Türkiye’nin uzun bir demokrasi tecrübesi olmasına rağmen, siyasal hayatımız sık sık doğrudan ve dolaylı darbe söylentileri ile çalkalanmakta ve kalıcı istikrar için sürekli olarak yeni Anayasalardan medet umulmaktadır. Oysa doğru tartışmanın özü, istikrarlı bir demokrasinin kültürel temellerinin neler olduğu sorusudur. Nitekim siyaset bilimi alanında bu konu 1960’lı yıllardan beri Civil Culture (medeni kültür) çalışmaları çerçevesinde Gabriel Almond’dan Martin Lipset’e (Siyasal insan) uzanan çizgide pek çok ampirik araştırmalara konu olmuştur. 1990’lı yıllarda ise “Üçüncü Demokrasi” dalgasının zirve yaptığı bir dönemde aynı konu demokratik konsolidasyon tartışmalarının da ana eksenini oluşturmuştur.
Türkiye açısından ise demokratik istikrar konusu hala güncel ve sıcak bir gündem maddesidir. Zira 15 Temmuz 2016’da yaşanan başarısız darbe girişiminin Türk siyasal hayatı üzerindeki etkisi tamamen bitmiş değildir. Oysa bizim demokrasiyle tanışmamızın uzun bir tarihi geçmişi vardır. Türkiye’nin modernleşme arayışında Tanzimat Dönemi milat olarak alındığında, demokrasi tarihimiz yaklaşık olarak yüz elli yıl öncesine götürülebilir. Ancak diğer taraftan bakıldığında bu durum, dünyada da böyledir. Antik Yunan tecrübesinin modern döneme ilham vermesi dışında pek bir pratik etkisi yoktur. Literatürde birinci demokrasi dalgası 19. yüzyılda başlatılır ve 1920’li yıllarda tamamlandığı kabul edilir. 19. yüzyıl klasik demokratik modeller olan Fransız, Amerikan ve İngiliz demokrasi örneklerinin inşa edildiği dönemdir. İkinci dalga 1945-1960 dönemini kapsar. Üçüncü dalga ise Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrasındaki otoriter yönetimlerden demokratik yönetimlere geçiş sürecini kapsar. Bu geçiş dönemleri farklı yönleriyle uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi ve sosyoloji alanında tartışılmaya devam etmektedir. 11 Eylül olayları ve 2008 krizi sonrasında liberal özgürlük alanlarının daralması ve demokrasinin teorik temellerine ilişkin ciddi eleştiriler bağlamında da demokratik kültür meselesi gündemde kalmaya devam etmektedir.
Demokrasiye geçiş esasen siyasi ve sosyal bir süreç olarak okunmalıdır. Demokrasiye geçilmesine ilişkin siyasi bir karar verildikten sonra, önce bir anayasa yapılır, uluslararası örneklerine uygun olarak kurumsal yapısı kurulur, prosedürler tanımlanır, demokratik pratikler uygulanmaya başlanır. Ardından seçimler, siyasi partiler, sivil özgürlükler gibi birkaç ay içerisinde demokrasiye şeklen geçilmiş olur. Ancak ortaya çıkan sistemin, yeni doğan bir rejimin yaşayıp yaşamaması aslında büyük ölçüde “Bird effect” denilen siyasi doğum şartlarında biçimlenmektedir.
Çünkü siyasi elitler arasındaki uzlaşma ve siyasi elitlerin demokrasi algısı, o ülkedeki demokrasi uygulamasının çerçevesini belirlemektedir. Geniş anlamda bakıldığında hem Türkiye’de hem de dünyada demokrasi; neticede genel oy ilkesi vasıtasıyla sıradan insanı güçlendiren bir etki yarattığından halkın çoğunluğu doğal olarak demokrasiyi desteklemektedir. Bu, bizde de böyle olmuş, her fırsatta her imkânda halkımız demokratik hak ve özgürlüklerine sahip çıkmıştır. Bu yönüyle 15 Temmuz, halkın kendi milli iradesine sahip çıkması anlamında bir zirvedir ve tüm dünyaya örnek olacak bir demokratik direniştir. Halk, seçilmiş meşru hükümetine, demokrasisine canıyla kanıyla sahip çıkmıştır. Ondan önce de 27 Mayıs sonrasında ve 12 Eylül sonrasında yapılan seçimlerde ve yapılan tüm referandumlarda Türk halkı tercihini demokratikleşme ve kamusal özgürlüklerin genişlemesi yönünde kullanmıştır. Halk bilir ki demokrasi demek sıradan insanların karar süreçlerinde güç sahibi olabilmesi ve ülke yönetiminde söz sahibi olabilmesi demektir.
Demokrasinin çok geleneksel sorusu bir ülkeyi kimin yöneteceğinin ve yöneticilerin nasıl seçileceğiyle ilgilidir. Demokrasi de bunu halka bıraktığından aslında Lincoln’ün dediği gibi “Diğerleri sayılmazsa en kötü rejimdir.” Demokrasinin faziletinin temeli, ülkeyi kimin yöneteceği sorununa barışçıl bir çözüm yöntemi getirmiş olmasıdır. Fakat demokrasiye geçiş sonrasında demokratik ilke ve normların yerleşmesi, demokrasinin sorunsuz işlemesi ve birkaç kez iktidarın barışçıl biçimde el değiştirmesi; kısaca bizim demokratik geçiş sürecimizin tamamlanması olarak görülebilir. Bu geçiş süreci her ülkenin kendi özgün sosyolojik ve siyasi şartlarında gerçekleşir.
İstikrarlı Demokrasinin Şartları
Demokrasinin kalıcı istikrar kazanabilmesi için literatürde üç temel konu tartışılır. Birincisi kurumsal yapıdır. Anayasanın yapılması, parlamentonun kurulması, seçim sistemlerinin tanımlanması gibi. İkincisi, sosyo-ekonomik anlamda demokrasiyi destekleyecek bir ekonomik gelişmenin sağlanması, orta sınıfın güçlendirilmesi ve refahın yaygınlaştırılmasıdır. Bu kolay bir süreç değildir ancak liberal teori açısından, bakılırsa özellikle ampirik çalışmalarla desteklenmiş olan argüman ülkenin orta sınıfı büyüdükçe, ekonomisi geliştikçe demokrasinin güçleneceği ve darbe olasılıklarının azalmasıdır. Nitekim 15 Temmuz darbe girişiminin halk kitlelerince reddedilmesi de bu çerçevede açıklanmaktadır.
Belli bir orta sınıf oluşmuş, demokrasisi yerleşmiş, gelir düzeyi yükselmiş ülkelerde insanlar kendilerine şiddet yoluyla siyasi bir iradenin dayatılmasını kolay kolay kabul etmezler. Her halükârda sosyoekonomik anlamda gelişmiş toplumlarda demokrasi daha pürüzsüz işlemektedir. Üçüncü unsur, bugünkü ana konumuz olan siyasal kültürle ilgilidir. Siyasal kültür siyaset anlamında, demokrasiyi mümkün kılan kültürdür. İnsanların bireysel davranışlarının demokratikleştirmektir. Bu yapılabiliyorsa demokrasinin alanı çok daha fazla genişler, liberal demokrasi denilen sivil özgürlüklerin güçlendirildiği bir demokratik rejim mümkün kılınabilir.
Bireysel Özgürlükler ve Kamusal Düzen Denklemi
Burada özellikle muhalefet ve demokrasi açısından bakıldığında Türkiye de dahil olmak üzere gelişmekte olan birçok ülkedeki ana sorunlardan birisi, demokrasinin sadece sivil özgürlüklerle mümkün olacağına ilişkin algıdır. John Locke gibi liberal düşünürler açısından bakıldığında özgürlüklerin de bir düzen içerisinde kullanılması gereği sürekli vurgulanır. İşte burada demokratik hukuk devleti kavramı özel bir anlam kazanmaktadır. Zira bir ülkede hukuk yoksa özgürlükler de bir anlam ifade etmez. Özgürlüklerin alanının tanımlanması, düzenlenmesi gerekir. Burada da netice itibarıyla hukuk denilen kavram, üzerinde yaşanılan siyasal toplumun temel siyasi değerleri ile örtüşen normlar ve uygulamalar bütünüdür. Bu konudaki en temel örneklerden birisi Eski Yunan demokrasisindeki tartışmalardır.
Atina’daki demokrasinin altın çağı denilen Perikles döneminde çok ciddi bir refah artışı olmuş ve demokrasi gelişmiştir. Ancak bir süre sonra demagoglar nüksetmiş. Her şer şeyi kendi çıkarları için suiistimal edenler demokrasinin temelini oluşturan kamusal düzenin bozulmasına yol açan gelişmelerin yaşanmasına neden olmuştur. Özetle Sofistler denilen bir grup felsefi ve siyasi olarak her şeyi göreceleştirerek, ortak değerleri zayıflatmışlardır. Oysa hiçbir ortak değeri kalmamış bir toplumda ancak kaos ortaya çıkabilirdi ve öyle de oldu. Atina demokrasisi yerini oligarşiye bıraktı. Hiçbir ortak değerin olmadığı yerde de hukuk devleti inşa edilemez. Demokratik hukuk devleti belli bir anlayışın oturmasına bağlıdır. Nitekim demokrasi yıkıldıktan sonra ortaya çıkan üç büyük filozof olan Sokrates, Platon ve Aristo esasen bugünkü anlamda söylemek gerekirse Cumhuriyetçi gelenek içerisinde Cumhurun ortak değerlerini yeniden inşa etme arayışlarının temsilcileridir. Örneğin Sokrates çözümü insan ruhunda aramaktadır. Köle Menon diyaloğunda görüldüğü üzere aslında doğruların insanın özünde olduğunu ve sorularla bunların ortaya çıkarılabileceği anlatılır. Platon, idealar alemindeki değişmez doğruları bulmaya çalışır ki yeryüzünde kurulacak olan düzen daimî olabilsin. Aristo daha insanidir, daha anlaşılırdır. İnsani mekanizmalar üzerinden karma bir sistemle ılımlı bir yönetimin kurulması, orta sınıfın güçlendirilmesi, şiddetin reddedilmesi konuları ile ilgilenir. En çok üzerinde durduğu hususlardan biri şiddete dayalı olarak yöneticilerin el değiştirmesinin reddi ve ihtilallerin olmamasıdır. Çünkü ihtilallerle gelen iktidar ve rejim değişiklikleri acı topluma verir.
Türkiye’nin Sorunu Halk Değil; Elitler Çatışmasıdır
Türkiye için konuşulacak olursa, özetle halk nezdinde demokrasinin kabul bulması konusunda çok büyük sorun gözükmemektedir. Yeter ki imkân ve fırsat verilsin, insanlar olabildiğince özgür olabilsin, düzenli bir siyasal ve toplumsal hayat olabilsin. Yapılan bütün kamuoyu yoklamalarında halkın yüzde doksanının demokrasiyi en iyi rejim olarak savundukları görülmektedir. Asıl sorun, esasen Türkiye’deki siyasal elitler arasındaki sorundur. Bize 367 garabetini yaşatan da seçkinci siyasi elitlerdir. O karar halkın değil Anayasa mahkemesine seçilen bir zümrenin ideolojik tercihinin yansımasıdır. 28 Şubat sürecinde askeri unsurların demokrasiye yaptığı baskılara destek veren bazı medya, sermaye ve siyaset unsurları ile “Beşli grup” olgusu da genel olarak elitlerin kendi arasındaki yakıcı ve uzlaşmaz rekabetin tezahürüydü. Siyasi elitler bunu fazla ideolojik çerçevede, kendi çıkarları üzerinden değerlendirmektedirler veya kendi kafalarında en iyi yönetim biçimi konusunda ciddi sıkıntılar vardır. Demokrasiye geçiş aşamasındaki sosyo-kültürel şartların güdülediği sosyalleşme süreçleri, siyasi elitlerin demokrasiye bakışını da önemli ölçüde belirlemektedir.
Bizde demokrasiye geçiş evrimci değil devrimci şekilde olduğu için, bu anlamda kalıcı Anayasal hukuk devletinin tüm kurumlarıyla yerleşmesi oldukça sorunludur. Devrimle gelen sokak hareketi veya şiddetle inşa edilen bir demokratik rejimin daha sonraki restorasyon süreçleri ve sorun çözme mekanizmaları da maalesef sorunlu olmaktadır. Bununla ilgili üç temel uygulama Amerikan, İngiliz ve Fransız örnekleridir. Bu üç örnekten Anglo-Sakson geleneği daha evrimci, daha uzlaşmacıdır; sorunları çok büyütmeden çözer, sokağa ve şiddete yer bırakmaz. Ancak Fransız demokrasisi devrimle iş başına geldiği için istikrarsızdır, sorunludur. Edmund Burke’ün de ifade ettiği şekilde, devrimle iş başına gelen yönetimlerin sürdürülmesi de hep gergin ve sancılı olmaktadır.
Özetle bizde de erken Cumhuriyet siyasi elitlerinin demokrasi kavramlarıyla tanışması büyük ölçüde Fransız devrimci düşüncesi vasıtasıyla olmuştur. İlk erken dönemde yurt dışına eğitime gidenler genelde Fransa’ya gitmişlerdir. Hatta Sultan Abdülhamit’in “Keşke bir kısmını da İngiltere’ye gönderseydik’’ dediği söylenir. Farklı kültürlerle tanışma ve demokrasi tecrübesine belki daha yumuşak geçiş şeklinde yapılabilirdi. Her halükârda tarih “keşke”si olmayan bir şeydir.
Bizdeki gelenekte, siyasi anlamda Fransız İhtilali’ne çok ciddi anlamda bir öykünme vardır. Jakobenik anlayış erken Cumhuriyet siyasi elitlerindeki ve bugünkü İttihat ve Terakki’nin devamı olan partilerde diyaloğu ve uzlaşmayı değil, dayatmayı esas alır. Kendilerini aydınlanmış bir zümre olarak görür ve “cahil halkın” geri kalanını devlet eliyle, gerekirse zorla aydınlatılmasını gerekli görürler. Bu yaklaşım, Fransa’da ifade edilen “Beyaz adamın medeniyet götürmesi misyonuna” benzer bir şekilde tek taraflı bir dayatmacı yaklaşımdır. Siyasal kültür olarak sorun çözme ve demokrasiyi derinleştirme anlamındaki bu kültür bizde ne yazık ki çok olumlu katkı sağlamamıştır.
Darbeci Geleneğin Zihni Arka Planı
27 Mayıs dahil olmak üzere o cuntacı gelenek büyük ölçüde bu jakoben geleneğin farklı versiyonları olarak her on yılda bir karşımıza çıkmaktadır. Bugün de temel sorunlardan birisi budur. Tarihsel olarak hukuk sistemimiz açısından bakıldığında da Almanlardan çok etkilendiğimiz görülür. Çünkü Fransa’dan sonra 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında İngilizlerle düşmanlık esasına dayalı bir ilişki olduğundan Almanlarla yakınlaşılmıştır. Ancak Almanların Hegel’ci organik toplum felsefesi de demokrasinin gelişimi açısından sorunlu olan bir yaklaşımdır. Farklılıkları tehdit olarak görür. Sivil toplumun güçlendirilmesi, halkın egemenliğinin pekiştirilmesi, demokrasinin tabana yaygınlaştırılması anlamında çok ciddi sorunlar vardır ve bu darbeci gelenek esasen buralardan beslenmektedir. FETÖ yapılanması bu anlamda her ne kadar muhafazakâr görünümlü ya da İslami referanslı bir grup gibi görünse de, gerek ordunun içerisindeki militanları gerekse yargıdaki uzantıları bu jakobenist geleneği referans almışlardır. Esasen kendilerine 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül darbe dönemlerinde içinde yaşadıkları toplumdaki o darbeci geleneğin kodlarını tevarüs ettikleri ise ancak 15 Temmuz’da tam olarak açıklık kazanmıştır. Bu anlamda 15 Temmuz’a prototip olarak aldıkları ilk uygulama örneği esasen 1960 darbesidir ve FETÖ tam bir taklitçi cunta hareketidir. Nitekim 15 Temmuz öncesinde FETÖ iltisaklı subayların en çok okuduğu kitaplar 1960 Darbesine ilişkin kitaplardır. Talat Aydemir olaylarında Fethullah Gülen’in bizatihi kendisi Mamak’ta muhabereci olarak askerlik yapmış, cuntacılığı o süreçte gözlemlemiş ve nihayet dışarıdan da destek alarak 15 Temmuz kanlı darbe sürecini organize etmiştir.
Maalesef bizde bir zihniyet olarak jakobenist kültür; halkı yadsıyan, dışlayan ve sözde aydınlanmış küçük bir azınlığın, toplumun geri kalanını medenileştirme projesi olarak demokrasiye baktığı sürece bu tür darbeci geleneklerin neşvünemâ bulması maalesef kaçınılmazdır. Bugün bize düşen şey; eğer bir kamusal muhalefet ve diyalog üzerinde konuşulacaksa bu sorunun açıkça konuşulmasıdır. 28 Şubat 1997 MGK kararları; 27 Nisan 2007 E-muhtırası; 15 Temmuz gecesinde yayınlanan Yurtta Sulh Bildirgesi ve nihayet en son 3 Nisan 2021 tarihinde 103 emekli amiral tarafından yayınlanan siyasi metinlerin ortak ruhu halkı zorla aydınlanmayı (medenileştirme) amaçlamasıdır. Bu nedenle, Jakobenist zihniyet topyekun dışlanmadan darbeci gelenek tamamen bitirilemez.
Bugünkü aktörlerden bağımsız olarak ülkedeki bu yapısal ve kültürel soruna eğilmek gerekir. Muhalefet kültürü olarak şiddeti reddeden, siyasal ve demokratik zeminde siyaset yapmanın alanını tanımlayabileceğimiz bir müzakere süreci yürütmemiz gerekmektedir. Şiddeti bütünüyle reddeden, yönetime gelmeyi ve iktidardan gitmeyi mutlaka ve sadece serbest ve özgür seçimlere bağlayan, buna inanmış ve özümsemiş bir demokratik siyasi kültürünü oluşturmak şarttır. Türkiye’deki bugünkü temel sorunumuz da budur. Demokrasinin kültürel ve siyasal zeminini güçlendirmek için yol haritasını çıkarmak, en samimi zihni ve fiili çabaları sergilemek aydınlar ve entelektüellerin öncelikli görevidir. Aksi halde sadece yazılı bir Anayasa yapmak, demokratik kurumları inşa etmek ve seçimleri periyodik olarak yapmak istikrarlı bir demokratik toplum ve devlet düzeni kurmak için asla yeterli olmayacaktır.