23 Ocak 2025, Perşembe

Emin GÜRDAMUR – Ailenin Fay Hattı: Nesiller Arası Uçurum

Kadim zamanlardan beri insanların, tecrübe ve değer yargılarını sonraki nesillere miras bırakmak hususunda iştiyaklı oldukları görülür. Bu miras kimi zaman cemiyetin bilincinden damıtılmış nasihat kimi zaman destan, şiir, roman şeklinde tezahür eder. İnsanlığa ait en eski yazılı metinlerde, taş tabletlerde nasihat dilinin egemen olması ve bu dilin özellikle gençleri muhatap alması, nasihat tarihiyle beşeriyet tarihinin yaşıt olduğunu gösterir. Öğüt, nush, pend gibi kelimelerle de ifade edilen nasihat, temel olarak doğruluğu ve iyiliği telkin etmek, öğüt vermek, kötü iş ve düşüncelerden uzaklaştırmak anlamlarına gelir ki özünde bir neslin kendi duyarlığını sonraki nesle aktarmak vardır.

Dede Korkut Hikayeleri ve Aile

Dede Korkut Hikâyeleri, Türklerin en önemli yazılı kaynaklarının başında gelir. Hakkında yeterince tarihî bilgi olmamasına karşın, zamanla toplum tarafından bilgeliğin ve irfanın sembolü kabul edilir, Orta Asya’dan Anadolu’ya taşınır, Anadolu’da zenginleşir ve Dede Korkut’un şahsında âdeta tarihî bir fenomene dönüşür. Fuat Köprülü, “Bütün Türk edebiyatını terazinin bir kefesine, Dede Korkut’u öbür kefesine koysanız, Dede Korkut ağır basar.” der. Kurgusu ve diliyle emsalsiz bir metin olan Dede Korkut Hikâyeleri, bilginin, iyiliğin, fedakarlığın ve erdemin el üstünde tutulduğu bir mektebe benzetilebilir. Bütün hikâyelerin odak noktası ailedir. Kimi zaman gerçeküstü, mitolojik varlıklara ev sahipliği yapan, bu sayede okuyucunun ilgisini diri tutan anlatılar, derinden derine ailenin, yurdun, törenin önemini zihinlere nakşeder.

Cesaretin, merhametin, dayanışmanın, dürüstlüğün övüldüğü hikâyelerde babalar ile oğulların birbirine seslenişleri içtenliklidir. “Kazan Bey’in Oğlu Uruz Bey’in Tutsak Olması” adlı hikâyede Kazan Bey, oğlu Uruz’a şu sevgi dolu ifadelerle seslenmektedir: “Oğul, oğul, ay oğul! Karşıda yatan kara dağımın yükseği oğul! Kararmış gözlerimin aydını oğul! Alaca tanla yerimden kalktığım senin için. Al atımı yorultmuşum senin için. Benim başım kurban olsun. Canım oğul senin için.” Hikâyelerde evlada karşı dile getirilen sevgi ifadeleri her zaman en üst düzeyde karşılığını bulur. Yine “Begil Oğlu Ermen” hikâyesinde oğul babası Begil’e, “Baba ne söylüyorsun, ne diyorsun? Bağrımla yüreğimi ne dağlıyorsun? Altındaki al aygırı bana ver. Kan terletip koşturayım senin için. Sırtı sağlam demir zırhını bana ver. Yeni yaka diktireyim senin için. Ala gözlü üç yüz yiğidini bana ver. Yoldaşlığa, din-i Muhammed yoluna çarpışayım senin için.” sözleriyle seslenmekte ve babası için kâfirle cenk etmektedir. Aile bağlarının en güçlü hissedildiği yerler bu ve benzeri ifadelerdir. Dede Korkut Hikâyeleri’nde yer alan bu saygılı ve samimi dil, günümüzde pek çok araştırmaya konu olmuş, değer aktarımında iletişim dilinin önemi başlıklı çalışmalara kaynaklık etmiştir.

Dede Korkut Hikâyeleri’nin merkezinde anne, baba ve çocuklar vardır. Hemen bütün hikâyede öne çıkan güçlü aile bağları, Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin oluşumunda rol oynayan kültürel arka planı yansıtması bakımından önemlidir. Babalar ailesini ve oğlunu korumak, oğullar ise bir ad alıp cesaretlerini ve kahramanlıklarını ispatlamak isterler. Sosyal hayatta tek eşlilik egemendir. Çocuk sahibi olmak gücün ve bereketin simgesidir. Ataya, babaya ve töreye saygı esastır. Çocuğun doğduğu andan itibaren karşılaştığı en saygın kişi annesidir. Nitekim anneye saygı ve hürmetin sonunda diğer manevi değerlere ve soylu davranışlara ulaşması mümkündür. Bununla beraber büyüklerin dili, başta Dede Korkut olmak üzere hep dualıdır: “Yerli kara dağların yıkılmasın. Gölgelice yüksek ağacın kesilmesin. Hep akan güzel suyun kurumasın. Kanatlarının ucu kırılmasın. Allah seni namerde muhtaç etmesin.”

Aile Büyük Bir Çatlakla Burun Buruna

Modern zamanlarda ise ailenin büyük bir çatlakla burun buruna geldiğini görürüz. Bu çatlağın merkezinde ise kuşak çatışması vardır. Kuşak çatışması bir tür değerler çatışmasıdır. Kendini yenileyip duran hayat, her nesle kendi döneminin algı ve davranış pratikleri üzerinden bir değerler manzumesi dayatır. İçinde doğduğu mekân ve zamanla kesintisiz bir kültürel alışveriş hâlinde olan insan için bu doğal bir süreçtir. Her icat, her yenilik; kendi değer yargısını, alışkanlıklarını ve kültürünü beraberinde getirir. Gündelik hayatın sürekli yeni aygıtlarla dönüşüme uğradığı günümüz dünyasında nesiller arası kopuş, tarihte eşine rastlanmayan bir hıza erişmiştir. İki neslin birbirine yabancılaşması için artık asırlar değil on yıllar yetmektedir. Kolayca eskiyen, alışkanlıklar ya da onların çevresinde halelenen kültürel iklim değil, esasında annedir, babadır, evdir, düne dair her şeydir.

“Ya! İşte böyle. Sen de ben de geri kalmış insanlar olmuşuz. Bizim modamız geçmiş de haberimiz bile yok.” Turganyev’in Babalar ve Oğullar romanında Nikolay Petroviç, oğluyla kurmak istediği arkadaşlığın kuşak farkına takılması karşısında ağabeyine bu sözlerle yakınır. 1862’de yayımlanan roman, hem gençler arasında yayılmakta olan nihilizmin ayak seslerini ilk kez dile getirmesi hem de evrensel bir temayı işlemiş olması bakımından öneme sahiptir. Sanatçılar adeta bir sismograf gibi sosyal hayatın kılcal damarlarındaki nabız atışlarını toplar ve görünür kılarlar. Nesiller arası var olagelen uçurumun ahlaki erozyonla daha da derinleştiği durumları biz yine onlardan öğreniriz.

Nesillerin Ruhu adlı eserinde Prof. Dr. Mehmet Kaplan, “Fertlerin nasıl birbirinden ayrı bir duyma, düşünme ve hareket etme tarzları varsa nesillerin de kendilerine has; önceki ve sonraki nesillerinkine benzemeyen bir duyma, düşünme ve hareket etme tarzları vardır.” der. Esasında kuşak farkı çevresinde cereyan eden sosyal gerilimler bugüne özgü değildir. Nesiller arası kopukluğun faturasını sadece gündelik hayatın hızına, dönüşümüne, alışkanlıkların ve ilgilerin sürekli güncellenmesine çıkarırsak tarih bizi hızlıca tekzip edecektir. M.Ö. 3500’lü yıllardan haber veren Sümer tabletlerinde, bir babanın oğluna nasihati esnasında “Gençlerin bozulduğuna” dair hükümler yer alır. Değişim sadece dış dünyanın dinamikleriyle izah edilemez. Her şeyden önce insan kendi içinde değişen ve dönüşen bir canlıdır. Sözgelişi, bir zamanlar yetişkinler tarafından herhangi bir sebeple itham edilen genç, hayatının ilerleyen safhasında bu kez kendi çocuklarını aynı sebeplerle itham edebilir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, Kaplan’ın ifadesiyle, “Eskiye ait her şeyin, iyi-kötü, müspet-menfi her şeyin, sırf maziye ait olduğu için menfur, geri ve bozuk görülmesidir.” Geçmişiyle köprülerini tümüyle atan nesiller; geleceğin belirsizliği karşısında rüzgârın önündeki yaprak gibi savrulmaya, kaybolmaya mahkûmdurlar. Nasıl ki insan kendi kişisel mazisinin toplamıdır, toplum da yaşanan büyük ve kitlesel tecrübelerin bir sonucudur. Birikimden uzaklaşmanın cazibesi kısa sürer, cemiyetin ortak davranış modelleri, örfler ve görenekler uzun vadede hep kazanır. Ancak süreç içinde yaşanan sarsıntılar toplumsal bellekte, kolay kolay silinmeyecek izler bırakır.

Ebeveyn ile çocuk arasındaki ilişki dünyanın en sıcak, en güzel fakat en gergin ilişkisi olarak tarihin ve toplumların hemen hepsinde aşağı yukarı aynı şekilde tezahür eder. Küçük yaşlardan itibaren pek çok davranışı, gölgesinde hayranlıkla büyüdüğü ebeveynden devşiren çocuk, büyüdükçe özellikle ergenlik döneminden sonra başka ilgilerin, davranışların ve hayranlıkların etkisi altına girecektir. Uzmanlar her ne kadar bu ikilemin, ilk gençlik evresinde insana bir özgünlük ve şahsiyet kazandırdığını söylese de mesele ebeveyn açısından o kadar kolay kabullenilecek bir sıradanlıkta gerçekleşmez. Kendi düşünce ve tecrübelerini iyi niyetle çocuğuna aktarmak isteyen anne baba, karşılaştığı direnç sebebiyle hayal kırıklığı yaşayacak ve olup biteni bir cümleye sıkıştıracaktır: Hayat yepyeni yüzüyle gelmiş ve çocuğumuzu elimizden almıştır! Hâlbuki ister yaşamın asırlar boyunca yeknesaklık içinde aktığı tarım toplumlarında olsun, ister her doğan günün yeni davranış kalıplarıyla geldiği modern koşullarda olsun nesiller arası mesafe hep vardı ve var olacaktır. Bunun bilincinde olmak, yani tekrar edip duran büyük bir tarihsel sürecin içinde yer aldığını kavramak, her şeyden önce tarafları “başına gelen imtihan” konusunda yanıltıcı bir karamsarlıktan koruyacaktır.

Ana Aktör Gençlerdir

Hatırlamak gerekir ki nesiller arası kopuşlar her zaman olumsuzluk içermez. Mekke’de vahye muhatap olan ilk kuşak, Cenab-ı Hak tarafından atalarının hayat ve inanç pratiklerinden uzaklaşmakla mükellef tutulmuştur. Kopuş orada, enkazın içinden yükselen ve parıltısı kıtalara yayılacak olan bir “Saadet asrına” zemin hazırlayacaktır. Hz. Peygamber (sav) de davetini yayarken gençlere önemli vazifeler yüklemiş, onları yükselen nebevi düzenin içinde ana aktörler olarak konumlandırmıştır. Her inanç ve ahlak sistemi, elde ettiği imkân ve duyumsamaları geleceğe genç nesiller üzerinden aktarır. Her biri bir medeniyet tasavvuruyla maruf isimlerden Mehmet Akif Ersoy’un “Asım’ın Nesli”, Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu Nesli” ve Sezai Karakoç’un “Diriliş Nesli” terkipleri bu meyanda açıklayıcı örneklerdir. Nesiller arası kopuş, her duyuş ve düşünüş için handikaptır. Beri yandan nesiller kendilerine yüklenen misyonu öznel süzgeçlerden geçirerek almak hususunda doğuştan bazı filtrelere sahiptirler. Hatta kimi zaman yetişkinleri hayal kırıklıkları bekler. Düşüncelerin tıpatıp aktarıma uğradığı örneklerde bile, “uyarlama” egemendir. Çünkü her kelimenin dünyadaki insan sayısınca anlamı vardır. Nesiller benimsedikleri fikri, bilerek ya da bilmeyerek kendi renkleriyle, kendi sesleriyle harmanlayarak temellük ederler.

Batı’dan başlayıp doğuya doğru yuvarlanan büyük çarkın dişlileri arasında sıkışan bireyi anlatan Kafka’nın Dönüşüm’ü, ailesinin geçimini sağlamak için gezici bir pazarlamacı olarak çalışan Gregor Samsa’nın bir sabah yatağında kendini bir böceğe dönüşmüş bulmasıyla başlar. Böceğe dönüşen insan bir çığlıktı. Ama bu çığlığın trajik yanı, hikâyeyi tercümesinden okuyanlar için biraz daha derindeydi. Eserin orijinalinde kullanılan “ungeziefer” kelimesi Türkçeye böcek olarak çevrilmişse de Orta Almanya’da ungezieferin kelime anlamı, kurban edilmeye uygun olmayan kirli hayvan demekti. Haşere gibi. Tiksinç, işe yaramaz, soğuk. Her tercüme gibi anlamın bir kısmı masaya dökülmüş, ama yine de çalıştığı firmaya köle olan Gregor’un özgürleşmesinin ancak kurban edilmeye bile layık olmayan bir böceğe dönüşmesiyle mümkündür. Ailenin bir ferdi, diğer aile üyelerinin gözü önünde bir köşede ölüp gidecektir. Modern dünyanın çözdüğü aile, evde böceğe dönüşen birey, kanıksanan çürüme daha iyi anlatılamazdı. Doğrusu bu hâliyle Gregor Samsa hem bireyin hem ailenin geleceğine ilişkin kaygılı haberler vermektedir.

Müminin Gelecek Kaygısı Ahirettir

Yarınlara dair kaygılar, daha büyük yarınlara ilişkin kaygılarla bastırılabilir, yönetilebilir, terbiye edilebilir ancak. Bir mümin için yegâne gelecek kaygısı, en büyük gelecek olan hesap günüdür. Ahiret inancı sadece kaygımızın başını okşamakla kalmaz, insanlığı bekleyen muhtemel dijital distopyalara karşı fıtratın koordinatlarını göstermeye devam eder. İnsan beynine dair olası bütün spekülasyonların seküler aklın ürünü olarak tezahür ettiğini biliyoruz. Bizler vahye, ahlaka, erdeme, fıtrata kulak kabartmaya devam ettiğimiz müddetçe yarınlar hangi ihtimallerle gelirse gelsin, oradan bir çıkış yolu bulacağımız muhakkaktır. Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkartan; Hz. Musa’yı Firavunların sarayında besletip büyüten Rabbimiz, bütün gelecek kaygılarımızı onun yüce şanının önünde kurban ettiğimizde bize hem merhamet edecek hem kurtuluş yolunu gösterecektir.

Fıtrat, insanın Yaradan’la, insanın insanla, insanın çevreyle, insanın toplumla kuracağı ilişkiyi dengede tutar. Fıtratı korumak, ahlaklı bireyler, empati kabiliyeti yüksek toplumlar inşa etmekle mümkündür. Fıtratın korunduğu cemiyetlerde hakikat bilgisini ağırlamaya her zaman yer olacaktır. Bir imtihan yeri olarak dünya, kişiye hayatı boyunca acı tatlı pek çok duygu yaşatır. Sarsıntılar, savrulmalar, baş dönmeleri insan içindir. Hayal kırıklıkları, pişmanlıklar insan için. Asıl olan istikameti yitirmemek, toptan bir kaybedişe teslim olmamaktır.

Evlat Hem Süs Hem İmtihandır

Kur’an-ı Kerim, evladı hayatın hem süsü hem imtihanı olarak gösterir. Çocuğun yokluğu kadar varlığı, başarısızlığı kadar başarısı ebeveyn için bir sınavdır. Doğduğu andan itibaren üzerinde ihtimamla titrenen, istikbaline dair hayaller kurulan çocuk, ister istemez kendisini bir yükümlülük çemberi içinde bulur. Ebeveynin çocuk üzerine kurduğu her hayal, bir sınır anlamına da gelir. Kendi devrine ait bireysel tecrübeleri, kanaatleri bambaşka bir devre giydirmeye çalışan ebeveyn bu sebeple ekseri başarısız olur. Hele de didaktik söylemlerin zamanın ruhu tarafından buharlaştırıldığı günümüzde, eylemleri ve öğütleriyle kendi devrine saplanıp kalan ebeveyn, hiç bilmediği bir geleceğe hiç giyilmeyecek bir elbise biçmiş olur. Hz. Ali’ye atfedilen “Çocuklarınızı kendi zamanınıza göre değil, onların yaşayacakları zamana göre yetiştirin.” sözü, nesiller arası kopukluğu en aza indirecek bilinci ve hassasiyeti içermesi bakımından mühimdir. Buradan hareketle denilebilir ki nesillere kendi dilleri, kendi hayalleri ve gelecek tasavvurlarıyla yaklaşılmalı; somut ve göreceli kurallar transfer etmek yerine evrensel ahlaki değerler ve vicdani tutumlar ilham etmeye çalışılmalıdır. Hayat her ne kadar değişip dönüşerek akıyor ve dünü yarına yabancı kılıyor olsa da insanın özünde saklı cevherin nabzı, onun dünyasına ve ahretine iyi gelecek değerlere doğru atar. Bu değerler Halil Cibran’ın şiirinde ifade ettiği gibi düşünce ambalajlarıyla değil sevgiyle aktarılır:

 

“Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.

Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.

Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil.

Çünkü ruhlar yarındadır,

Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.

Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları

Kendiniz gibi olmaya zorlamayın.

Çünkü hayat geriye dönmez, dünle de bir alışverişi yoktur.

Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar.”

Benzer İçerikler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir