Kudüs Gezi Notları
Mekke Allah’ın haremi,
Medine Resulullah’ın haremi,
Kudüs mü’minlerin haremidir.
Haremin (kutsalın) esirse, sen de özgür değilsin…
An-Najah Üniversitesi’nin Filistin/Nablus’ta düzenleyeceği bir tıp kongresine katılarak, akademik anlamda Filistin’e destek vermek amacıyla, Kırşehir Ahi Evran Üniversitesi, Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi ve Sağlık Medeniyet Derneği’nden katılan 25 kişilik bir doktor grubuyla AID (Uluslararası Doktorlar Derneği) ve MEDICS (Uluslararası Tıbbi Yardım Derneği) derneklerinin destekleriyle yola çıktık. Kongreye katılmamıza mani olurlar endişesi ile bir tur firması üzerinden gidiş gelişimizi planladık. Seferimizden döndüğüm bu gün aslında bu sefere ne kadar çok ihtiyacım varmış diye düşünüyorum… Bu ihtiyacı henüz hissetmeyen herkesi Kudüs’e gitmeye Mescid-i Aksa’yı görmeye teşvik etmek için bu gezi notlarını paylaşıyorum.
Ben Gurion havaalanındayız, içeri girip giremeyeceğimizi bilmiyoruz, tedirginiz, ama çok şükür içeri de girdik, havaalanında Hasidik Yahudilerin bakışları altında cemaatle namaz da kıldık, elhamdülillah. Biz tedirgindik, ama ertelenmiş bir hesabın görüleceği günlerin yaklaştığı düşünüldüğünde onlar da tedirgindi. Biletlerimize bakan kadın aşağıdan yukarı manalı manalı bakarak “Telaviv’de bu kadar doktor ne yapacaksınız” diye sorduğunda, “biz Telaviv’e değil Kudüs’e geldik” demek geldi içimden, “Kudüs için geldik” diyebildim. Gülümsedi tedirginliğini bastırmak içindi sanki… Havaalanından çıkınca, Turizm şirketinin ayarladığı otobüse binip Kudüs’e doğru yola çıktık ve rehberimiz Zeyd büyük bir iştiyakla anlatmaya başladı.
Mekke ve Mescid-i Haram, alemin hidayet merkezidir. Medine ve Mescid-i Nebevi, alemin rahmet merkezidir. Kudüs ve Mescid-i Aksa ise alemin bereket merkezidir. Alemin bereket merkezine hoş geldiniz…
Doğu Kudüs ve Batı Kudüs’ü ayıran yoldan geçiyoruz. Batı Kudüs’te yahudiler yerleşmiş, Doğu Kudüs’te ise Müslümanlar. Batı Kudüs’ün zenginliği Doğu Kudüs’ün fakirliği aslında her şeyi izah ediyor. 1948’de İngilizler çekilip Birleşmiş Milletler eliyle Kudüs’ün %55’ini yahudilere, %45’ini Müslümanlara yani Ürdün’e veriyorlar ve hemen ardından 14 Mayıs 1948’de İsrail devleti kuruluyor. 15 Mayıs, Filistinlilerin Nekbe (Büyük Felaket) günü. Çünkü İsrail’in Filistin toprakları üzerine işgal devletini kurduğu günün 24 saat sonrasında Müslümanlar Batı Kudüs’ten kitleler halinde göç etmek zorunda kalıyor.
O gün bu gündür Müslümanların çektiği sıkıntılar hayal sınırlarını bile zorlayan bir hal almaya başlıyor.
1967’deki 6 gün savaşından sonra İsrail, Doğu Kudüs’ü de işgal ediyor. 1980’de Kudüs’ün tamamını başkent ilan ediyor. Bunun üzerine Müslümanlar işgal edilen topraklarda 1987 yılında intifada ilan ediyor. İntifada sonucunda binlerce şehidin karşılığında İsrail geri adım atıyor ve 1993’de Oslo Anlaşması yapılıyor. Bu antlaşmaya göre 6000 km2 Filistinlilere verildi, ama İsrail bu antlaşmaya hiçbir zaman uymadı. Filistin topraklarında yerleşim yerleri açmaya devam etti. Ariel Şaron daha sonra Filistinlilere bırakılan bölgelerin çevresine “utanç duvarları” yaptırmaya başladı. Öyle ki Filistinliler bu bölgelere adeta hapsedilmiş oldular. Bu bölgelerde kontrol tamamen İsrail askerlerindedir ve bugün hala kimse bu bölgelerden İsrail’in izni olmadan girip çıkamaz. Mesela Filistin bölgelerinde araba plakaları beyaz zemin üzerinde yeşil plakalıdır ve Kudüs’e ve yahudi yerleşim alanlarına kesinlikle giremezler. Mevcut sınırların tamamını İsrail kontrol ediyor. Hatta Ürdün üzerinden Batı Şeria’ya bile ancak İsrail vizesi ile girebilir. Bu bir abluka ve boykot uygulaması olup, asıl amacı yaşam şartlarını zorlaştırarak sosyo-demografik yapıyı yahudiler lehine çevirmektir. İsrail’in Doğu Kudüs’ü fiilen ilhak etmesine rağmen burada yaşayan Filistinliler Ürdün pasaportu taşısalar bile resmi olarak hiçbir ülkenin vatandaşı kabul edilmiyor. Doğu Kudüs’te Filistinliler, İsrail makamlarının verdiği “Kudüs Kimlik Kartı” ile şehirde ikamet etme iznine sahip bulunuyor.
Ülke yok, devlet yok, kimlik yok, silah yok, asker yok… Bağımsızlık, can güvenliği, mal güvenliği, eğitim kurumları, iş, aş, para yok, imkân yok… Lakin İslam var, iman var, ihlas var… Teslimiyet, takva, tevekkül var…
Sokaklarında adım başında İsrail işgal kontrol noktaları, elleri tetikte bekleyen Siyonist katiller; Müslümanların ise kalplerinde muhabbet, sürur ve huzur var.
Zeyd’i hem dinleyip hem de yola devam edip, Mescid-i Aksa’nın Kanuni Sultan Süleyman tarafından yapılan surlarına kadar ulaştıktan sonra otobüsten iniyor ve Mescid-i Aksa’ya doğru yürüyoruz. Önce Mescid-i Aksa’nın hemen yanında bulunan meşhur bir kahvaltı salonuna uğruyoruz. Kahvaltı için değil, Emad İshak Ebu Hatice’nin hikayesini dinlemek için. Mescid-i Aksa’ya 15-20 metre uzaklıktaki babadan kalma 6 metrekare dükkanını elinden almak için İsrail’in yaptığı bütün baskılara direnmiş sıradan bir Filistinli O. Hatice’nin babası, anlatmaya başlıyor… Yedi yıl önce tutuklayıp, bu dükkanda hiç bir şey satamazsın, dışında yap ne yapacaksan demişler. Görünen gerekçe dükkânın Yahudi tarihi için önemli bir eser olması, asıl gerekçe Kudüs’ün altındaki 15 tünelden ikisinin geçtiği kesiştiği bir yerde olması. Beş ayrı avukat tutuyor ve uzun süre sonra davayı kazanıyor. İsrailli yetkililer dükkânını aç ama biz seni her gün denetleyeceğiz deyip, günlük 350 dolar denetleme parasını bile kendisinden alıyorlar. Elektrik su parası ve diğer vergiler nedeniyle zorlandığı bir zaman dükkânını tam 31 milyon dolara satın almak istiyorlar. Ama üç ay önce ölen ve “bu dükkân bizim değil ümmetin, biz burada emanetçiyiz” diyen babasının sözünü hatırlayıp hatırlatıyor bize Emad İshak Ebu Hatice. Hiçbir ülkeden yardım talebine cevap gelmezken, Türkiyeli Müslümanların destek verdiğini, TİKA eliyle ve bireysel desteklerle dükkânını büyütüp hizmet vermeye devam ettiğini, bu sebeple misafir değil ev sahibi olduğumuzu heyecanla vurguluyor.
Orada şahit oluyoruz ki; İsrail Kudüs’te Müslümanların sayısını azaltabilmek için elinden gelen her şeyi yapıyor. Satın alabileceği her şeyi maddi değerini çok üstünde fiyat vererek, satın almaya çalışıyor. Satın aldığı her yere İsrail bayrağı ve önemli bir yerse Yahudi şamdanı dikerek burasının artık Yahudilere ait olduğunu ilan ediyor. Satın alamadığı yerleri ise çıkardığı bazı kanunlar çerçevesinde anlamsız gerekçelerle gasp ediyor. İsrail çalıştırılmayan kullanılmayan her yeri; tarla, dükkân, ev hatta özel mülk olsa bile işgal edebiliyor. İşgal edeceği bir tarlaya gidip konteynır bırakması, burası kullanılmayan bir alan o halde İsrail devletinin malıdır demesi yetiyor. Daha sonra dışarıdan getirdiği Yahudilere gasp ettiği yerleri ücretsiz vererek sosyo-demografik yapıyı bozuyor. Bunu başardıklarını maalesef üzülerek görüyoruz. Kudüs’te yahudi nüfusu 600 bine yaklaşmışken, müslüman nüfusu 200 bine düşmüş durumda ve durum gittikçe daha da kötüleşiyor.
Kahvaltıdan sonra kendimizi hemen Mescid-i Aksa’ya attık. Her kapıda sonradan çoğunun Yahudi değil Dürzi olduğunu öğrendiğimiz otomatik silah ve modern techizatlarla donatılmış İsrail askerleri var. Acaba izin vermezler mi diye tedirginiz ancak onlar da tedirgin. Türki! Türki! derken yüzlerine yansıyor gerginlik. Niye geldiniz! der gibi bakıyorlar, biz ise bir Kudüs’lü gibi umursamadan yürüyüp geçiyoruz kapıyı.
Önce Osmanlı’nın yaptırdığı sebil karşılıyor bizi, her zaman her yerde olduğu gibi, çünkü Osmanlı bir su medeniyetiydi aslında. Abdest aldık, geçmiş zamanlarda kimlerin burada abdest aldığını şöyle bir düşünerek, sonra muhteşem görüntüsü ile Kubbetü’s-sahre karşıladı bizi. Peygamberimizin miraca yükseldiği o mübarek yer… Uhud dağı gibi parça parça küçülmüş ve bu yüzden üzeri örtülerek muhafaza edilmek istenmiş, hani tam altında peygamberimizle Ulü’l-azm peygamberlerin sohbet ettiği, Hz. İbrahim adına atfedilen dünyanın en eski mihrabının bulunduğu ruhlar mağarasını bağrında taşıyan o Kaya (Hacer-i Muallaka). İsra… Kudüs… Miraç… Hüzün yılında İsra ile Mekke’den Kudüs’e, Miraç ile Kudüs’ten Allah’a… Ne mübarek bir yolculuk. Ve tabi ki hemen yanında peygamberinizin 124 bin peygambere namaz kıldırdığı makam. Rabbim! burada iki rekat bir namaz kılsam, umut buya, peygamber efendimizin Livâü’l-Hamd sancağı altında haşrolur muyum acaba?… Ve korku, iki rekat değil bin rekat da kılsam bu mekanda, Kudüs affeder mi beni, Mescid-i Aksa razı olur mu benden?
Sonra Kubbetü’s-sahre’den çıkıp kıbleye doğru yürüyoruz, karşımızda muhteşem Kıble Mescidi. Nurettin Zengi’nin yaptırdığı 12 bin parçadan oluşan çivi ve tutkal kullanmadan yapılmış minberlerden biri burada. Nurettin Zengi oğullarının nezaretinde üç tane yaptırmış bu minberlerden. Ölmeden önce Selahaddin Eyyûbî’yi çağırmış ve vasiyet etmiş. Ben Kudüs’ü fethetmeden ölürsem bu minberlerden birini Mescid-i Aksa’da Kıble Cami’sine, birini de El-Halil’de Harem-i İbrahim Cami’sine koyarsın. Hedefinden o kadar emin ki yapımı yıllarca süren bu minberlerin fethedilecek mübarek topraklarda nereye konulacağını bile vasiyet ediyor. Allah, ona ve vasiyeti yerine getirene rahmet etsin. Ve Avusturyalı bir yahudi tarafından Kıble Camii yakıldığında, yanıyor bu minber. Vasiyeti yeniden yerine getirmek ise bize düşüyor, elhamdülillah. Türkiye TİKA eliyle yeniden yaptırıyor bu minberi.
Sonra hemen Kıble camiinin yanından aşağıya caminin altındaki tünellere iniyoruz. Yer altında taşla örülmüş uzun koridorlardan geçip geniş, ferah ve teskin edici bir mekâna ulaşıyoruz. Mervan Mescid’i karşılıyor bizi. Mescidi yapandan çok “1948 İslami Hareket”inin, araç kullanmalarına izin vermeyen İsrail askerine rağmen, bütün hukuki engelleri aşıp, bir insan zinciri oluşturarak aylar içinde uzun yıllar ahır olarak kullanılmış bu mescidi temizlemesi ve ibadete yeniden açması etkiliyor beni. Üç dört kilometre insan zinciri ile bir kaç yılda temizlenen Mervan Mescidi’nde gönül rahatlığı ile secdeye varıyorum, Şeyh Raid Salah’a selam ve dua ederek…
Nihayet vakit Cuma vaktidir, Mescid-i Aksa’da Cuma vakti bir başkadır. Akın akın Kudüslüler, Filistinliler, Müslümanlar geliyor. Kudüs’ün 7, Mescid-i Aksa’nın 10 kapısından. Hangi kapı açıksa oradan, hangisi kapalı ise öbürünü zorlamak üzere, hüzünlü bir o kadar kararlı adamlar ve adımlar. Yüreklerinin aynı sevda ile attığı yüzlerinden okunan binlerce Müslüman… İsrail’den izin alarak mescide girmek ne kadar acı olsa da, tek bir Müslüman görmeye bile tahammül edemeyenler, Mescid-i Aksa’ya yönelen bu insan seli karşısında çaresiz kalıyor. Biliyorlar ki bir kapıyı kapatsalar öbüründen girecek bu insanlar, hepsini kapatsalar da kimse yerinden kıpırdamayacak, Mescid-i Aksa kapılarında, Kadim Kudüs’ün dar sokaklarda bir sel gibi kıyama duracak. İsrail, Mescid-i Aksa’yı ziyarete gelenleri yıldırmak, bıktırmak, usandırmak, bir daha gelmemesini sağlamak için akla hayale gelmedik zorluklar çıkarıyor. Filistinliler Mescid-i Aksa için öldürülmekten yorulmadılar, yılmadılar, Mescid-i Aksa’ya ulaşmaktan mı yorulacaklar, çıkarılan zorluklardan mı yılacaklar? Tüm zorluklara rağmen her yerden Müslümanlar ısrarla Mescid-i Aksa’yı ziyaret etmek ona sahip çıkmak için bir sürü kontrol noktasından geçerek, zulümleri zorlukları aşarak, utanç duvarlarını dolanarak azimle akıyor Mescidi Aksa’ya.
Tek yürek hutbeyi dinliyoruz. Arapça hutbeyi anlamasak da Kudüs’ten, Mescid-i Aksa’dan, hüzün günlerinden, İsrail’in zulmünden, ümmetin dirilişinden ve geri dönüşünden bahsettiğini kalben biliyorum. Bir şiir gibi dinliyoruz bütün bir hutbeyi. Koca kıble mescidinde çocuk sesleri dışında çıt bile yok. İnsanlar öksürmüyor bile. Anlıyorum ki Cuma namazı burada ümmetin ispat-ı vücut vesilesi haline gelmiştir. Biz varız, buradayız, Ey Beytülmakdis seni bırakmadık bırakmayacağız…
Cuma namazı sonrasına müminler yeryüzüne dağılınca, Mescid-i Aksa’nın o mahzun havası dağılıyor birden, Kudüs bayram yerine dönüyor ve Cuma’nın bereketi, bereketin merkezinde tüm olumsuzluklara rağmen yüzlere vuruyor. Kubbetü’s-sahrenin altın kubbesi hiç olmadığı kadar parlıyor, ve Mescid-i Aksa Müslümanları çağırıyor, peygamberimizin dilinden; “Gelin ve namaz kılın bu topraklarda, eğer gelemezseniz ve içeride namaz kılamazsanız, kandillerim için zeytinyağı gönderin.” Bu çağda Mescid-i Aksa’nın kandilleri olsa olsa onun için canları ve mallarından vazgeçen, direnen ve sabreden Kudüs’lü Müslümanlardır… Mescid-i Aksa’yı karanlıktan aydınlığa çıkaracak olanlar da onlardır. Bize düşen bu kandillere bir damla zeytinyağı olmak değil midir?
“Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde/Götür Müslüman’a selam diyordu/Dayanamıyorum bu ayrılığa/Kucaklasın beni İslâm diyordu.” Akif İnan.
Akşam 1948 İslami hareketi Başkan yardımcısı (Nasıriddin Halid) ile görüştüğümüzde daha iyi anlıyorum ne kadar zor bir işi göğüslediklerini. Kudüs şu anda zor bir süreçten geçmektedir diye söze başlıyor. İsrail ağır bir baskı uyguluyor, insanları lokmasından ediyor, evlerinde oturmalarından çalışmalarına kadar sıkıntı çıkarıyor. Evlerin tamirine yenilemesine asla izin vermiyor. Önce utanç duvarlarını inşa etti, bu duvarlar ile Filistin’i Kudüs’ten ayırdı. Batı Şeria’daki aslında çoğu Kudüs göçmeni olan Filistinlileri Kudüs’e almıyor, Kudüs’te yaşayan çoğu Müslümana ise gösterilere karıştığı gerekçesi ile Mescid-i Aksa’ya giriş yasağı koyuyor, bazen 50 bazen 60 yaş altındakilere gerekçesiz Mescid-i Aksa’yı yasaklıyor. 50-60 yaş üstündekiler de özel izin ve imza ile ancak Kudüs’e girebiliyor. Zaten Gazze tamamen kuşatılmış ve tamamen abluka altında. Bütün bunların amacı içerdeki Müslümanları Kudüs’ten çıkarmak ve dışardaki Müslümanları Kudüs’e sokmamak. Böylece Kudüs’e Mescid-i Aksa’ya gelen Müslüman cemaati azaltmak. Doğu Kudüs’te yaşayan Müslümanları fakirleştirmek ve buraları terk etmelerini sağlamak da bir diğer amaçları. Ticareti önleyerek ve yüksek vergilerle, yüksek elektrik su paraları ile bunu sağladılar. Filistinlileri ezdiler fakirleştirdiler ve meskenlerini tamir etmelerine bile izin vermeyerek yerlerini bırakıp Kudüs’ten çıkmaları için ellerinden geleni yaptılar.
Nasıriddin Halid’in cümlelerine kulak veriyoruz: “Bu süreçte Raid Salah önderliğinde 1948 İslami Hareketini başlattık. Selahaddin Eyyûbî’den ilham alarak başlattığımız ilk projemiz ile işgal altındaki köylere otobüs gönderip, Filistinlileri ücretsiz Mescid-i Aksa’ya getirmeye başladık. Halen 50-70 civarı otobüs ile bunu yapmaya devam ediyoruz. Böylece Mescid-i Aksa doldu taştı ve buradaki pazar ve ticaret güçlendi, insanlar geçimlerini sağlar hale geldi. İkinci projemiz ile Kudüs’teki evleri yeniliyor tamir ediyoruz. Ağır vergiler altında ezilen ve imkânı olmadığı için evlerini tamir ettiremeyen insanların evlerini tamir ettiriyoruz diye bize devamlı baskı uyguluyorlar ve yaptığımız bu yardımları terörü destekleme gibi gösteriyorlar. Üçüncü projemiz ise özellikle Kudüs ve Batı Şeria’dan ve Gazze’den yetimlere bakıyoruz. 30 bin yetimimiz var.
Raid Salah şu anda ev hapsinde ve yukarıda yaptığımız işler nedeniyle teröre destek verdiği suçlamasıyla mahkeme sürecinde, 17 Kasım’da büyük bir ihtimalle hapis cezası alacaktır. Ama biz bu işlere devam edeceğiz. Mescid-i Aksa bütün bir ümmetin kutsalıdır. Ancak tüm İslam âleminin yükünü biz taşıyoruz ve taşımaya devam edeceğiz. Bu topraklarda zulüm kaim olmayacaktır. Peygamber efendimiz böyle söylüyor, biz buna inanıyoruz ve bunun için çalışıyoruz. Allah’ın yardımıyla başaracağız. En büyük desteği Türkiye’den alıyoruz. Diğer Arap devletlerden bir yardım almıyoruz, buna ihtiyacımız da yoktur. Onlar kendilerine baksın yeter. TİKA burada ihtiyacımız olan her şeyi yapıyor. Bu, İsrail, Mısır, Ürdün ve Filistin hükümetlerini rahatsız ediyor. Sizlerden tek bir isteğimiz var: Bizi unutmayın, bizi yalnız bırakmayın, Mescid-i Aksa’yı ziyaret edin, buralara gelin, görün. Burada ki zulüm sizi endişelendirmesin, Kudüs halkının yanında olmanız bile yeter. Kim Kudüs’e ihanet ederse asla âbâd olamaz! Kim sahip çıkarsa dünyanın efendisi olur!..” Konuşmanın sonunda oluşan hüzünlü havaya rağmen, Halid kardeşimin gözlerinde gördüğüm inanç ve kararlılık umutlarımızı yeşertiyor. Sanki Halid’in gözlerinde Halid bin Velid nazarı isabet ediyor kalplerimize.
Birden Aklıma Şeyh Ahmet Yasin’in şehadetinden önce ümmete yazdığı o mektup geliyor. “Allah’ım! Ümmetin suskunluğunu sana şikâyet ediyorum! Bu ümmetin kurumları, sivil güçleri, partileri, teşkilâtları ve bariz şahsiyetleri, Allah için kızmaz mı? Tümü birden sokaklara dökülüp, bizim için dua etmeye; Ey Rabbimiz! Gücümüzü topla, zaafımızı gider ve mü’min kullarına yardım et!” diye çağıramaz mı? Buna da mı gücünüz yetmiyor? Bizden, teslim olmamızı ve beyaz bayrak dikmemizi beklemeyin! Çünkü biz, bunu yapsak da öleceğimizi biliyoruz. Bırakın savaşçı onuruyla ölelim! Allah’ım! Sana şikâyette bulunuyorum… Sana şikâyette bulunuyorum… Gücümün azlığını, imkânımın yetersizliğini ve insanlara karşı zaafımı Sana şikâyet ediyorum. Sen mustazafların Rabbisin… Sen bizim Rabbimizsin… Bizi kime bırakıyorsun? Bize cehennem olacak uzaklara mı? Veya düşmana mı? Allah’ım! Akıtılan kanlar, dokunulan ırzlar, çiğnenen hürmetler, yetim bırakılan çocuklar, oğlunu yitirmiş anneler, dul kalmış kadınlar, yıkılmış evler ve ifsad edilmiş ekinler aşkına Sana şikâyette bulunuyorum.”
Bu mektubun ezici ağırlığı karşısında şimdilik duadan başka bir şey elimden gelmiyor; Rabbim, Gazabından Rahmetine sığınırım, bizi gücümüzün yetmedikleri ile imtihan etme Ya Rab!… Gücümüzün yettiklerinin şuurunu nasip et, gücümüzün yettiklerini yapabilme iradesi nasip et Ya Rab!…
DİREN KUDÜS
Ya uyandırın Bedr’in aslanlarını, Ya da çağırın Kafkas kartallarını,
Seslen Fatih’e, Selahaddin Eyyûbî’ye, Mescid-i Aksa mahkum yahudiye!
Selam olsun intifada kahramanlarına Anadolu’da yürekler çarpıyor uğruna Aksa özgürleşmeden bize haram geceler Diren Kudüs uyanıyor ümmetin gençleri
Dr. İsa Kaya 07.12.2017
El-Halil’deyiz… Güya Filistinlilere bırakılmış bir şehir El-Halil. Ama ana meydana girdiğinizde İsrail bayrakları karşılıyor sizi. Ve meydanın hemen karşısında İsrail bayrağı asılmış önünde kippalı çocukların oynadığı büyükçe bir apartman, belli ki Yahudi yerleşim merkezi. Harem-i İbrahim’e doğru ilerliyoruz. Yine İsrail askerleri… Hem meydana hakim bir yerde hem de mescidin girişinde eller tetikte bekliyorlar. Her girişte X-ray cihazları ve birkaç tam boy demir turnike var. Sırayla tek tek geçerek içeri girebiliyoruz. Kendimizi bir hapishanede olduğumuzu hissettirecek kadar çok demir kapılar ve turnikeler arasından yavaş yavaş ilerliyoruz. Sonunda mescidin ferahlığı yüzümüze çarpıyor ve bütün kasvetli havayı dağıtıp manevi bir ruh hali çöküyor üstümüze.
Rehberimiz Zeyd başlıyor anlatmaya: El Halil kentinde yer alan Harem-i İbrahim mescidi, Mekke’deki Mescid-i Haram ile Medine’deki Mescid-i Nebevi ve Kudüs’teki Mescid-i Aksa’dan sonra en kutsal dördüncü mescit kabul edilir. Dört büyük peygamberin mezarı burada mescidin altındaki mağaralarda meftun. Hz. İbrahim, Hz. Yakub, Hz. İshak ve Hz. Yusuf. 1994 yılına kadar bu mekânın tamamı mescit olarak kullanılıyormuş. 25 Şubat 1994 Amerikalı bir Yahudi, bir doktor, sabah namazı vaktinde otomatik silahlarla saldırıyor secdedeki cemaate. Saldırganın silahı tutukluk yapınca, saldırıdan sağ kurtulanlar tarafından linç ediliyor. Saldırı anında önce 48 şehit veriliyor, İsrail askeri yaralılara yardım edilmesine izin vermediği için şehit sayısı 67’ye çıkıyor. Saldırgan akıl sağlığı yerinde olmayan biri diye açıklama yapıyor İsrail yetkilileri, hakkında işlem bile yapılmıyor. Ama olay bitmiyor. Bu olay üzerine, mekân Filistin toprağı üzerinde bir Müslüman mescidi olduğu ve saldırgan Yahudi olduğu halde İsrail, Harem-i İbrahim’i 8 ay Müslümanların ziyaretine kapatıyor. Mescit ziyarete tekrar açıldığında, İsrail’in mescidi boydan boya bir paravanla tamamen ikiye böldüğü ve yarısından fazlasına (%63) Yahudiler adına el koyduğu anlaşılıyor. Sinagog olarak hazırlanan bu kısımda Hz. Yakup ve eşi Lamia anamızın mezarları bulunuyor. İsrailoğulları Hz. Yakub’un soyundan geldiklerine inandıkları için ve Yahudilik zaten bir soy ve ırk dini olduğu için şaşırtmıyor bizi. Sadece yılda 10 mübarek gece ve günde mescidin bu kısımları Müslümanların ziyaretine açılıyor. Ezan okumak için bile izin alıp, sinagog tarafına geçilerek okunabiliyor ezanımız. Cuma akşamı ve Cumartesi günleri ezan zaten yasak, rahatsız olmasın diye Yahudiler. Saldırgan Yahudi, şehit olanlar Müslüman, ama cezalandırılan yine Müslümanlar. İşte size İsrail’in ve Birleşmiş Milletlerin adaleti! Kafilemizin hafız doktoru Yusuf Eren, gür sesi ile Kuran-ı Kerim okumaya başlıyor, Hz. İbrahim makamının hemen yanında. Sükût ile dinlerken aşr-ı şerifi, yan tarafta Hz. Yakub’un makamında dua eden Yahudiler seslerini yükseltiyorlar. Belli ki rahatsız oldular. Olsun biz zaten rahatsız etmeye gelmiştik zalimleri.
Hafız doktor Yusuf ’u dinlerken, El-Halil katliamının faili doktor gözümün önüne geliyor birden. Secde eden cemaate arkadan yanaşıp otomatik silahlarla gözünü kırpmadan ateş ediyor, tetiğe o kadar uzun basıyor ki silah tutukluk yapıyor. Bütün mesleki ve insani değerlerini unutmuş, ya da hiç kazanamamış cani bir doktor!.. Bir doktor olarak görevi insan hayatı kurtarmak olan birisi nasıl ibadet eden sivil insanlara ölüm kusar anlayamıyorum. Ya bir insan olarak, bir dinin mensuplarının bir kitlesel katili nasıl kahraman ilan edebildiğini ve adına anıt dikilebildiğini ve bu anıtı düzenli ziyaret edebildiğini anlayabileniniz var mı? Akıl sağlığı yerinde olmayan sadece bu doktor ve kitlesel katliam yapan benzerleri mi, yoksa mebzul miktarda kitlesel katil üreten bütün bir Siyonist toplum mu? Evet El-Halil’i görünce Hanzala’yı, onun niye bütün dünyaya küstüğünü ve sırtını döndüğünü daha iyi anlıyorum… Müslümanlar Kâbe’nin hemen yakınındaki Hz. İbrahim makamına el sürmek için yarışırken, El-Halil’de Hz. İbrahim’in kabri adeta yalnızlığa çaresizliğe terkedilmiştir. Küsen Hanzala değil sadece, Harem-i İbrahim’dir, Mescid-i Aksa’dır, Beytülmakdis’tir aslında, Küsülen sadece Arap ülkeleri ve dünya milletleri değildir, öncelikle bütün bir ümmettir aslında… Küsme ey Kudüs, sen bize küsersen bağrında meftun peygamberlerin küser bize, sen küsersen Allah’ın hidayet, rahmet ve bereket melekleri küser bize, Sen küsersen Ey mahşerin ve menşerin (diriliş) toprağı, Rabbim küsmez mi bize?
Eriha’dayız, Lut Gölü’nün yanında hurma bahçeleri ile meşhur Eriha, bir de 1948’de kurulan artık büyük düzensiz şehirlere dönüşen mülteci kamplarıyla… Ama şehrin girişinde büyük bir anahtar simgesi ve altında bir yazı görüyoruz; “We will return” inşaAllah… İnşaAllah kardeşim, inşaAllah. Filistinlilerin evleri Kudüs’te ama kendileri üçdört nesildir mülteci, Eriha’da, El-Halil’de, Ramallah’da hatta Ürdün’de. 6 milyon Filistinli mülteci kamplarında yaşıyor. Filistinli mülteciler her eylemlerinde ellerindeki işgal edilmiş evlerinin anahtarlarını gösterip, bir gün geri döneceklerini haykırıyor. Aklıma siyonistlerin 3. kez Mescid-i Aksa üzerinde yapmayı planladıkları Süleyman Mabedi üzerine takacakları bir Rus yahudi iş adamı tarafından 14 kilo altından yapılan ve bir fanusta sergilenen yahudi şamdanı geliyor. Evet Filistin’in her tarafı mücadelenin simgeleri ile hem müslümanlar hem de siyonistler tarafından nakış nakış işlenmiş, işleniyor. Her şey ertelenen büyük hesaplaşma gününe göre dizayn ediliyor. Ertelendikçe mevcudun sızısı sancısı azalmıyor, aksine artıyor ve bu toprakların baskın bir karakteri halini alıyor. Ve bu mübarek topraklarda herkes biliyor ki, yaklaşıyor yaklaşmakta olan…
Ardından Lut Gölü’ne uzaktan bir nazar ettik ve Sodom Gomore halklarının oluşturduğu beş yüz bin nüfuslu helak edilmiş şehri ibretle hatırladık. Hz. İbrahim’in yeğeni Hz. Lut bu halkları uyarmak için görevlendirilmiş ve bu görevi sırasında kendisine peygamberlik verilmişti. Kendisi ve eşi dışında ailesi şehirden çıktıktan sonra bütün bir ahlaksız kavmi, yapanlar ve yapanlara engel olmayanlarda dahil helak olmuştu. Hatta rivayet o ki şehirden çıkması emredilenlere arkalarına bakmamaları da emr olunmuştu ama Hz Lut’un karısı bu ahlaksızlık yurduna dönüp özlemle baktığı için helak olmuştu. Lut Gölü’nün Ürdün tarafında sayısız dünyaca ünlü turistik tesislere plajlara rağmen İsrail’in kontrolündeki Filistin tarafında turistik tesislere ve plajlara izin verilmeyişini ibretle not ettik. İsrail büyük bir bilinçle geleceği planlıyor… Ahlaksızlıkları ile helak olan bir kavmin topraklarında bilerek ve isteyerek maddi kazancı teperek Ürdün’e inat ahlaksızlığa izin vermiyor.
Daha sonra Filistin’le Ürdün’ü ayıran ve Yahya peygamberin Hz. İsa’yı vaftiz ettiği Ürdün Nehri’nde Hristiyanların vaftiz törenlerini izledik. Karşıda Ürdün askeri bu tarafta İsrail askerleri ve nehre girerek vaftiz olan Hristiyanlar. Bakara suresinde bahsedilen Talut’un ordusunun “Şüphesiz Allah, sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim ondan içerse benden değildir. Kim onu tatmazsa işte o bendendir. Ancak eliyle bir avuç alan başka” hükmüyle imtihan edildiği nehir… İçlerinden pek azı hariç, hepsi ırmaktan içtiler ve geride kaldılar. Geride kalanlar “Bugün bizim Câlût’a ve askerlerine karşı koyacak gücümüz yok.” dediler. Talut ile birlikte ırmağı geçenler ise şu cevabı verdiler: “Allah’ın izniyle büyük bir topluluğa galip gelen nice küçük topluluklar vardır. Allah, sabredenlerle beraberdir. Tâlût’un askerleri, Câlût ve askerleriyle karşı karşıya gelince şöyle dediler: “Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sağlam bastır ve şu kâfir kavme karşı bize yardım et.” Allah’ın izniyle onları o gün bozguna uğrattılar. Davud, o gün Câlût’u intifadanın sembolü bir sapan taşı ile öldürdü (Bakara Suresi 246 – 251). Bugün Filistinliler her gün o nehri geçer gibi yaşıyorlar Beytülmakdis sokaklarında, kaçmadan, korkmadan, ellerindeki bir avuç rızıklarına hamd ederek, vakur ve şecaatle sabrediyorlar. Onlar nehri geçiyorlar ama sanki ümmetin geride kalanları gerçekten geride kalıyor gibi geliyor bana. Allah’ım bizi geride kalanlardan değil, nehri geçenlerden, ayakları yere sağlam basanlardan, en önde saf tutanlardan ve kafirlere karşı yardım edilenlerden eyle Ya Rabbi!…
Yolumuza devam ederek, Selahaddin Eyyûbî’ye göre Musa Peygamberin makamını ziyaret ettik. Her inancın şenliklerinin yapıldığı bir ortamda Nebi Musa şenliklerini yapma kararı alan Şarkın En Sevgili Sultanı Selahaddin Eyyûbî’ye selam olsun. Büyük komutan önce müslümanları kalkındıran ve kaynaştıran bir siyaset izlemiş ve sonunda Kudüs’ün fethi ona nasip olmuş. İngilizler Kudüs’ün işgali ile birlikte ilk önce Nebi Musa şenliklerin iptal etmiş, bir de sultan Abdülhamit’in yaptırdığı saat kulesini yıkmış. Geçen yıl TİKA desteği ile Nebi Musa şenlikleri yeniden yapılmaya başlanmış, bütün engellemelere rağmen yakında saat kulesini de yeniden yaptırmak TİKA eliyle bize nasip olur inşaAllah.
Osmanlı döneminde askeri kışla olarak kullanılan Zeytindağı’ndayız. Karşıda Mescid-i Aksa bütün ihtişamı ile duruyor. “And olsun incire ve zeytine” (Tin/1). Böyle başlar Kur’an-ı Kerim’de Tin Suresi. Yüzyıllar önce ilk kez Filistin’de görülmüştür zeytin. Üç din içinde burası çok önemli bir mekân. Yahudilere göre Mesih Zeytindağı’na inecek ve buradan Kubbetü’s-sahreye uzanan sırat köprüsü kurulacak. Zeytindağı’nın hemen altında bulunan Yahudi mezarlarındaki ölüler dirilerek, Mesih’le birlikte sırattan geçecek, Rahmet kapısından Mescid-i Aksa’ya yani cennete ulaşarak kurtulacak. Bu yüzden bir mezarın milyon dolarlara satıldığı bir mezarlık burası. Mezarlardan sonraki vadi kısmına ise Kidron Vadisi diyorlar yani cehennem vadisi. Kidron Vadisi ile Mescid-i Aksa surları arasında içinde sahabelerin mezarlarının bulunduğu Müslüman mezarlığı var. Rahmet kapısını Mescid-i Aksa’nın güvenliği için Selahaddin Eyyûbî kapattırıyor. İsrail bu mezarlığı kaldırıp otopark yapmak istiyor, Yahudiler bazen saldırıp Müslüman mezarlığını tahrip ediyorlar. Mesih’le beraber yeryüzüne inecek olan Kohenler mezarlıklardan geçemezlermiş. Şimdi inançlarının gereği olarak bu mezarlığı kaldırmak Kohenlerin yolunu açmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu sebeple TİKA mezarlıkların tamiri ve tadilatı için çalışan Filistinlilere destek veriyor. Nereye yüzünüzü dönseniz bir mücadele var Kudüs’te…
Akşam Burj Lug Lug Vakfı Başkan yardımcısı Musa El-Hicazî ile görüşüyoruz, İsrail’in bütün baskılarına rağmen 6 yıl nöbet tutarak muhafaza ettikleri Mescid-i Aksa’nın yanındaki kendi binalarında misafir ediyor bizleri. İstanbul Cerrahpaşa mezunu bir inşaat mühendisi kendisi. Mescid-i Aksa ve kadim Kudüs’te bazı inşaat ve tamirat tadilat işleri yapıyor. Heyecanla anlatıyor, ama anlattığı zor işlerin bedelini ödemiş olmanın tesiri var ses tonunda. Türkiye’den biri gelse iki kişi aklımıza gelir. Sultan Abdülhamid ve Selahaddin Eyyûbî. Biri Kürt, biri Türk, ama sorun yok, ikisi de bizim. Cennetmekan Sultan Abdülhamid Han; “Ben bir karış dahi toprak satamam, zira o bana değil, milletime aittir. Onlar bu İmparatorluğu kurup kanlarıyla mahsuldar kıldılar. Onu, bizden koparılmadan önce üzerini kanımızla bir kere daha kaplamayı biliriz.” diyerek, ABD büyükelçisini en zor zamanda kovmuşken, doğunun en sevgili Sultanı Selahaddin Eyyûbî; “Kudüs ve Beytülmakdis, Mescid-i Aksa, Haçlıların işgali altında bulunduğu müddetçe ben nasıl olur da gülebilirim, nasıl olur da sevinebilirim ve istediğim gibi nasıl olur da yemek yiyebilirim? Hele hele, gözüme uyku nasıl girebilir?” diyerek Kudüs’ü fethetmişti.
En sıkıntılı günlerde, hüzün yıllarında Allah, Resülü’nü buraya getirdi. Kudüs izzetli iken Müslümanlar izzetli idi. Ne zaman Kudüs zillete düştü o zamandan beri Müslümanların evine teker teker zillet girdi. Müslümanların izzetlerine yeniden kavuşabilmelerinin yolu Kudüs’ün özgürleşmesinden geçiyor. Kudüs özgürse Müslümanlar da özgürdür. Herkes Beytülmakdis’i özgürleştirmeliyiz diyor. Ancak hakkında bir şey bilmediğin bir yeri özgürleştiremezsin. Onun için Beytülmakdis’e gitmek görmek ve bilmek zorundayız. Hiçbir mazeret, Kudüs’ü ziyaret etmeye ve sahip çıkmamaya engel değildir. Mescid-i Aksa yani “en uzak mescid” kalbimize uzak kalmamalı.
El-Hicazî devam ediyor: “İsrailliler, bize, Türkiye’den mezun olanlara Osmanlılar diyor. Türklerden korkuyorlar. Mavi Marmara onları perişan etti. 2 ay tatbikat yaptılar ve silahsız ölüme yürüyen insanların karşısında acze düştüler. Buraya gelmeniz bize güç veriyor, düşmanlara korku veriyor, Allah düşmanlarını kızdırıyor. 1982’de Türkiye’deydim, Aksa’da iki kişinin siyonistler tarafından şehit edildiği televizyonda haber olunca sarhoşlarınız bile içki masalarını devirip tepki verdiler. Ben o zaman anladım sizler samimisiniz, sarhoşu böyle tepki veren bir millet, ayık olursa nasıl tepki verir diye düşündüm. Dönünce ülkenizde herkese söyleyin ayık olsunlar, fitneye düşmesinler. Sizi fitneye düşürecekler, fitneye düşerseniz gücünüz gider.”
“Bu vakıf binamızda dersler yapıyoruz, 300 Filistinli ile her gün program yapıyoruz. Olaylar olduğunda yaralılara ilk yardımı burada yapıyoruz. Bizimle devamlı uğraşıyorlar, en son spor hocamızı gözaltına aldılar, 3 yıldır tutuklu, uyuşturucu satanlarla yaptığı mücadele nedeniyle aldılar onu. İsrail, Filistinli gençler uyuşturucuya alışsın diye elinden geleni yapıyor. İsrail uyuşturucuyu sakız gibi dağıttırıyor, en ucuz uyuşturucu bizde, çünkü İsrail bunu özellikle finanse ediyor. Biz de buna izin vermeyeceğiz, inşaAllah. 28 Martta tüm dünyadan gelen yahudilerle “jarusselam maratonu” yapıyorlar, bizde ters istikamette “Kudüs maratonu” yapıyoruz. Ama bizimkiler biliyorum en az bir hafta tutuklanacak içerde yatacak, yine de yapacağız.”
“Zaman zaman Kudüs ve Mescid-i Aksa şuurumuzu unutursak, İsrail öyle bir şey yapıyor ki hemen kendimize geliyoruz. İsrail iki yıl önce Aksa’yı kapattı ve açtığında X-ray cihazı koymuştu. Hepimiz işlerimizi bıraktık, nöbet tuttuk, protesto ettik, Namaz kılmayanlar namaza başladı, Hristiyanlar bizimle beraber nöbet tuttu ve İsrail geri adım atmak zorunda kaldı. Buradaki gençlerin hepsi bir iki yıl içerde kalmıştır. Ben utanıyorum 10 ay içerde kaldım, en az ben kaldım. İsteseler de istemeseler de biz bu mübarek toprakları kurtaracağız. Çünkü peygamberlerini öldüren bir kavimdir bu kavim. Bu kavimle birlikte yaşanmaz. Hem yalan söylüyor, hem kendi yalanına iki gün sonra inanıyorlar. İnanın Müslümanlar aralarından çıksa iki günde birbirlerini yerler.”
“Burada anneler sabah namazı vaktinde uyuyamazlar, hepsi o vakitlerde bir ışık gördü mü bilirler ki gelen İsrail askeridir. Ya komşunun bir çocuğunu ya da kendi çocuklarını almaya gelmişlerdir. Geçen günlerde beni aldılar, TİKA yardımlarını sordular, burada evleri tamir etmek bile yasak, niye evleri tamir ediyorsun, Türklerle nasıl görüşüyorsun diye sordular. İyi polisi oynayan biri yanıma geldi ve ne dedi biliyor musunuz; “Halife’niz var ya ona söyleyin Kudüs’ü değil O, Allah bile elimizden alamaz” dedi. Bu söz yüzünden Allah ellerinden alacak Kudüs’ü ama biz hak edince inşaAllah.”
Temmuz 1920’de Şam’a giden Fransız komutan Henry Gouraud’nun Selâhaddin Eyyûbî’nin kabrine giderek sandukasına ayağıyla dokunduğu ve “Haçlı Seferleri şimdi sona erdi! Uyan, Selâhaddin, geri geldik! Burada bulunmam, Haç’ın Hilal karşısındaki zaferini kutsuyor” diyerek inancının gereğini yapmıştı. Kenan Diyarı’nda hüzün hâkim. Kudüs şimdi yeni bir Selahaddin Eyyubî bekliyor…
Ey Kudüs sen bizim davamız sen bizim devamız ve birçoğumuz fark etmesek de Sen bizim imtihanımızsın…
Babil kralı Nebukatnezar’ın Kudüs’ü ele geçirip tüm yahudileri sürgüne yollaması üzerine Yahudilerin “Ey Yeruşalim, seni unutursam, sağ elim kurusun veya sağ elim hünerini unutsun.” sözüne nispetle; eğer seni unutursak kalbimiz kurusun ey Kudüs!… Çünkü adını kalbimize bir mıh gibi çaktık Ey Kudüs! Kimse söküp alamaz onu. Çünkü Kudüs Şairimiz Nuri Pakdil’in dediği gibi; “Yüreğimin yarısı Mekke’dir, geri kalanı da Medine’dir. Üstünde bir tül gibi Kudüs vardır.”
Pazar sabahı erkenden yola çıkıp Nablus’a biraz zahmetlice vardık. Utanç duvarları coğrafyayı öylesine parçalamış ki navigasyon bile yolları şaşırıyor, 10 dakikalık yolları görmeyip etrafımızda bir tur attırıp utanç duvarlarını dolandırıyor ve yolu bir buçuk saate çıkarıyor. Kongre için An-Najah Üniversitesi kongre salonuna vardığımızda herkesin samimi karşılamaları ile müşerref olduk. Öğrencisinden rektörüne ve dekanına kadar herkes kongreye katılımımızdan dolayı duyduğu memnuniyeti dile getirdi gözlerinin içi gülerek. Tunus’tan gelen bir akademisyen Türkiye’den neredeyse 30 kişiye ulaşan katılımımız karşısında takdir ve teşekkür cümlelerinden başka bir şey söyleyemedi. Kongre boyunca pek çok kişi ile görüşüp akademik eğitim amaçlı işbirliklerini görüştük.
Programa Kongre onursal başkanı olarak katılan ve katılımımızı teşvik eden Kırşehir Ahi Evran Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Vatan Karakaya’ya, Bolu Abant İzzet Baysal Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Muhammed Güzel Kurtoğlu’na ve kongre katılımını destekleyen Sağlık Medeniyet Derneği ve MEDICS (Uluslararası Tıbbi Yardım Derneği) mensuplarına, maddi katkılarını esirgemeyen AID (Uluslararası Doktorlar Derneği) Başkanı Uzman Doktor Mevlüt Yurtseven’e çok teşekkür ediyorum.
Tur Dağını yaşa
Ki bilesin nerde Kudüs
Ben Kudüs’ü kol saati gibi taşıyorum
Ayarlanmadan Kudüs’e
Boşuna vakit geçirirsin
Buz tutar
Gözün görmez olur
Gel
Anne ol
Çünkü anne
Bir çocuktan bir Kudüs yapar
Adam baba olunca
İçinde bir Kudüs canlanır
Yürü kardeşim
Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin…
(Ocak 1972) Nuri Pakdil