17 Kasım 2025, Pazartesi

Bilgi, İrade ve Toplumsal Düzen: Sekülerleşme Süreci ve İslam Düşüncesi Perspektifi – Prof. Dr. Vatan Karakaya

İnsan yaradılışı itibarıyla varlıkla muhatap haldedir ve insanın varlıkla duyusal, vicdani ve apaçık temasları, bilgi kaynağı olarak kabul edilmektedir. İdrak sahibi insanın bu üç yolla elde ettiği bilgi, insan iradesinin özgür kullanımı ve aklın zorunlu ilkesi olarak tarif edilen mantık yoluyla bir hükme dönüşür veya eyleme çevrilir. Bu süreç, toplumları inşa eden sosyal yapıların oluşmasının sebebidir. Kısacası; bilgi–irade–düzen ilişkisi, insandan bağımsız, zorunlu bir ilişkidir.

İnsan için zorunlu olan bu üçlü ilişkinin ilk halkası olan bilginin kaynağının, kişi ya da toplumların inançları olduğunu iddia etmek gerçeğe oldukça yakındır. Çünkü bilginin esas kaynağı, Allah–âlem–insan ilişkisidir. Tarihsel süreçte pagan dinler, tahrif edilmiş inançlar, ilahi vahiy ve felsefi gelenekler bilgiye farklı çerçeveler çizmiş; buna bağlı olarak farklı bilgi tanımları ve sosyal yapılar ortaya çıkmıştır. Milletlere ait bilginin derlenmesi ve aktarılması, tarih boyunca toplumların geliştirdiği eğitim kurumlarının görevi olarak tanımlanmıştır. Bu nedenle bilgi–irade–düzen ilişkisinin inşa edildiği temel yapılar eğitim kurumları olmuştur. Yüksek bilgi üretimi açısından da bu görevi üniversiteler üstlenmiştir. Günümüzde ise üretilen bilginin niteliği ve aktarımı, eğitim kurumlarının konumunu tartışmaların ana eksenine yerleştirmiştir.

Seküler Bilgi Anlayışının Yükselişi ve İslam Düşüncesi

Bilgiye tanım getiren başlıca yaklaşımlar, felsefi gelenekler ve inanç sistemleri olduğundan bahsetmiştik. Bilgiye dair önemli tanımlardan biri olan rasyonalizm, Platon ve Descartes gibi düşünürler tarafından şekillendirilmiştir. Bu düşünürler, matematik ve mantığı esas alarak gerçeğin akıl yoluyla çözülebileceğini, duyguların ise aldatıcı olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Descartes üzerinden modern dönemde etkisini sürdüren bu düşünce ekolünde bilgi, insan–nesne ilişkisiyle sınırlı bir mekanik düzeye indirgenmiş; Tanrısal ya da varlık ötesi bilgiye yer verilmemiştir. Bu çerçevede bilginin kaynağı yalnızca insan ve mekanik doğa olarak tanımlanmıştır.

Bilgiye yapılan bir diğer tanım ise empirizm, yani deneyciliktir. Bu yaklaşımın öncüsü David Hume’dur. Empirizmde bilginin kaynağı duyular ve deneyimlerdir. Bu görüşe göre insan, boş bir levha (tabula rasa) olarak doğar ve deneyimlerle şekillenir. Burada da insan–âlem ilişkisi ön plandadır ve içsel bir öz kabul edilmemektedir.

Kant ise rasyonalizm ve empirizmi birleştirerek bilgiye dair özgün bir yaklaşım sunmuştur. Ona göre fiziki dünyada hem ampirik (deneyimsel) bilgi hem de zihinsel, apriori (duyulardan bağımsız) bilgi vardır. Ancak Kant’ın felsefesi zaman ve mekânla sınırlı olduğu için varlığın ötesine geçemez; bu nedenle seküler bir nitelik taşır.

Bilgiyi kullanan iradenin tarihsel tanımları da yapılmıştır. Platon, iradeyi iyiye yönelten bir etken olarak; Aristoteles ise daha iyi bir yaşam sürmek için yapılan seçim olarak tanımlamıştır. Aristoteles’in yaklaşımı daha seküler ve dünyevîdir; bilgiyi varlık ilkelerine dayandırır ve iradeyi bu temelde şekillendirir. Bu tanım, bilginin tarihsel gelişimini derinden etkilemiştir.

Buna karşılık teolojik gelenekler, özellikle İslam düşüncesi ve Orta Çağ Batı Hristiyanlığı, bilgiyi farklı bir çerçeveye oturtmuştur. Her ne kadar bu iki gelenek bilgiyi Allah ve ilahi vahiye dayandırsa da Batı Hristiyanlığının vahiy ile bağı tartışmalı olduğu için bilgi tanımı da aynı ölçüde tartışmalıdır. Nakib el-Attas’ın da belirttiği gibi, Batı Hristiyanlığı, Antik Yunan, Helenistik kültür ve İbranî gelenekle sentezlenmiş bir yapıya sahiptir. Aziz Pavlus’un Kudüs’ten Roma’ya taşıdığı bu din, Kudüs’te doğmuş ama Roma’da şekillenmiştir. Bu sentez, Tanrı’nın cismani bir varlık olarak tanımlanmasına yol açmış ve bu anlayış bilgiyi sekülerleştirmiştir.

İslam düşüncesi ise bilginin kaynağını doğrudan ilahi vahiy olarak kabul eder. Hz. Muhammed (sav)’in 23 yıllık risâlet sürecinde bu vahiy pratiğe dökülmüş; bilgi–irade–düzen ilişkisi İslam’ın temel ilkeleriyle inşa edilmiştir. Sekülerleşmemiş bilgi, bireylerin iradelerini şekillendirmiş, toplumsal yapıları dönüştürmüştür. Önceki dinler tahrif olduktan sonra ilahi niteliğini yitirmiş, bilgi de sekülerleşmiştir. Din, özünde tektir; bozulmamış haliyle son örneği İslam’dır.

Postmodern dönemde bilgi üretiminin temel kaynağı sosyal inşacılık ve paradigma değişimleridir. Bu anlayışta bilgi, yaratıcı, ahlak ve inanç gibi asıllardan koparılmıştır. Bilgi, toplumun kendi iç dinamiklerinden çıkar; Allah–âlem–insan üçlüsünden uzaklaşarak insan–insan ilişkisine indirgenir. Bu da bilginin sınırlarını daraltır ve onu seküler bir çerçeveye oturtur.

İnsan, yaradılış özellikleri gereği bilgiye erişim ve kullanım açısından bazı zorunlu mekanizmalara sahiptir. İnsan bedeni fiziksel dünyada yer alırken, düşünce yetisi sayesinde varlıkların suretlerini zihninde tasavvur ve tasdik yoluyla bilgiye dönüştürür. Bu yolla elde edilen bilgi, duyularla dış dünyadan alınan bilgidir. Vicdani bilgi ise duyularla alınmayıp içsel deneyimlerden (açlık, sevgi, öfke vb.) oluşur. Apaçık bilgi ise ne tasavvura ne de tasdike ihtiyaç duyar; doğrudan bilinir. Bu üç bilgi türüyle donatılan insan, zihinsel kapasitesi sayesinde irade eder. Her irade ediş bir eyleme dönüşür. Başka bir ifadeyle, bilgi iradeye kılavuzluk eder; irade de bilgiye dayanarak eylem üretir. Bu eylemlerin hikmetli olması önemlidir. Hikmet, “iradenin Allah ile kurduğu bağdan doğan fiil” olarak tanımlanır. Antik Yunan, Batı Hristiyanlığı gibi geleneklerde bu bağ zayıf olduğu için hikmet ortaya çıkmaz; bilgi mekanik doğadan türetilmiştir.

İslam düşüncesinde ise bilgi, ilahi vahiy ve iradeye bağlıdır. İnsan, iradesini külli iradeye bağlayarak varlık sebebini aşkın bir temelde anlamlandırır. Bu yaklaşım, insanın iç ve dış dünyasını bütünleştirir. Kelam (Gazzâlî, Fahreddin Râzî), felsefe (Farabî, İbn Sînâ) ve tasavvuf (İbn Arabî, Sadreddin Konevî) gibi farklı ekoller bilgi tanımlarını ortaya koymuş, her biri ilahi sınırları gözetmiştir. İmam Eş‘arî’ye göre bilgi–irade ilişkisinde külli irade cüz’î iradenin üzerindedir. Cüz’î irade “gerekçesiz tercih” yapan bir yetidir. Bu yaklaşım mantıksal ve inanç temelli olarak önemlidir. Çünkü insan her zaman planladığı şeyi gerçekleştiremez; bu durum, irade üstü bir iradenin varlığını gösterir. Ancak bu durum, özgür iradeyi ortadan kaldırmaz; sadece onun sınırlarını belirler.

Modern dönemde bilgi, genellikle varlık ilişkilerinden türetilmiş seküler bilgidir. Teoman Duralı’nın ifadesiyle: “Batı bir din icat etti, mucizesi teknoloji ama bu dinin ruhu yok.” Bu ruhsuz bilgiyle şekillenen teknoloji, Batı dışı toplumlara dayatılmıştır. Seküler bilgiye direnen toplumlar geri kalmış olarak tanımlanmış; bu bilgi, eğitim kurumları aracılığıyla ihraç edilmiştir.

Osmanlı devletine batı seküler bilgisinin girişi de yine teknoloji gereksinimiyle başlamıştır. Dünyanın en güçlü devleti olarak Osmanlı devleti batıda teknolojiyle geliştirilen gücü fark edince güçlü olmanın verdiği özgüvenle teknoloji gücüne de sahip olmak istemiştir. Ancak batıda gelişen bu güce sahip olma isteği bir şok altında alınmış bir karardır. Seküler bilgiyle inşa edilmiş batı tipi eğitim kurumlarıyla verilen teknoloji bilgisi hiçbir düzenlemeye tabi tutulmadan metafizik bir geleneğe sahip topluma seküler bilgiyle inşa edilmiş öğretim kurumlarının açılmasına müsaade edince seküler müfredatlı eğitim kurumları kendi seküler insanını yetiştirmeye başlamıştır. Batı, İslam medeniyetini rakip görerek eğitim kurumları yoluyla seküler bilgiyi ihraç etmiş ve bu toplumlara geri kalmışlık duygusu altında kendi değerlerini değiştirme fikrini empoze etmiştir. Bilgi-irade-düzen zorunlu ilişkisi gereğinde bağımsız değişken olarak bilgi seküler hale gelince zorunlu ilişkiye bağlı olarak irade kullanımı seküler bilgiye dayalı gerçekleşmiş ve sonuç olarak da seküler içerikli toplumsal yapılar kurulmuştur. Başka bir ifadeyle; düzen olarak ifade edilen eğitim kurumları, hukuk sistemi, ekonomi, siyaset bilginin sekülerleşmesi sonucunda seküler kimliğe burunmuş ve bu yolla batı kendi dışındaki toplumlarda bir zihin işgali oluşturmuştur.

Eğitim, Ahlak ve Bilginin Sekülerleşmesi Sorunu

Günümüz toplumlarında eğitim kurumlarının temel felsefesi yukarıda açıklamaya çalıştığımız varlık ilişkilerine dayalı seküler bilgiden meydana gelmektedir. Varlık ilişkilerinden oluşan bilgiyi hikmetli bilgi haline getirmek için varlık ilişkilerini anlamlandıran ahlak bilgisiyle sentezlenmesi gerekmektedir. İnsan eğitiminde varlık ilişkileri dışsal, ahlak bilgisi ise içseldir. Bu sebepten dolayı; eğitimde ahlak öğretimi mesleki beceri oluşturan dışsal öğretimden daha zordur. Bugün yükseköğretim kurumlarımızda mesleki beceri alanları olarak eğitim veren mühendislik, tıp, hukuk vb. alanlar insanların hayatını garantiye almak için tercih ettiği mesleki alanlar olarak ortaya çıkmaktadır. Mesleki beceri alanları, insanının dışta sahip olacakları fırsatlar bakımından doğal bir motivasyona sahiptir. Ancak ahlaki öğretide önce insanın iç dünyasında iyi olana doğru bir ıslahın başlatılması gerekmektedir.  Geçmişte “okumuş olmak” ahlaki eğitimi de garanti eden müfredat içeriğine sahipken modern dönemde bu kavram mesleki beceriye sahip olmak şeklinde tanımlanmıştır. Yaşadığımız coğrafyada kendi değerlerimizle tanımlanmış bilgiyi yenilemek ve bunu eğitim kurumlarımızda müfredata dönüştürmek zorunlu bir görevdir. İnsan için zorunlu bir ilişki olan bilgi-irade-düzen  ilişkisiyle yeni insanı inşa etmek istiyorsak teknoloji için uzun yüzyıllardır batıdan ithal ettiğimiz seküler bilgiyi ahlak bilgisi ile sentezleyerek insan için ahlaki bilgininde en az bir mesleki beceri bilgisi kadar  önemli olduğunu gündem edip çözülmesi gereken büyük problem olarak gündemimizde tutmamız gerekmektedir.

 

 

Benzer İçerikler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir