Kıymetli hocam, konuşmalarımızda “örtülmüşlük katsayısı” kavramına atıf yaptığınızı görüyoruz. Bu kavramın ne anlama geldiğini ve modern bireyler üzerindeki etkilerini detaylı olarak açıklar mısınız?
“Örtülmüşlük katsayısı”, günümüz insanının zihinsel ve sosyal durumunu tanımlayan oldukça kritik bir kavram. Bu katsayı, bireylerin ekran başında geçirdiği zaman (Ekran Zamanı-EZ), internette gezindikleri içeriklerin doğası (İçerik Nitelikleri-EM) ve bireyin psikolojik yapısıyla (Psikolojik Durum veya Psikopatoloji-PA) doğrudan ilişkilidir. Bu üç faktör, insanın zihinsel dünyasını ne kadar kapandığını, başka bir deyişle “örtüldüğünü” belirler. Modern insan, sadece ekran başında olduğu zamanlarda değil, ekranın dışında da bu etkilerin zihinsel hapishanesinde yaşamaktadır.
Örneğin, insanlar artık bir araya geldiklerinde bile birbirlerine bakmıyor, konuşmuyorlar. Bir restoranda oturan çiftlerin ellerinde telefonlarla birbirlerinden kopuk bir şekilde zaman geçirdiğine sıkça tanık oluyoruz. Eskiden insanlar bir ilişki içerisindeyken göz göze gelir, duygusal bağlarını güçlendirirdi. Şimdi ise makineler aracılığıyla iletişim kuruyor ve birbirlerini görmezden geliyorlar. Bu durum, yalnızca bireyler arası ilişkileri değil, aynı zamanda toplumların bütünlüğünü de zedeliyor.
Bu örtülmüşlük halinin büyük bir etkisi, dünya genelinde insanların büyük trajedilere kayıtsız kalmasıdır. Örneğin, Gazze’de yaşanan insanlık dramı gibi olaylara karşı İslam dünyasında yeterli bir tepkinin olmamasının nedenlerinden biri de bu örtülmüşlük durumudur. İnsanlar, gerçeklikle bağını kaybetmiş ve ekrana hapsolmuş bir zihniyetle hareket ediyor. Özetle, örtülmüşlük çağında bireyler, yalnızca zihinsel olarak değil, toplumsal olarak da büyük bir çöküşle karşı karşıya.
Bu bağlamda “21. yüzyılın en tehlikeli formülü” olarak nitelendirdiğiniz OK:EZxEMxPA formülüne ilişkin değerlendirmenizi merak ediyoruz. Bu formülün içeriğini ve toplumsal sonuçlarını biraz daha açar mısınız?
Yirmi birinci yüzyılın en tehlikeli formülü olarak adlandırdığım “OK:EZxEMxPA” formülü, bireylerin modern dünyada nasıl manipüle edildiklerini ve gerçeklikten koparıldıklarını açıklıyor. Bu formül, bir bireyin ekran başında geçirdiği süre (Ekran Zamanı-EZ), internette maruz kaldığı içeriklerin niteliği (İçerik Nitelikleri-EM) ve bireyin psikolojik yapısı veya psikopatolojisini (PA) bir araya getiriyor. Bu katsayının yüksek olması, bireyin hem kendi zihinsel sağlığından hem de toplumsal olaylara tepkisinden kopuk olduğunu ifade ediyor.
Dünya çapında insanların günlük ekran süreleri 8 saat gibi uzun bir zaman dilimini bulmuş durumda. Bu yalnızca gençler için geçerli değil; toplumun her kesimini etkileyen bir durum. Algoritmalar, bireylerin karşısına sürekli olarak onları etkileyen, manipüle eden içerikler çıkarıyor. Örneğin, “homofobi” kavramı, insanların bu tür manipülasyonlarla ne kadar kolay yönlendirilebildiklerini gösteren bir örnek. Bir birey, eşcinsellik karşıtı bir görüşe sahip olduğunu ifade ettiğinde hemen “nefret söylemi” ya da “çağ dışı” damgası yiyebiliyor. Bu, insanların düşüncelerini ifade etmelerini dahi baskı altına alıyor.
Ayrıca, bu manipülasyon yalnızca bireyler arası ilişkilerle sınırlı değil. Örtülmüşlük haline düşen bireyler, sosyal ve politik meselelere de ilgisiz hale geliyor. Bu durum, toplumsal dayanışmayı ve adalet arayışını baltalıyor. Örneğin, Filistin’de yaşanan trajedilere yeterince tepki verilmemesi, bu formülün etkilerini net bir şekilde ortaya koyuyor. İnsanlar, zihinsel ve duygusal anlamda uyuşturulmuş bir durumda.
Değerli hocam, toplumsal yozlaşmanın kökenlerini incelediğiniz meta-analiz çalışmalarınızda hangi başlıca sorunları tespit etmektesiniz? Özellikle eğitim, aile yapısı ve kadın-erkek rolleri üzerine bulgularınızı nasıl anlamamız gerekir?
Meta-analiz çalışmalarım, 1970’lerden itibaren başlayan ve günümüze kadar süregelen bir dizi toplumsal değişikliği ortaya koyuyor. Bu değişimlerin başında “terbiyesiz eğitim sistemi” geliyor. 1970’lerde Amerika’da başlayan bu sistem, çocukların öğretmen, aile veya dini otoriteler tarafından yönlendirilmemesi gerektiği fikrini savunuyordu. Çocukların doğruyu ve yanlışı kendilerinin bulması gerektiği dayatıldı. Ancak bu, çocukları sorumluluk bilincinden yoksun ve egoist bireyler haline getirdi.
Eğitim sistemindeki bu bozulmanın bir sonucu olarak, çocuklar özgürlük adı altında her istediğini talep eden, fakat karşılığında hiçbir sorumluluk almayan bireyler oldu. Bunun en açık göstergesi, gençlerin 16 yaşında “trans olmak istiyorum” ya da “cinsiyet değiştirmek istiyorum” gibi taleplerle ortaya çıkmasıdır. Bu gençlere, “Bu senin seçimin, istediğin gibi yapabilirsin!” denilerek aslında büyük bir tuzak hazırlanıyor.
Kadın-erkek rollerine gelince, kadınların erkeksi yaşam tarzlarını benimsemeleri, kadınlık rollerinin çökmesine neden oldu. Hollywood gibi medya kuruluşları, “savaşçı kadın” ya da “güreşçi kadın” gibi figürleri idealize ederek kadınların biyolojik ve psikolojik dengelerini alt üst etti. Bunun sonucu olarak, kadınlarda depresyon, romatizmal hastalıklar ve jinekolojik sorunlar gibi pek çok sağlık problemi arttı. Kadınlık rollerinin aşındığı bir toplumda, aile yapısı da ciddi şekilde zarar gördü. Evlilik yaşı otuzlara çıkarken, çocuk sahibi olma oranları düşmeye başladı.
Bu değişimlerin toplumsal etkileri, bireylerin yalnızlaşması, aile bağlarının zayıflaması ve toplumsal dayanışmanın çökmesi olarak kendini gösteriyor. Kısacası, eğitim, aile ve kadın-erkek dengesi gibi temel toplumsal yapılar ciddi bir krizin eşiğinde.
Değerlendirmelerinizde otoriteye karşı başlatılan savaşın kökenlerine değinmekte olduğunuzu görmekteyiz. Özellikle Frankfurt Ekolü’nün bu süreçteki etkilerinden bahsetmenin mümkün olduğunu anlıyoruz. Bize bu konuda daha fazla bilgi verebilir misiniz?
Otoriteye karşı başlatılan savaşın kökleri, 20. yüzyılın ortalarında Frankfurt Ekolü olarak bilinen bir düşünce akımına dayanır. Bu ekol, çoğunlukla Yahudi entelektüellerden oluşan bir grup tarafından kurulmuştur ve temel amaçları, aileden devlete kadar her türlü otorite figürünü sorgulamak ve yıkmaktır. Bu akımın temsilcileri arasında Herbert Marcuse, Erich Fromm ve Theodor Adorno gibi isimler bulunur. Bu düşünürler, özellikle Nazi Almanya’sının aşırılıklarına bir tepki olarak, otoriter yapıların toplumsal çatışmaların temel kaynağı olduğunu iddia etmişlerdir.
Frankfurt Ekolü, Freud’un Oedipus kompleksi teorisinden yola çıkarak, özellikle baba otoritesine karşı bir eleştiri geliştirdi. Bu teoriye göre, baba otoritesi, bireyin içsel öfkesini bastırmasına neden olur ve bu bastırılmış öfke toplumsal şiddete dönüşebilir. Bu fikirlerin yayılmasıyla birlikte, özellikle Amerikan toplumunda baba figürü giderek zayıfladı. Baba otoritesinin kaybolması, yalnızca aile yapısını değil, çocukların gelişimini de olumsuz etkiledi. Babasız bir otorite anlayışı, çocukların psikolojik stabilitesini zedeleyerek onları daha kırılgan ve manipülasyona açık hale getirdi.
Bu durum sadece aile yapısıyla sınırlı kalmadı. Frankfurt Ekolü, devlete ve siyasi otoritelere karşı da bir eleştiri dalgası başlattı. Özellikle George Soros gibi figürler, bu eleştirilerin politik uzantılarını destekledi. Soros, “Açık Toplum” fikri çerçevesinde, toplumları kaosa sürükleyecek projelere finansman sağladı. Türkiye’deki Gezi Olayları gibi protestolarda, Soros’un fonlarının önemli bir rol oynadığı biliniyor. Bu tür hareketler, bireyleri otoriteye karşı bilinçsiz bir isyana teşvik etti, ancak bu isyanların topluma bir çözüm sunmaktan ziyade kaos yarattığını görüyoruz.
Sonuç olarak, otoriteye karşı başlatılan bu savaşın toplumsal etkileri yıkıcı oldu. Aile içindeki baba figürünün zayıflaması, çocuklarda saygı ve disiplin duygusunun kaybolmasına yol açtı. Devlet otoritesine karşı duyulan güvensizlik ise toplumlarda bir kaos ortamı yarattı. Eğer otoriter yapılar tamamen yıkılırsa, toplumda düzeni sağlamak imkânsız hale gelir ve bireyler yalnızlaşarak daha savunmasız hale gelir.
Muhterem hocam, içinde olduğumuz dönemde cinsel sapkınlıkların ve trans kimliklerin toplumlarda hızla artmasının ardındaki sosyal ve kültürel dinamikleri nasıl anlamamız mümkündür? Bu konuda hangi çözüm yollarını öneriyorsunuz?
Cinsel sapkınlıkların ve trans kimliklerin artışında birkaç temel dinamik öne çıkıyor. Öncelikle, Judith Butler gibi düşünürler tarafından popülerleştirilen “toplumsal cinsiyet” kavramı, bu artışın temel nedenlerinden biridir. Butler ve benzeri isimler, cinsiyetin biyolojik bir gerçeklikten ziyade sosyal bir inşa olduğunu iddia ederek, bireylerin cinsiyetlerini “seçebileceğini” savunuyor. Bu tür ideolojiler, medyada ve Hollywood yapımlarında yoğun bir şekilde işlenerek bireylerin zihinlerine yerleştiriliyor.
Özellikle gençler, internet ve sosyal medya üzerinden bu ideolojilere maruz kalıyor. Algoritmalar, gençlere sürekli olarak “trans olmak özgürlüktür” gibi mesajlar veriyor. Bunun sonucunda, ergenlik dönemindeki bireyler cinsiyet değişimi gibi geri dönüşü olmayan kararlar almaya yönlendiriliyor. Ancak bu tür kararların ardındaki gerçekler genellikle gizleniyor. Örneğin, cinsiyet değiştirme ameliyatlarının fiziksel ve ruhsal komplikasyonları hakkında yeterince bilgi verilmeden, gençler bu süreçlere dahil ediliyor.
Bir diğer önemli etken ise ebeveynlerin ve eğitim sistemlerinin bu süreçteki etkisizliğidir. Modern eğitim sistemleri, çocuklara aşırı özgürlük tanırken, disiplin ve sorumluluk bilincini ihmal ediyor. Bu durum, gençlerin yönlendirilmesini kolaylaştırıyor. Öte yandan, ailelerdeki iletişim eksikliği ve ebeveynlerin çocuklarına doğru rehberlik yapamaması, bu sorunları daha da derinleştiriyor.
Çözüm önerilerime gelirsek, ilk adım bilinçlendirmedir. Ailelerin, eğitimcilerin ve toplumun bu ideolojilerin tehlikeleri hakkında bilgilendirilmesi gerekiyor. Ebeveynler, çocuklarını daha küçük yaşlardan itibaren doğru değerlerle yetiştirmeli ve onların zihinsel gelişimine destek olmalıdır. Eğitim sistemimiz ise, çocuklara özgürlük tanırken aynı zamanda onları sorumluluk bilinciyle donatmayı hedeflemelidir.
İkinci olarak, medya ve sosyal medya üzerinde daha sıkı bir denetim mekanizması oluşturulmalıdır. Türkiye’nin kendi sosyal medya platformlarını ve arama motorlarını geliştirerek, gençleri manipülatif içeriklerden koruması gerekiyor. Ayrıca, bu tür ideolojilere karşı güçlü bir bilgi altyapısı oluşturulmalı ve alternatif mesajlarla bireyler doğru şekilde bilgilendirilmelidir.
Son olarak, toplumun temel yapı taşı olan ailelerin güçlendirilmesi gerekiyor. Aile içindeki iletişim ve dayanışma, bu sorunlarla mücadelede en etkili araçtır. Sağlam aile yapıları, bireylerin dış etkenlere karşı daha dirençli olmalarını sağlar. Kısacası, çözüm bireylerden başlayarak topluma uzanan bir bilinçlenme sürecini içeriyor.
Son olarak, örtülmüşlük çağından kurtulmak ve insanlığın geleceğini yeniden inşa etmek için neler yapılabilir?
Örtülmüşlük çağından kurtulmak ve insanlığın geleceğini yeniden inşa etmek için birkaç temel stratejik adım atılması gerekiyor. Öncelikle, geniş çaplı bir durum analizi yapmamız şart. Tıpkı koronavirüs salgınında olduğu gibi, toplumsal bir epidemi analizi gerçekleştirilmeli. İnsanların ekran başında geçirdiği süre, internette maruz kaldığı içeriklerin niteliği ve bu durumun psikolojik etkileri bilimsel bir şekilde incelenmeli. Türkiye çapında yapılacak bir tarama, toplumun gerçek sorunlarını ortaya koyabilir.
İkinci olarak, “ıslah algoritmaları” geliştirmeliyiz. Modern toplumlar, algoritmalarla yönetiliyor. Bu algoritmalar, bireyleri manipüle etmek ve onları belirli düşünce kalıplarına yönlendirmek için kullanılıyor. Bizim bu algoritmalara karşı alternatif algoritmalar üreterek bireyleri doğru bir şekilde yönlendirmemiz gerekiyor. Örneğin, gençlere pozitif mesajlar veren, onları sorumluluk almaya ve değerlerini korumaya teşvik eden algoritmalar oluşturulabilir.
Bunun yanında, kendi sosyal medya platformlarımızı ve arama motorlarımızı geliştirmeliyiz. Çin’in “ateş duvarı” sistemi gibi, Türkiye’nin de kendi bilgi ekosistemini koruyacak bir savunma mekanizması kurması gerekiyor. Bu sayede, dışarıdan gelen zararlı etkilerden bireyler korunabilir. Ayrıca, gençlerin internet bağımlılığına yönelik rehabilitasyon merkezleri oluşturulmalıdır. Bu merkezler, gençlere alternatif sosyal faaliyetler sunarak onların ekran başında geçirdiği zamanı azaltabilir.
Son olarak, eğitim ve aile sistemimizi yeniden yapılandırmalıyız. Çocuklara doğru değerleri kazandıracak bir eğitim modeli geliştirmeliyiz. Aileler, çocuklarına sağlıklı bir rol model olmalı ve onların gelişim süreçlerine aktif olarak dahil olmalıdır. İnsanlığın geleceğini kurtarmak için, bireylerden başlayarak toplumun tüm yapı taşlarını yeniden inşa etmeliyiz. Bu süreç uzun ve zorlu bir yolculuk olsa da doğru adımlarla başarılabilir.