12 Ekim 2025, Pazar

Gazze, Soykırım ve Felsefenin Sorumluluğu – Prof. Dr. Tahsin Görgün

1.Sorun: 9 Aralık 1917 yılında Kudüs’in İngilizler tarafından işgali ile başlayan, 20. Yüzyıl boyunca adım adım devam eden, günümüzde Gazze’de, canlı yayında tüm insanlığın gözü önünde gerçekleşen soykırım, ilk defa gerçekleşen ve yalnızca yerel bir olay değildir: son yıllarda Afganistan, Irak, Libya ve Suriye gibi bölgelerde süregelen katliamlar serisinin temsil gücü yüksek son örneğidir.  Gazze’de gerçekleşmekte olan soykırım, modernitenin özü olan iktidar iradesinin mahiyetini görünür hale getiren, meşhur ifadesi ile “estetik” bir operasyondur. Yeryüzünde son iki asırda belirleyici hale gelmiş olan bir yönelişin, kendisini ifşa etmesidir.

Esas itibariyle varlığın ve varoluşun güç/kudret ile alakalı olması, bu gücü elinde bulundurduğunu zannedenler açısından, neyin var neyin yok olacağına karar verme konumunu kendilerine has kılarak, sadece tabiatta değil, insanlar ve toplumlar arasında kimlerin varlığını sürdüreceği ve hangi çevre ve çerçevede sürdüreceğine de karar verebilecekleri gibi bir zehaba kapılmışlar; insanlığın hayatını son iki yüzyıllık süreç içerisinde bir bütün olarak Gazze’ye dönüştürmüşlerdir. Aslında bütün bir yeryüzünün Gazze olduğu gerçeğinin fark edilmesi, Gazze’de soykırımı yürütenler, zamanında Hegel’in söylediği, “olan olması gerekendir” sözünün mucebince amel etmektedirler. Yine onlar meşruiyetin yegane gerekçesinin yapılabilirlik olduğunu; yapabiliyorsanız yapabilirsiniz fehvasınca amel ediyorlar.

  1. Yüzyılın başından beri gerçekleşen uygulamaların her bisisi, bunun böyle olduğunun kendi başına bir şahidi olmakla birlikte, bunu gerçekleştirenler en azından söylem olarak yine de insanlığın daha iyi şartlarda yaşaması ile ilgili bir umudu kullanıyorlardı. Bütün ideolojiler bu umudun su-i isti’malinin örneklerini teşkil etmektedirler. Günümüzü daha önceki dönemlerden ayıran temel husus, soykırımı ve insanlığa karşı suçları işleyenlerin böyle bir meşrulaştırma ihtiyacı hissetmemesi; sadece güçleri yettiği için, güçlerinin yettiği her şeyin onların hakkı olduğuna dayalı bir hatt-ı hareket yürütmeleridir. Çin’in Doğu Türkistan’daki, Avrupa Birliği’nin Bosna’daki, Rusya’nın Kırım ve Ukrayna’daki, Fransa’nın Libya ve Afrika’nın bütün bölgelerindeki hatt-ı hareketi İsrail’in Gazze ve Batı Şeria’daki tavrından; bütün bunlar ABD’nin Afganistan, Irak ve Suriye’deki tavrından farklı değildir. Bunların tamamı ve ekonomi, bilim, sanat, hukuk, siyaset gibi alanlarda yürütülen faaliyetler, nasıl bir dünyada yaşadığımızı gösteren açık kanıtlardır. Bu kanıtların hemen hepsinin özelliği insanlığa karşı yürütülmesi ve hedefe insanlığı yerleştirmiş olmalarıdır. Mevcut dünya sistemi, insanlığa karşı suç işlemeyi varlık sebebi ve gayesi haline getirmiştir. Daha doğrusu başında asli olanla irtibatı koparmayı bir başarı olarak vaz eden yöneliş, sonunda tür olarak insanlığın varlığını tehdit edecek bir konuma gelmiştir.

İnsanlığa karşı suç işleyenlerin parçası olmamak veya olmadığını düşünmek, işlenen cinayetler karşısında sorumluluktan kurtulmak anlamına gelmiyor. Bir taraftan biz Türkler devletimizin NATO üyesi olması hasebiyle şu veya bu şekilde işlenen cinayetlerin bir parçasıyız. Bunu baştan kabul etmemiz gerekiyor. Mesela NATO’nun Afganistan operasyonuna Türkiye’nin de üye bir ülke olarak katıldığı gerçeği, bu süreçteki sorumluluğumuzu açıkça ortaya koymaktadır. Türk askerlerinin doğrudan silah kullanmamış olması, NATO’nun ABD ve İngiltere liderliğindeki cinayetlerine destek olduğumuz gerçeğini değiştirmez. Bu destek, acıların artmasını engelleme gibi bir konumla yorumlansa da, belki belirli bazı cihetlerden orada olmanın bazı şeyleri en azından belli ölçüde sınırlamayı temin etmesi imkanı dikkate alınsa da, nihai olarak işlenen bir cinayette cinayeti işleyenlerin yanında yer almak gibi bir durum söz konusudur. Tabii ki burada sorumluluğun mevcut hükümetlerde olduğu gibi bir yaklaşım, hem sathi hem de gerçekçi olmayacağı için, kolay bir açıklama olacaktır; nitekim ittifakların çok boyutlu ve çok katmanlı ilişkiler olduğu dikkate alındığında, ittifakların yapısı gereği herhangi bir yönetimin ittifakın ortak faaliyetlerinde yer alma zorunluluğu bulunmaktadır. Bir ittifakın içinde bulunuyorsanız, onun gereğini yapmak zorundasınız. Bir ittifakın sizin ve insanlığın hayrına hizmet edip etmediğine karar vermek ve bunun mucebince amel etmek, tabii ki bu hususta yetki ve sorumluluk taşıyanların işidir. Bunun da ön şartı o ittifak içinde bulunmanızı gerektiren şartların gerçekten ortadan kalkmış olması konusunda yakini bir bilginin bulunmasıdır. Genel olarak NATO’nun özel olarak da Türkiye’nin NATO üyeliğinin bu cihetten değerlendirilmesi ve duruma göre alternatiflerinin oluşturularak, bir karar verilmesi, basit bir siyasi karar olmanın çok ötesinde, tarihi ve ahlaki bir bilinç kadar, karşı kaşıya kalınan sorunlar cihetinden, bu sorunların halli ile alakalı bir güç temerküzünü de iktiza etmektedir. Bütün mesele de nihai olarak güç temerküzü noktasında kendisini göstermektedir.

Uluslararası Hukukun Çöküşü ve Modern Batı’nın Özü

  1. Gazze’deki soykırım, yakın bağlamı cihetinden bakıldığında, 11 Eylül sonrası oluşturulan atmosferin bir uzantısıdır. Habermas ve Derrida’nın bu bağlamda sunduğu görüşler, mevcut uluslararası hukukun ve çok taraflı kurumların Batı felsefesi mirası içinde geliştiğini vurgular[i]. 11 Eylül’den hemen sonra yazılan bu metinler, Afganistan ve Irak işgalleri henüz gerçekleşmemişken bile, neler olacağına dair bir öngörü sunmaktadır. Habermas ve Derrida, mevcut hukuki ve siyasal sistemin Aydınlanma temellerine dayandığını ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi gibi kurumların bu mirasın bir sonucu olduğunu belirtir. Burada dikkat çeken önemli bir husus, Habermas ve Derrida ile söyleşileri yürüten Borradori’nin şu tespitinde dile geliyor: “Burada önceden belirlenmiş kurallar yok: ilke olarak, yasal ve yasadışı hamleler arasında hiçbir ayrım olmadığı gibi, en iyi hamlenin hangisi olduğuna karar verirken başvuracağımız bir ana prensip de yok.”[ii] Bu ifade aydınlanmaya dayalı sistemin geldiği noktayı teşhis etmesi açısından dikkate değer bazı unsurlar taşımaktadır.

Her ne kadar bu ifadeler terörizme karşı mücadele bağlamında bir durum tespiti olarak söylense de, bundan daha fazlasını ihtiva ediyor. Önceden belirlenmiş kuralların bulunmaması, bütün sözleşme teorilerinin hareket noktasını teşkil eder. Sözleşme önceden belirlenmemiş bir durumda tarafların iştiraki ile teşekkül edecektir. Toplumsal sözleşme teorilerinin bir arzudan öteye geçmediği, tamamen kurgusal bir söylem olduğu ve güç sahiplerinin kendi konumlarını haklı çıkarmak için geliştirilmiş söylemler olduğunu dikkate aldığımız vakit, burada dile getirilen kuralsızlığın ve ilkesizliğin, toplumsal sözleşme söylemine içkin olduğu ortaya çıkar. Dolayısı ile kuralsızlık ve ilkesizlik kendisini ilk defa terörle mücadele sürecinde ortaya çıkarmış değildir. İlkesizlik ve kuralsızlık aydınlanmaya içkin olduğu için, modern batı zaman zaman ilkeli ve kurallı davrandığı intibaını oluşturmaya gayret etse de, hiçbir zaman ilkeli ve kurallı davranmamıştır. Bunu davranamamıştır şeklinde söylemek daha doğrudur; çünkü ilkesiz ve kuralsız olarak başlayan bir sürecin, ilkeli ve kurallı bir şekilde devam edeceğini beklemek beyhudedir. Bunu biz Batılıların sömürgecilik süreçlerinde takip ettiğimiz gibi, islam dünyası ve özellike Osmanlı devleti karşısındaki tavırlarında da attıkları her adımda gördük. İlkesizlik ve kuralsızlığa maruz kalmak mecburiyeti bizim modernite tecrübemizin esasını teşkil eder. Borradori’nin tespiti bu yönden önem arz etmektedir.

Bu ifadelerin 11 Eylül 2001 sonrası bağlamında söylenmiş olması, daha derin bir anlamı olmadığı anlamına gelmiyor, demek ki. Teröre karşı mücadelede modeern batı kendi özünü ifşa etmektedir. Kısaca bu durum, teröre karşı savaşın bir satranç oyunu olmadığını ifade eder. Satrançta önceden belirlenmiş kurallar bulunurken, mevcut uluslararası düzenin devre dışı kaldığı bir olağanüstü hal söz konusudur. Olağanüstü halin en önemli özelliği, tanınmış veya geçerli bir kuralın olmamasıdır. Bu şartlarda, güç sahipleri neyi yapabiliyorsa onu doğru kabul eder. Yasal ve yasa dışı hamleler arasında ayrım ortadan kalkar ve en iyi hamleye karar verecek bir ana prensip bulunmaz. Bu, yalnızca ABD ve NATO için değil, Çin, Rusya, Fransa, İngiltere gibi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyeleri için de geçerlidir. Güç, neyi yapabiliyorsa onu meşru kılar.

Bu perspektifi genişlettiğimizde, tarihin farklı dönemlerinde benzer kural tanımazlık örnekleri görülür. ABD’nin Vietnam’daki faaliyetleri, Stalin’in Kırım’daki soykırımı, İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde İngilizler ve Amerikalılar tarafından Dresden ve Berlin’in halı bombardımanıyla dümdüz edilmesi, 19. yüzyılın son çeyreğinde Berlin Kongresinde emperyalist ülkelerin dünyayı, özellikle Afrika’yı paylaşması, veya Amerika kıtalarında yerli halkların İspanyollar, Portekizliler, Fransızlar ve Hollandalılar tarafından yok edilmesi gibi olaylarda herhangi bir kurala riayet edilmemiştir. Bu örnekler, son beş yüzyılın insanlık tarihinin kural tanımayan soykırımlar ve katliamlarla dolu olduğunu gösterir. Habermas ve Derrida’nın 11 Eylül sonrası kaygıları, bu tarihsel bilginin bir yansımasıdır; çünkü onlar, Batı’nın ne yaptığını, ne yapabileceğini ve ne yapacağını bilmektedir.

Felsefenin İflası ve Hakikat Algısının Çöküşü

3.Bu bağlamda, felsefi faaliyetin ne olduğu ve böylesi günlerdeki yeri sorgulanmalıdır. Felsefenin en somut olanla meşgul olduğu varsayılır: varlık, bilgi ve değer. Varlık, insanın en temel gerçekliğidir; bilgi, hayatımızın ayrılmaz bir parçasıdır; değerler ise tercihlerimizi şekillendirir. Felsefe, bu somut konuları tematize ederek hakiki anlamda yüzleşmeyi sağlar. Ancak, Gazze’deki soykırım gibi somut bir hadise karşısında felsefenin konumu nedir? Türkiye’de bu olay medya aracılığıyla bilinirken, Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Almanya, Fransa, ABD, Çin, Hindistan veya Rusya’daki halkların bu konuda ne bildiği belirsizdir. Mısır’da Hamas resmi olarak terör örgütü kabul edilirken, İsrail’in bu grubu yok etme girişimi Mısır hükümeti için bir rahatlama kaynağı olabilir. Ancak halkın bakış açısı farklıdır. Batı’da ise İsrail’in bir terör saldırısına karşı kendini savunduğu anlatısı hakimdir. Bu farklı perspektifler, hakikatin perdelerle örtüldüğünü ve geniş kitlelerin Gazze’deki gerçeği Türkiye’deki gibi algılamadığını ortaya koyar.

Bu durum, insanlığın doğru-yanlış ve iyi-kötü ayrımı yapma kapasitesini kaybettiğini gösterir. Batı felsefesinde sorunları teşhis konusunda büyük bir beceri gözlense de, çözüm sunma konusunda bir beklenti veya teklif bulunmamaktadır. Marx’ın “Filozoflar dünyayı açıklamakla yetinir, mesele onu değiştirmektir” sözü, bu pasif konumu özetler. Hegel’in felsefeyi “kavramlarında yakalanmış zaman” olarak tanımlaması da, felsefenin dönüştürme değil, izleme ve kavrama işlevi gördüğünü belirtir. Batı felsefesinin Aydınlanma’ya sadakat üzerine kurulu olduğu düşünüldüğünde, katliamların bu sadakatin bir sonucu olduğu anlaşılır. Dolayısıyla, Batı’dan çözüm beklemek anlamlı değildir.

4.Karl Jaspers’in felsefe tarihine bakışı, bu sadakat ilişkisini açıklar. Jaspers, felsefi faaliyetin bir toplumun teşekkülü ve ölçü veren bir şahsiyetin varlığıyla mümkün olduğunu belirtir. Konfüçyüs, Sokrates, Hz. İsa ve Buda gibi “ölçü veren insanlar”, kendi toplumlarında doğru, iyi ve güzelin ölçüsünü vermiş ve felsefi gelenekler bu sadakat üzerine inşa edilmiştir.[iii] Modern Batı felsefesi ise bu anlamda bir ilkeye bağlılığı reddeden Aydınlanma’ya sadıktır ve bu ilkesizliğe sadakat, mevcut katliamların zeminini oluşturur. Modern Batı’nın getireceği çözüm teklifleri, güçlülerin ve zalimlerin haklılığı varsayımına dayalı bir uzlaşma olabilir; ki bu durum aydınlanmanın temsil gücü yüksek filozofu Kant’in ifadesi ile “içinde gelecekte bir çok çatışmayı taşır” ve birinci dünya savaşı sonrasında gerçekleşen Paris Antlaşmalarını niteleyen David Fromkin’in meşhur kitabının ifadesi ile, en iyi ihtimalle “bütün barışları tamamen bitiren bir barış” olabilir[iv]. Aydınlanma herhangi bir ilkeye dayanmayı akıl dışı ilan ederek ilkeyi değil gücü yücelttiği ve her şeyi bir irade ve güç meselesi olarak kabul ettiği için, ürettiği bütün sonuçlar, iktidar iradesine matuf olmuştur. Bu çerçevede, Batı’dan çözüm beklemek yerine, kendi konumumuzu sorgulamak gereklidir.

Meselenin adını doğru koymak gerekir: Gazze’deki soykırım, bir güç meselesidir. Gazzeliler kendilerini savunacak imkanlardan yoksunken, İsrail bu katliamı icra edebilecek güce sahiptir. 7 Ekim’deki olaylar bir bahane olsa da, bu süreç er ya da geç gerçekleşecekti. Batı Şeria’daki yerleşimci politikaları, bu durumun uzun süredir devam ettiğini gösterir. Örneğin, bir yerleşimcinin bir Filistinlinin evini sahiplenip ona yalnızca bir oda bırakması, sıradan bir uygulamadır. 7 Ekim, yeni bir başlangıç değil, devam eden bir sürecin parçasıdır. Kassam Tugayları’nın 40 civarında ülkeden bir konser için gelmiş olanları rehine alması, soru işaretleri doğurur ve İsrail’in kural tanımazlığını meşrulaştırma fırsatını artırmıştır. Almanya İsrail Büyükelçisi’nin 7 Ekim sabahı Die Welt gazetesinin televizyonuna verdiği demeçte, “Gazze ve Batı Şeria’da yapacaklarımızı herhangi bir kriterle ölçmeyin” ifadesi, bu kural tanımazlığın açık bir beyanıdır.

Bu durum, Afganistan, Irak, Suriye, Libya ve Afrika’daki katliamlarla paralellik gösterir. Fransız yabancı lejyonları, İngiliz istihbarat birimleri veya yerli unsurlar eliyle gerçekleştirilen bu katliamlar, Batı’nın kendi çıkarlarına ve güç iradesine sadakat üzerine kurulu bilim, sanat, felsefe ve siyasetinin bir sonucudur. Nietzsche’nin “İktidar İradesi” (Wille zur Macht) kavramı, bu güç arzusunun nihai sonucunu nihilizm olarak tanımlar: doğru-yanlış, iyi-kötü ayrımının anlamsızlaşması. İnsanlık, bu noktada yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Hakikate Sadakat ve Müslümanların Sorumluluğu

  1. Peki, bu durumda ne yapacağız? 2 milyar Müslüman, yerkürede yaşayan insanların dörtte birini oluşturur. Güç, sadakat üzerine kurulur; İbn Haldun’un “asabiyet” kavramı, bu samimi bağlılığın bir toplumu güçlü kıldığını ifade eder. Eğer 2 milyar Müslüman, kelime-i şehadete sadakatini bireysel seviyede olduğu gibi, toplumsal ve sistem seviyesinde de samimiyetle yaşasa, bu devasa coğrafya ve imkanlar bir güç teşkil ederdi. Bunun anlamı kısaca şudur: mesele tek tek müslümanların iyi birer müslüman olup olmadıkları ile alakalı değikdir; çünkü her dönemde müslümanların bireysel olarak kusurları olmuştur; bugün de mevcuttur ve yarın yaşayacak müslümanların da şu veya bu cihetten kusurları olacaktır. Mesele o halde kusursuz müslümanın varlığı değildir; tek tek müslümanların kusurları, toplum tarafından; toplumun muhtemel kusurları ise sistem yani kurumlar tarafından ikmal edilir. Ancak bu adımı atabilmek için ciddi bir çalışma gereklidir. Çünkü bu mertebelerin birbiri ile irtibatı içinde inşa ve ihya edilmesi, sadece ilim yoluyla olabilir. Eksikleri olan fertlerden oluşan ve eksikleri ikmal eden toplum kadar, toplumun muhtemel eksiklerini ikmal eden sistemler, müslümanların bir güç oluşturarak, ilkesiz bir şekilde insanlığa tahakküme teşebbüs eden zorbalara, onların anladığı dilden konuşarak, sınırlarını gösterebilir. Nitekim ABD başkanı Trump’ın “Hamas rehineleri bırakmazsa Orta Doğu’yu cehenneme çeviririz” açıklaması, bu gücün rahatlığını yansıtır. Pentagon’un 850 milyar dolarlık bütçesi ve küresel üsleri, bu tehdidi mümkün kılar. Bu zorbalığı dengelemek, bir güç oluşturmayı gerektirir; aksi takdirde, İnka ve Aztek medeniyetleri gibi yok oluş kaçınılmazdır.

Müslümanların farkı, hak ve hakikate sadakattir. Hak, hakkaniyet ve hukuk, Müslüman varlığının temelidir. Peygamber’e sadakat, bu düzenin esasıdır. İnsanlık, hak kavramını ahlaki, hukuki ve estetik anlamda kaybetmişken, Müslümanlar ferdi hayatlarında mevcut olan bu irtibatı toplumsal ve sistemsel seviyede yeniden kurmak zorundadır. Kant’ın “kendinde şey”i anlamsız bulması, Hegel’in hakikati sürece indirgemesi ve Marx’ın bunu güce dayandırması, Batı felsefesinin hakikati yok sayan yönelişini gösterir. Müslümanlar ise, kendilerini önceleyen ve hayatlarına her aşamada eleştirel bir şekilde refakat eden ilahi hidayeti dikkate alarak hakikatle irtibat kurararak, varolur. Toplumsal seviyede nelerin başarılabileceğini biz dünyanın dört bir tarafında yürütülen yardım ve hayır faaliyetleri ile gösterdiğimiz gibi, sistem seviyesinde neleri başarabileceğimizi savunma sanayiindeki konum göstermektedir. Bu ancak ilim ve irade ile mümkündür; ilim derken kast ettiğimiz şey, her şeyden önce kendi hayatını ve tecrübelerini ciddiye almak, kendi tecrübesini, bilgi konusu ve kaynağı haline getirmeye bağlıdır. Tabii ki bu yapılırken, doğru, iyi ve güzele riayet esastır. Savunma sanayiinde ve ticaret gibi birçok alanda ilk alametlerini gördüğümüz bu başarı, bu alanlarda sürdürülürken, hayatın diğer alanlarına da taşınabilir. Bunu yapmanın ön şartı ise gündelik siyasetin ötesinde, meseleleri ilmi olarak kavramak ve ilmi olarak, hakk ve hakikate muvafık bir şekilde çözmenin makul yollarını geliştirmektir.

Son yüzyılda ilimlerin kaybı, Müslümanları Kur’an ve hadislerle sınırlı bırakmıştır. Ancak usul olmadan bu kaynaklarla irtibat, bireyi manipülasyona açık hale getirir. Hz. Mevlana’nın Muaviye ve şeytan hikayesi, usulsüzlüğün tehlikesini vurgular. Farabi’nin ayet ve hadise atıfta bulunmadan oluşturduğu model, İslam medeniyetini evrensel bir dile çevirerek insanlığa hitap ederken, Buhari’nin Sahih’i yalnızca Müslümanlara yönelir. Alimler, külli esaslarla meseleleri çözme yönünde imkanlar açmalıdır; vaizler ise cüziyatla uğraşır.

Kavramlar, bir tecrübenin organize edilmiş adıdır. Senet, illet, fıkıh gibi kavramlar yanında akıl, ihtiyar, kendinde hayır Müslümanların birikimini yansıtır; sekülerlik, aydınlanma, amaca bağlı rasyonellik ve akıl ise Batı’nın tecrübesini ifade eder. Müslümanlar, hak ve hakikate sadakatle bu birikimi yeniden inşa etmelidir. Türkiye’de üniversiteler, bu süreçte maalesef büyük ölçüde çözümün değil, sorunun parçasıdır. Akademi, hak ve hakikat dışında bir otorite tanımayan alimlerin önderliğinde kendini sorgulamalı ve tanzim etmelidir; çünkü etmek zorundadır. Bu başarıldığında, hakk ve hakikate bağlı, hayrı kendisine gaye edinmiş ve ihsanı bir eylem ilkesi olarak kabul eden bir ilimin refakat ettiği bir güç ortaya çıkacaktır.

Sonuç: Yeniden İnşa ve Sorumluluk

Filistin’deki sorunlar ve katliam, tek başına Siyonizm veya Yahudilere indirgenemez. Siyonizm ve Yahudiler mevcut olduğu için Filistin’de soykırım yapılmıyor; dünya sistemi yahudiler arasında bir kısmının inancını destekleyip, kullanarak, onlar eliyle Filistin’de 1917’den beri sistematik bir şekilde soykırım icra ediyor. İsrail, dünya sisteminin bu bölgedeki aracıdır. Joe Biden’ın “İsrail olmasaydı, Amerikan çıkarları için yaratmamız gerekirdi” sözü, bu gerçeği açıklar. Sorun, ruhsuz ve vicdansız bir mekanizmadır; İngilizlerin kurduğu tezgahı Birleşmiş Milletler sürdürmektedir. Yahudiler ve arz-ı mev’ud fikri hep mevcuttu; ama Filistin’de bütün din mensupları, ama özellikle Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar barış ve huzur içerisinde yaşıyorlardı. Yahudileri Siyonizm yönünde destekleyerek, Filistin’de çatışma ortamını hazırlayan, modern dünyanın öncü gücü olan İngilizlerin önceliğindeki Birleşik Krallıktır. İngilizlerin kurduğu tezgahı ikinci dünya savaşı sonrasında BM Güvenlik Konseyi üstlenmiştir.

Günümüzde müslümanlar için artık arayışlar dönemi bitmiş, restorasyon, yeniden ihya ve inşa dönemi başlamıştır. Müslümanlar, hak ve hakikate sadakatle düşünce ve hayatı yeniden inşa etmenin yollarını geliştirme cihetinde başarılı adımlar atmaktadır. 20. yüzyılın başında dinlerin yok olacağı öngörülse de, Müslümanlar demografik ve manevi bir başarıyla varlığını sürdürmüştür. Bunu, keyfiyet ve kemiyet olarak üst formlara taşımanın makul yollarını geliştirme gayretleri, kendi başına önemlidir.

Ehli kıbleyi tekfir etmeme ilkesiyle işbirliği yapılmalı, kusurlar değil, erdemler öncelenmelidir. Felsefe, hakikat bilincini uyandırarak bu sürece katkı sunabilir.

[i] Borradori, Giovanna, Terör Günlerinde Felsefe, çev. Emre Barca, YKY: İstanbul 2008 (G. Borradori, Philosophy in a Time of Terror: dialogues with Jürgen Habermas and Jacques Derrida, Cichago UP, 2003)

[ii] Borradori, age., s. 17

[iii] Karl Jaspers, Die grossen Philosophen, Die massgebenden Menschen: Sokrates, Buddha, Konfuzius, Jesus, Piper: München 1988 (ilk neşri 1957); (İngilizce tercümesi: Jaspers, The Great Philosophers, the paradigmatic Individuals: Sokrates, Buddha, Confucius, Jesus, London 1962)

[iv] David Fromkin, A Peace to end all Peace, Creating the modern Middle East 1914-1922, Henry Holt and Company: New York 1989 [Türkçe tercümesi: D. Fromkin, Barışa son veren Barış, Modern Orta Doğu Nasıl Yaratıldı?, Çev. Mehmet Harmancı, Epsilon: İstanbul 2008 (5. Baskı)]

Benzer İçerikler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir