Yer yarılıyor birden. Savruluyor tüm cadde, sokak, ev, bina, insan, kuş, karınca… Toprak üzerindekileri atıyor ne varsa… Köpekler ulumaya başlıyor sebepsiz yere. Ziller, alarmlar çalmaya başlıyor. Bir anda şehir işaret verilmiş gibi sallanıyor. Üstündekileri yok etmek için tabiat neredeyse canlı gibi harekete geçiyor. Mahalleleri birbirinden ayırıyor, dağları silkeliyor. Evler, fabrikalar, yollar savunmasız kalıyor. Büyük ve bitmeyen sarsıntılar dalga dalga geliyor, yokluyor, yıkıyor ve geçiyor. İnsanın hükümranlığı bitiyor, bin yılda yapılanlar birbirine karışıyor, tanınmaz oluyor. Camilerin minareleri devriliyor, evlerin duvarları yollara dağılıyor.
Gecenin, sabaha karşı en karanlık anında evlerden çığlıklar geliyor, duvarlar çatlıyor, sıvalar dökülüyor camlar parçalanıyor. Çıkan enerjiyle gökyüzü aydınlanıyor. Birine olan hepsine oluyor. Binalar önce titriyor sonra sallanıyor ve orakla kesilmiş ekinler gibi yere düşüyor. Görünen hiçbir şey yekpare kalmıyor. Yıkılmayan binalar bir çocuğun itmesiyle dengesini kaybedecek kadar güçsüzleşiyor.
Şimdiye kadar bilinmeyen bir güç öfkeyle gözün gördüğü her şeye dokunuyor. Uykuda yakalanan bedenler betonların altında anında eziliyor. Aileler, kendilerini her şeyden koruyan evlerinde, korunmasız yakalanıyor. Evler, “şşşş” diyerek gürültüyle yıkılıyor. Ardından feryatlar, imdat çığlıkları ve “Allah’ım kurtar!” nidaları geliyor. Anneler son anlarında çocuklarını kucaklıyor. Babalar ailelerini dışarı çıkarmaya çalışırken ölüyor. En abartılı masallarda bile büyüklüğü tahmin edilemeyecek bir canavar oluyor sarsıntı. İnsandan insana, evden eve gücü saniyeler içinde yayılıyor.
Kalabalıkların şoku dehşete dönüşüyor, tanımlanan her şey değişiyor. Söz yerine artık her şey hırıltı, bağırma ve çığlıkla ifade ediliyor. Duygular gidiyor, hisler dondurucu havayla birlikte donuyor. Renkler tek tona sığıyor, herkes kendi sokağında kayboluyor, adresler siliniyor, şehrin manzarası değişiyor.
Evleri vuran şok dalgası, ayakta kalabilen insanlara da nüfuz ediyor. Yan yana duranlar birbirini duyamıyor. Göz gözü görmüyor. Kurtulanlar, yıkıntıların arasından nefessiz kalmış halde çıkıyor. Yaralılar dumanların arasında bir o yana bir bu yana gidiyor. Bazıları, evlerinden kalanların etrafında çaresizce dönüyor. Sarsıntı durduktan sonra yağmur, toz, duman ve insan dışında hiçbir şey hareket etmiyor. Herkes gördüklerine ve duydukları karşısında mecalsiz kalıyor…
Sürünerek, emekleyerek, topallayarak çökmüş binalardan kaçıyorlar. Bir çocuk akan kanına, işaret parmağıyla dokunarak ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Pencerelerden atlayanlar ya da sevdiklerini battaniyelere sararak balkondan atanlar var. Yaşlı bir kadın korunmak için evinin içinde oraya buraya kaçıyor. Ama saklandığı mutfakta, yan bina üzerine devriliyor.
Bir süre sonra herkes kaçmak için arabalara hücum ediyor. Ama tüm şehir yollara düştüğünden kimse hareket edemiyor. Trafik gitmeyince yollar otoparka dönüşüyor. İnsanlar etrafa çarpa çarpa ilerliyor, ilk karşılaştığından yardım dileniyor. Kadınlar ve adamlar yakınlarının ismini ağlayarak tekrarlıyorlar. Yıkılan evlerden gelen “kurtarın bizi” sesleri gürültüden duyulmuyor. Yağmurla birleşen dondurucu soğuk, felaketin boyutunu daha da büyütüyor. Soğuğa karşı mücadeleyi ilk kaybedenler yaralılar oluyor. Ayaz, vücutları bıçak gibi kesmeye başlıyor. Hayatta kalanlar bu kez de soğuktan titriyor.
Bir rüya olmalı bu. Saniyeler içinde başlayıp biten bir kâbus. Çünkü gerçek olamayacak detayları var; O kadar bina aynı anda yıkılır mı? Bu kadar insan aynı anda ölebilir mi? Bütün bunlar insan algılamasının çok üzerinde!
Sabah oluyor havadaki yoğun grilik eşliğinde. Felaketin büyüklüğü, insanların enkaz üzerinde karıncalar gibi çalışmaya başlamasıyla fark ediliyor. Soğuk öyle etkili ki kaldırımlarda ateşler yakılıyor. Yollarda başı ve sonu belli olmayan trafik oluşuyor. Bazıları çıplak elleriyle yıkıntıları kaldırarak yakınlarını enkaz altından çekip kurtarıyor. Bir teyzenin bedeni iş makinesinin kepçesine takılıyor. Etrafa dağılmış dinî kitaplarını biri topluyor. Enkaz altındakiler dışarıdakileri duyuyorlar ama kendilerini kimse duymuyor. Bağırmaktan sesleri kısılınca kadere boyun eğiyorlar. Bir yatalak hasta yıkılmak üzere olan bir apartmanın en üst katında yatağında kurtarılmayı bekliyor.
Kedisini bulmadan dışarı çıkmayan çocuğun üzerine çöküyor bina… Sadece kolları ve başı enkaz dışında olan kadın üzerindeki ziynet eşyalarını çıkarıp başında bekleyenlere verdikten sonra ölüyor. Bazıları sevdiklerinin vücudunu cansız da olsa tek parça alabildiklerine seviniyor. Onlarca ton betonun altında kalanları görenler, bir şey yapamayacağını anlayınca feryatları duymamak için oradan çaresizce uzaklaşıyor…
***
“Her şeyin yok oluşunu aynı anda nasıl görebilirim? Aynı anda her yerde nasıl olabilirim?” dediğimde bunun bir rüya olduğunu tekrar aklıma getiriyorum. Uyanınca hepsinin biteceğini anlamak üzüntülerimi hafifletiyor. Bulunduğum yerde bilmediğim bir güç beni hafifletiyor, öyle ki ayaklarım yerden kesiliyor. Binaların üstünde geziniyorum. Şehrin yaslandığı Âhir dağına yükseldiğimde bunun normal olduğunu düşünüyorum. Sonra o kadar dumanın, yağmurun, tozun çığlığın ve yıkılan binanın arasında uçan kuşları görüyorum. Ben de peşlerinden gidiyorum. Çöken binaların enkazlarının arasından, arada beyaz kuşların çıkıp gökyüzünde öbek öbek biriktiğine şahit oluyorum.
“Bu rüya benim, bu sahneleri zihnim yarattı! O zaman şikâyet etmeden izleyeceksin!” diye mırıldanıyorum. Havada duruyorum ama kimsenin dikkatini çekmiyorum. Meydanlarda toplanan insanlardan uzaklaşıyorum. Burada bir görevim yok ama görmem istenilen şeyleri görmeden uyanmam mümkün değil. Benim cezam bu! İzleyeceksin ve hissedeceksin!
Maraş’ın en büyük caddesindeyim. Belki de kırk senedir bu cadde bana hep yaşamın coşkusunu vermiştir. Ama yürümenin keyfini çıkaramıyorum. Acelem varmış gibi binadan binaya savruluyorum, yine havadayım. Merak duygumun önlenemez dürtüsüyle kendimi bir binanın en üst katına atıyorum. Burada kuşlar var. Beyaz, gri, pembe… Yaşanan felaketten habersiz birbirleriyle konuşuyorlar. Sahibi onları unutmuş, gitmiş ya da ölmüş olmalı. Büyük bir kafese dönüşen Kümeslerini açıp serbest bırakıyorum onları. Ama koca bina tekrar başlayan bir sarsıntıyla çökmeye başlıyor. Bir anda kuşlarla birlikte düşüyoruz aşağı. Onlar uçmaya başlıyorlar gökyüzüne doğru. Ben de arkalarından gitmek istiyorum ama bu kez başaramıyorum, altımdaki bina beni aşağı çekiyor. Arkalarından bakıyorum onlar beyaz bir perde gibi göğe yayılırken. Şimdi ben de felaketin kurbanıyım artık. Betonlar, demirler, eşyalar arasında hızla düşüyorum.
Bütün ölenlerin son anlarını hissetme vakti şimdi. Demek ki böyle öldüler diyorum düşüş anında. Bir demir kaburgalarımı deliyor, bir beton kolon hemen üzerimde benimle aşağı düşüyor. Az sonra beni ezecek biliyorum. Sağ tarafımdan hızla gelen bir eşya o çok sevdiğim yüzümü parçalıyor. Artık beni gördüklerinde son kez yüzüme bakamayacaklar. Zayıf ellerimle beni ezecek betona dokunmaya çalışıyorum, bir başka şey yanımdan geçerken elbiselerimi parçalıyor. Şimdi her şey toz duman, görmüyorum, duyuyorum ve sadece hissediyorum. Bir bebek ağlaması geliyor aşağıdan. Annesiyle düşüyorlar mı uçuyorlar mı bilmiyorum. Yan bina da hışımla çökmeye başlıyor. Çıkan yoğun toz ciğerimi yaktığı için nefes alamıyorum. Göz gözü görmeyen toz bulutu dağıldığında ben çoktan bu karmaşanın cansız bir parçası olacağım.
Son anımda ne söyleyebilirim ki? Hiçbir söz söylenmeden tek kelime etmeden yıkılan binaların arasında kaybolanlar, enkaz altında soğuktan donanlar her şeyi söylediler. Bütün liderlerin, filozofların ve diğer büyük insanların söylediklerinin üzerinde şeyler söylediler son nefeslerinde. Ama maalesef bundan sonra zamanımız, onların bu söylediklerini önemsizleştirmekle geçecek. Ne demek istediklerini en süslü ve en kurnaz laflarla yorumlayacağız. Bütün bir sistemi değiştirmeye ölülerin güçleri yetmeyecek. Onların söylemek istediklerini savunmaktansa onları unutturmak için çalışacağız. Ölümleriyle anlattıklarını, “Her şeyi kendi şartları altında değerlendirmek lazım” diyerek geçiştireceğiz. Sonunda, haksız yere ölenlerin ölümünden bir şeyler çıkaranlar ve haksız yere ölenleri normal karşılayanlar olarak ayrılacağız.
Bu öyle bir an ki tek umudum uyanabilmek. Rüya olduğuna eminim ama ne kadar sürecek? Başlaması gereken her şey başlamış, olmuş ve bitmiş. Hiçbir şeyi ne geri döndürebilirim, ne de değiştirebilirim. Nihayet apartmanın molozları arasında kayboluyorum. Binanın her parçası, sanki öldüğümden emin olmak için gövdemden bir parça alıp gidiyor. Üzerimde günlerce çalışsalar ancak kaldırabilecekleri bir yük var. Ama bütün bu ağırlığa rağmen beklediğim ölüm gelmiyor! “Yaşa ve anlat” diyor bunların olmasına izin veren; “Uyan ve anlat!”… O anda, uzaktan gittikçe bana yaklaşan tanıdık bir ses duyuyorum. Ses toz bulutunun içinde tekrarlanıp yankılanıyor. Sesin iyice yakınlaşmasıyla gözlerimi açıyorum. Evimde ve yatağımdayım, üstümde zerre toz yok, duman yok, kendimi yokluyorum ellerimle; bedenim tek parça ve nefes alabiliyorum. Başucumda biri var, hayatım boyunca duyduğum, kulağıma en aşina sesiyle çağırıyor;
“Deprem oluyor! Kalk, evden çıkalım oğlum!”
Bu annemin sesi.
Kendime geliyorum. Acele etmemi söylüyor. Uzattığı anahtarı alıp kapıya yöneliyorum, kapıyı açmaya çalışırken duvardaki saate bakıyorum; Saat gecenin 04:17’si, yer Kahramanmaraş…