sahipse bunun birliktelik oluşturması mümkün değildir, birliktelik oluştursa bile bunun İslâmî mahiyette bir birlikle ilgisi kalmayacaktır. Hz. Peygamber bu konuda o kadar hassastır ki tedavi olurken bile dinen meşru olmayan bir şeyi kullanmayı kabul etmemiştir. Ebu’d-Derdâ’dan (ra) rivayet edilen bir hadiste Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ hem derdi hem de ilacı (deva) indirmiştir, her hastalık için bir ilaç yaratmıştır, tedavi olun, ancak tedavide haramı kullanmayın.” (bk. Mâlik, Muvatta’, Ayn, 12; Ahmed b. Hanbel, Müsned I,13, 446, III, 156).

Dolayısıyla meşru olmayan bir usul insanın maddi hastalıklarını tedavide bile bir yöntem olarak önerilmemiştir.

  • Birlikteliğin temini ve devamı için hikmetten/insanlığın ortak tecrübesinden istifade edilmelidir.

Allah azze ve celle kainatta bir düzen yarattığı gibi bu düzene dair sürekli ayetlerde vurgularda bulunmakta ve insanı tefekküre sevk etmektedir. Kainatta var olan bu düzen ve kurallar bütününün sadece maddi varlıklarda değil manevi oluşumlarda da olduğu söylenebilir. İnsan ilişkilerinde birtakım esaslar vardı ki bunlara riayet eden herkes hemen hemen aynı sonuçları elde ederler. Bu bilgi ve tecrübe insanlığın ortak tecrübesi olmak itibariyle müminin yitiği olarak kabul edilen hikmetin bir cüzü olarak kabul edilebilir. Diğer bir ifade ile birlikteliği temin etmeye çalışırken insanlığın ortak tecrübesinden de istifade etmek gereklidir. İnsanlara hitap ederken, onlarla iletişim kurarken, ortak bir ideal etrafında toplanmaya çalışırken insan gerçekliğini, sosyolojik durumun, zaman zaman coğrafya ve ekonomik zorunluluklar gibi değişkenlerin de hesaba katılması elzemdir. Hz. Peygamber’in birliktelik oluştururken bu esaslara riayet ettiğini görmekteyiz. Zira kendisine farklı kişiler, farklı zamanlarda aynı soruyu yönelttiğinde hepsine aynı cevabı vermemektedir. Bu çerçevede Allah katında en makbul amelin ne olduğu sorusuna dair hadis kaynakları birbirinden farklı birçok cevabı barındırmaktadır. Bu durumu değerlendiren alimlerimiz Hz. Peygamber’in insanların konumuna, zamana ve zemine göre cevaplar verdiği tespitinde bulunmuşlardır.

Hz. Peygamber insanlara hitap ederken de bu durumun dikkate alınmasını ve herkesle aynı şekilde iletişimde bulunmanın doğru olmayacağını bildirmiştir. Nitekim sahabeyi kiramdan Hz. Ali ve Abdullah b. Mesud’un şu ihtarları da bu Nebevî yönlendirme ürünü tavsiyeler kabilindendir:

Hz. Ali (r.a)’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “İnsanlara anlayabilecekleri şeyler söyleyiniz. Siz Allah ve Resülü’nün yalanlanmasını ister misiniz?” (Buhari, İlim, 4). Abdullah b. Mes’ûd (ra) da İmâm Müslim’in, sahih bir senetle Sahih’inin mukaddimesinde kaydettiği şu tavsiyede bulunmuştur: “Bir gruba, akıllarının almayacağı şeyler söylersen, şüphesiz bu onların bir kısmı için bir fitne olur.” (Müslim, Mukad­dime, 3; bk. Acluni, 1/196).

Bu itibarla birliktelik oluştururken hikmet kabilinden olan insanlığın tecrübesi neticesinde ortaya çıkan bilgi ve deneyimleri de hesaba katmak, onlara göre hareket etmek de Nebevî bir sünnet olarak esas alınmalıdır.

Nihayetinde günümüzde Müslümanların en çok ihtiyaç duydukları şeyin birlik içinde olma, birlikte hareket etme ve ortak bir zeminde buluşma olduğunu ifade edebiliriz. Bugünün Müslümanı için farzlar içinde en büyük farzın bu olduğunu ve bu farziyetin de artık farz-ı ayn mesabesine yükseldiğini söyleyebiliriz. Yani her bir mümin Müslümanların birliği için ne yapması gerektiğine dair bir arayış içinde olmalı ve karınca kararınca bu yolda bir mücadele içerisinde olmalıdır. Aksi taktirde Doğu Türkistan’dan, Myanmar’a, Sudan’dan Gazze’ye kadar dünyanın dört bir yanında akan Müslüman kanından hepimiz bizzat bu kanları dökenler kadar sorumlu oluruz. Günümüzde en büyük cihadın bu olduğunu söyleyebiliriz.

Ve sonuç olarak merhum Erbakan hocamızın şu sözüyle bitirmek uygun düşecektir herhalde: “İslam dini Cihad dinidir. Cihad, Cihad, Cihad! Cihad etmeyen insan dünya imtihanını kazanamaz”.

Rabbim bizleri hakkıyla cihad ederek dünya imtihanını kazananlardan eylesin! Amin, amin, amin…

Benzer İçerikler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir