Hayat her zaman güzel yüzünü göstermez, bazen zorluklarla imtihan ediliriz. Yaşanan her dram bir şekilde hasar bırakır, bu durum çağlar boyunca böyle sürdü. Gençlik çağı insanın hayata ve hataya açık dönemidir. Hataların verdiği hasarı anlamak için uzun yılların geçmesini beklemek de bir çeşit hata değil midir? Hangi ölçüleri esas alarak olayları doğru okumaya ve anlamaya çalışacağız? Karar verelim.
Dünya sistemi kendini biricik gören nesiller üzerinden yeni anlatılar inşa ediyor. Bu vasatta eski ve kadim hikayeler güç kaybediyor. Kalbe dönerek hikayemizi büyütelim. Dünün siyasal ve sosyal analizleri meseleyi idrak etmeye yetmiyor ki izah etmeye yetsin.
İyi işler yapmak için daha fazla gayret etmek gerekir. Özellikle teknolojik alana ARGE faaliyetlerine ağırlık vermek gerekiyor. Dünya devasa adımlarla büyürken biz seyredemeyiz. Kalite asla tesadüflerle meydana gelmez, daha nitelikli işler yapmalıyız. Ayrıca insanı özünden koparan kimlik krizlerine ve buhranlara karşı onu dayanıklı hâle getirmeliyiz. Turan Kışlakçı içinde yaşadığımız çağın insanını, “21. yüzyıl toplumu, bir performans toplumuna dönüşmüştür ve bireyler ‘itaat özneleri’nden ‘performans öznelerine’ evrilmiştir. Bu yeni özneler, kendi kariyerlerinin ve yaşam yollarının girişimcileri ve fenomenleri olarak hareket etmektedirler” şeklinde izah eder. Nasıl bir hayata razı olacağız, hangi iklime ait olacağız? Buna karar vermeliyiz.
Tevhid mücadelesinin tarihi, peygamberlerin insanları hakikate çağrısını anlatır. Onlar devleti ele geçirmeyi, kudreti elde etmeyi değil kudretli olanları ıslah etmeyi bize öğretmiş olan öncülerdir. Herhangi bir ücret istemeden insanları sorumluluk sahibi olmaya çağıran elçilerin hikayesi Şuara suresinde art arda anlatılır. Kur’an örnek ve öncü olan bu isimlerin mücadelesinin amacını tevhid ilkesi ile sorumluluk şuurunu yayma olarak anlatmıştır. İbrahim (as) Nemrut ve avanesini davet etmiş, putları kırmıştı. Hz. Musa, Hz. Şuayb’ın yanında yetiştikten sonra kavmine geldi, Firavun’a “Arınmak, temizlenmek istersen sana hidayet yolunu göstereyim, seni Rabbine hidayet edeyim ki (böylece) onun sevgisini kaybetmekten kork!” diye seslenmişti. Cümle peygamberler esas işleri olan Tevhid inancını yayma mücadelesini meccanen, bedel talep etmeden îfa etmişlerdi. Aynı izde yol yürümek bizim için önemli bir görevdir.
Batı Aklı Gücü ve Parayı Tanrı Edindi
Hikmet ve adalet olmayan yerde şefkat ve merhamet de olmaz. Kudret şefkatle bir arada olmazsa zulme yol açar. Mutlak kudret sahibi olan Allah’tır, deriz ama güçlü olmayı severiz. Batı sahip olduğu gücün esiri olmuş durumda, orada oluşan gücün verdiği sarhoşluk vicdan ve adalet duygusunu tüketti. Aynı izi takip edersek bizde yolun bereketini kaybederiz. Meselelerimizi sadece güç üzerinden konuştukça işin hikmeti kayboluyor. Gücümüzü yitirdiğimiz için değil kimlik ve kişilik kaybına maruz kaldığımız için zayıfladık. Kötülükleri engellemek için güç lazım değil mi, sorusu sorulabilir. Düşmanları korkutmak, caydırmak için elbette güç biriktirmek güçlü olmak lazım. Ama her meseleyi güç ile çözmeye çalışmak bizi acımasız hâle getirebilir. Bu durum zayıflığa razı olalım demek değildir. Her şeyi hikmetle yerli yerine koymadan güç biriktirmek gâyeyi yitirmeye sebep olur.
Tanrıdan koparılan Batı aklı, gücü ve parayı Tanrı edindi huzur kayboldu. Her yeri kan ve zulüm istila etti. Avrupa kendi içinde birlik ve bütünlük fikrini hayata geçirdi, ulus devlet olmak aşamasından birlik kurma aşamasına geçildi. Amerika tatminsiz tüketim iştahı ile her yere sömürge valisi atayabilen bir düzen kurdu. Çin ve Hindistan devasa nüfusları, şefkatsiz, merhametsiz yönetim anlayışları, yüksek üretim kapasiteleriyle içerde düzen kurmayı esas aldı, dışarıda ise yayılmacı politikalarını uygulamaya devam ediyor. Ne Keşmir meselesi konuşulabiliyor ne Doğu Türkistan dramı gündeme gelebiliyor artık.
Dün Rönesans ve Reform hareketleri Batıda gücü tahkim eden hamleler meydana getirdi. İyiliğin merkezi olmaya değil kötülüğün tahrip edici, taşıyıcı gücü olmaya talip olan Batılı akıl buharlı makinenin icadı ile daha fazla kâr elde etmek için dünyayı sömürmeyi ibadet aşkıyla vazife edindi. Vestfalya düzenini kuran akıl derebeylikleri bir araya getirmek suretiyle yeni ulus devletleri kurdu. Galibi belli olmayan 100 yıl savaşları sona erdirildi. Kendileri için mâkul olan bu süreç dönemin büyük güçleri olan imparatorluklar için yıkıcı etkiler meydana getirdi. Bu arada kendisini kaybeden öteki dünya iç karışıklıklar ve istikrarsızlık girdabına düştü.
Osmanlı yıkılınca dünyada düzen ve denge kalmadı. Osmanlı Devleti başta olmak üzere mağlub etmek istedikleri düzenleri hedefe koydular. Kuruluş, var oluş ve yükseliş dönemleri bize ayakta kalmayı öğretmeye yetmedi. Nihayetinde bağlarımız zayıfladı, kutlu millet kayboldu, kerim devletimiz yıkıldı. Direnç noktalarımız yitirilince varlığımız tehlikeye düştü. Aslında takriben 150 yıldan beri tutunduğumuz dallar elimizde kaldı diyebiliriz.
İslam Dünyası Kaldı mı?
İslâm dünyası ne durumda diye bakacak olursak yıkım sonrası “böyle bir dünya” kaldı mı diye sormalıyız. Evet kahır ekseriyeti İslâm inancına bağlı insanlar ve toplumlar var, onları yöneten devletler onlara ait midir diye bakınca başımız öne eğiliyor. Böyle olduğu için Kırım ve Çeçenistan Rusya’nın iç meselesi, Bosna Sırpların doğal sınırı, Kudüs ve Filistin ise siyonist katillerin oyun yeri olarak kalıyor. Dünyanın her yerinde azınlık olarak yaşayan Müslümanların varlığı ise üzerinde dikkatle durulması gereken başka bir konu. İslâm milleti devlet olarak var olmayı beceremeyen yönetici elitlerini yok sayarak “İslâm Milleti” olma şuuruyla dünyanın her yerindeki kardeşlerini ortak değerler ve idealler etrafında birleştirecek yeni bir ruh inşa etmeli.
Coğrafyamız başlarına tayin, musallat edilen kukla yöneticiler eliyle zillet içinde perişan hâlde yaşamaya mahkûm kaldı. Çoğunluğu hânedan eliyle yönetilen ülkelerin elitleri başta İngiltere olmak üzere özel kurumlarda eğitilerek etkiye açık hâle getiriliyor.
“Petro dolarları” Batılı bankalarda rehin tutulan yönetici elitlerin sanal hesapları faiz sarmalıyla kontrol ediliyor. Bu paralar ile Batıda kurulan silah sanayi İslâm âlemini birinci tehdit olarak hedefte tutmaya devam ediyor. Kendi içinde birlik kurma fikrinden uzak tutulan “Müslüman siyonist” denebilecek yöneticilerin başta olduğu bu devletlere “İslâm Devleti” demenin imkânı kalmamıştır. Bunlar eliyle dünyaya nizam veya adalet taşımak ise imkân dışıdır.
Savaş meydanında galip gelen Batılılar ilk dönemde İslâm toplumlarını dejenere etmeyi beceremediler. Bunu temin etmek için toplumları ayakta tutan unsurları felç ettiler. Aileyi tahrip ederek, eğitimi bozarak, toplum yapısını ifsat ederek bozgunculuğu yaymaya başladılar. Bu saldırıları bertaraf etmek için titizlikle çalışmak, alternatif yollar üretmek gerekiyor. Dînini dert edinen her Müslümanı “İslâm Milletinin” insanı olarak görmek, bu insanı bozgun sonrasında umut olarak yeniden ayağa kaldırmak için çalışmak gerekiyor.
Çile Çekmeyi Göze Almalıyız
Türkiye gibi az da olsa yöneticisini seçme imkânı olan ülkeler değişik yollarla içeriden sömürge hâline getirilmeye çalışılıyor. Bu saldırıların verdiği hasarları belli bir plan ve programla “Uyanış, Direniş ve Diriliş” aşamaları hayata geçirerek azaltabiliriz. Bu uğurda çile çekmeyi göze almalı, fikir sancısı ile yürek sızısını birleştirmeliyiz. Bu zor görev ne zaman ve nasıl gerçekleşebilir? Bu ise cevabı zor sorudur. Önce birbirinden koparılan, hatta düşman hâline getirilen kardeşler arasında var olan suizan çemberleri kırılmalı. Eskide kalmış olan ve bütünlüğü bozacak sosyal farklılıklar, îtikadî tartışmalar ve mezhep taassupları bir kenara bırakılarak yeni ufuklar ortaya konulmalıdır.
Düşüncede ve zihniyette, siyasî ve içtimaî hayatta, ahlâkta bozulma, sapma, artınca yapılması gereken şey ıslah ve tecdîddir. Dîni anlayış aslî temellerine bakarak yenilenmelidir. Tecdîdden söz edildiği zaman tedirgin olanlar var. Burada yenilenen şey din değildir, bunu dîni anlayışta ve uygulamalarda görülen bozulmaları ve sapmaları düzeltme çabası olarak anlamalıyız. Zamana, mekâna, kültürel şartlara bakarak yapılmış olan ictihadlar, verilmiş fetvalar, hükümler sonucu önerilen çözümler esasen beşerî çabalardır. İyi niyetli âlimler zamanla şartların değişmesine paralel olarak hükümleri yorumlamışlar, isabet eden görüşler var. Zamanla oluşan şartlara göre yenilenmesi gereken hükümler var. Âlimler vahyi ve sünneti yorumlamış çıkış yolu aramışlardır. Kaynaklardan beslenerek verilen fetvalar, değişen şartlara göre üretilen çareler zamanla işlevini yitirebilir. Bu normal bir şeydir. Bunu yeniden yapabilecek alimleri yetiştirmek vazifemizdir. Bu yolda; ahlâk, hukuk, salih amel ve güzel davranış birbirini tamamlayan bütünün ilkeleri olarak görülmeli.
Bunları yapabilmek adına fikir ve görüş farklarını ayrılık için vesile görmeyi bırakıp zenginlik olarak görebilmek gerekir. Çare arayan, çözüm isteyen herkesle işbirliği yapılmalı, yorulan vicdanları harekete geçirecek adımlar atılmalı. Bunun yolu birlik ve bütünlük içinde hareket edebilecek mâkul örgütler kurmaktan geçer. Batıda var olan insaf ve vicdan sahibi insanlarla ve mutedil kurumlarla irtibat kurmak suretiyle adaletin tesisi, zulmün bertaraf edilmesi için çalışmalar yapılmalıdır.
Ne yapılacağına ve nasıl yapılacağına karar verebilmek için duyarlı olunmalı, herkes üzerine düşen vazifeyi eda etmeli. Vazifemiz “keşfi kadîm değil vaz-ı cedid” olmalı diyen anlayış daha ileri taşınarak yarınları ihyâ ve inşâ edecek ortak hayaller kurulmalı, büyük hedefler belirlenmelidir.
Topyekün Birlikte Hareket Etmeliyiz
Bugün Gazze başta olmak üzere akan kanlar zalim güçlerin eseridir. Şayet dünyada dengeyi, ahengi sağlayacak mâkul otorite olsaydı bunca barbarlık yaşanmazdı. Yaşanan son durum bize dünyada en iyi öğretmenin zorluklar içinde yaşayan, direnmeyi seçen Gazze halkı olduğunu gösterdi. Bu dersi alabildik mi o başka meseledir. Çağlar boyunca dünyaya nizam veren bir milletin evladı olarak Gazze’de yaşanan soykırım içimizi burkmaya devam ediyor.
İslâm milleti aşırılık fitnesi sonucunda çok yara aldı. Şiddetin ve terörün her çeşidi reddedilmeli, mâkul ve mutedil yol ve yöntem esas alınmalı, insanlar “Vasat Ümmet” çizgisine davet edilmeliler. Hayrettin Karaman hocadan ilham ile; “Dün bu anlayışa “İslâmî hareket denirdi, yeniden aynı yerden devam edebilir veya yeni adlandırmalar yapabiliriz. İslâmî hareket öncelikle İslâm düşüncesi ile ilgili ilmî, fıkhî açılımın adıdır. Ayrıca sadece kâğıt üzerinde var olan zihnî bir faaliyetin adı değildir; bizâtihî toplumun tümünü etkileyen harekettir. Siyasî, kültürel, ekonomik, askerî yönleri ile bir medeniyet hareketidir. Öncü olan kadrolar çoğu zaman hareketin içinde ve önünde yürürler, milletin içinde yer alırlar. Hareketin mantığı toplanalım gidelim üzerine değil; topyekûn birlikte hareket edelim esası üzerine kurulmalıdır. Hareketin gözettiği hedef Şehadettir ve şehadete koşan ilk kişiler hareketin öncüleridir.
Bu şuurlu Müslümanların ortak davasıdır. İnançta, düşüncede, davranışta, ferdi hayattan içtimâi hayata kadar her alanda, Allah’ın rızasını gözeten, buna aykırı inanç, düşünce ve faaliyet içinde olmamayı hayatının gayesi edinenler bu davanın fertleridirler. Bu insanlar dünyayı tanır, başka inanç, medeniyet ve kültürler ile hayat tarzları hakkında doğru bilgi sahibi olurlar, bunları taklit etmez, kendini hiçbir alanda geri ve aşağı görmezler. “İyi-kötü, ileri-geri, güzel-çirkin” değerlendirmelerini kendi kaynaklarına göre yapar, geçer not alamazsa kusuru kendinde arar, kendi ölçü ve dinamikleri ile telafiyi gerçekleştirmeye çalışır. Müslüman vahye tabi olur, İslâm aklına dayanır.
Bu mücadeleyi hayata taşıyacak insanlar mâkul ve mutedil davranış ortaya koyabilecek vasıflara sahip olmalıdırlar. İnsanlığın hayrı için iş yapacak dengeli kurumlar kurarak, kuruluşlar oluşturarak bu kurumlar arasında nitelikli işbirliği yaparak yol almalıdırlar. Bu yapılar ne yapmalı, nasıl hareket etmeli ki uyanış hedefine sâlimen ulaşabilsin diyerek planlar yapılmalı. Uyanış, İslâm davetinin yeryüzüne yayılması, İslâm güneşinin dünya üzerine yeniden doğması için umut olmalı. Uyanış inançlara bulaşan bid’at ve sapıklıklardan arınmalı, ahlâkî zaaflardan uzak durmalı, dünyanın kötülerin şerrinden kurtarılması için umut olmaya devam etmelidir.
Yapılması gereken şey sivil unsurları bir araya getirerek bilgi, bilinç ve tavır konusunda işbirliğini temin etmektir. Devlet ve hükümet yönetimleri arzu edilen davranışları ortaya koymayı ya beceremediği veya arzu etmediği için güç ve itibar kaybetmiştir. İlim erbabı, akademisyenler, sendika yöneticisi, kanaat önderi, gönüllü hizmet üreten hayra hâdim kurumlar, enerjilerini ve birikimlerini bir araya getirerek yeni yol haritası çıkarmak suretiyle işe başlamalıdırlar. Âlimler ve ârifler düşünce üreterek ve örneklik ederek yol açmalı, vakıf ve dernek gibi yapılar şuurlu insanları organize etmeli, düşünce kulüpleri stratejik raporlar yayınlamalı, sermaye sahipleri bu çalışmaları finanse etmeli, sokaktaki insanlar gittiği her yerde zulme karşı direnişin anıtı gibi dimdik ayakta durmalı, siyonist devlet ve ona destek verenler boykot edilmeli, çocuklar zalimlere karşı Kudüs bilince ile ayakta durabilme iradesine ve cesaretine sahip olacak evsafta yetiştirilmeli.
Gönüllü kuruluşlar büyük acılar varken bir araya gelmeyi beceremiyorsa bir daha gönül kelimesinin arkasına saklanmasınlar, gönül kelimesini dillerine almasınlar. Sürekli adam eksilterek, insan israf ederek kendi gücünü korumayı hedefleyen kifayetsiz muhterisler İslâm Milletinin önünden çekilsin işler daha düzgün yürür.
Ortak hedeflere birlikte yürüme anlayışı terk edilirse yarın birbirimizin yüzüne bakamaz, “selin üstünde sürüklenen çöp” gibi kalırız. Acelecilik, aşırılık, plan ve program olmadan hareket etmek, sonuca odaklanıp doğru işleri yapmayı ihmal etmek, kibirlenerek kendini ve yolunu büyük görmek gibi hatalar neticesinde söz dinlememek mağlubiyetin sebepleri arasında gelir.
Bunlara dış güçlerin menfi tesirlerini ve planlarını dahil etmek gerekir. İslam düşmanları, İslâm milletinin gücünün sırrının kaynağını biliyorlar. Bunu net olarak ifade eden eski İngiltere dışişleri bakanı Gladston; “Aslında Türkiye’nin işi bitmiştir. Bir daha kendine gelemeyecektir. Çünkü biz, Türkiye’de iki manevi gücü yok ettik. “Hilafet ve İslam!” demişti.
Başka bir konuşmada ise: “İslâm dinini yok edebilmemiz için önümüzde dört büyük engel vardır. Bunlar; Kur’an, Kâbe, Eğitim kurumları ve Cuma namazıdır” demiştir. Demek; İslam düşmanları, Müslümanların gücünün kaynağının dört maddede topladığını iyi anlamış durumdalardır.
1) Müslümanların fikirlerini oluşturan, düzenlerini kuran Kur’an’ı Kerim.
2) Müslümanların birliğini ve kardeşlik bağlarını tesis eden Kâbe-i Muazzama.
3) Müslümanların dava eğitimini, cihad şuurunu temin eden tekke, zaviye, medrese gibi ilmî Müesseseler.
4) Müslümanların uyanış kaynağı ve hidayet ışıkları olan Cuma namazı…
Yeni Diriliş Hamlelerine İhtiyacımız Var
Bu esaslarda dirilmek için neleri diriltmek gerektiğini görebiliriz. Neyi kaybettiysek onu geri kazanmak için üzerimize düşen vazifeleri hakkıyla eda etmeliyiz. Bu uğurda yeni bir diriliş hamlesine ihtiyacımız vardır. Bu amaçla yapılabilecek bazı şeylere temas edelim:
İslâm dîninin insanlığın imdadına yetişmesi için gerekli olan İslâm birliğinin kurulması ümidini veren yeniden diriliş mücadelesi esas alınmalıdır.
Düşmanlara karşı muzaffer olmak için zafere giden yolları aranmalı, aşama aşama yol almalı, bir merhaleyi tamamlamadan diğer merhaleye geçilmemeli.
Müslümanları doğuda ve batıda önce Allah’a ve O’nun dinine döndürmeye çalışmalı, İslâm’a sımsıkı sarılmaları temin edilmeli. İnsanlar için çıkarılmış hayırlı ümmet oldukları sürekli hatırlatılmalı.
Müslümanlar suçların ve anarşinin azalmasının, fesadın, bozulmanın ortadan kalkmasının öncüsü olmalı, yeryüzünde emniyetin, istikrarın ve barışın teminatı olmalı.
Kısaca İslami uyanışın olumlu tarafları olarak; ümmetin hidayete ermesi, dirilişin canlanması, İslam medeniyetinin yayılması, barışın gerçekleşmesi, Müslümanları tarihlerine yeniden döndürülmesinin teminatı olarak görülmeli.
Uyanışın gerçekleşmesi için bize düşen görevleri şu maddelerle özetleyebiliriz;
Düşmanların tuzaklarını ve İslam’la mücadele için hazırladıkları planları boşa çıkarmak için davamızda sebat etmeli ve teyakkuzda olmalıyız.
İslam davasının çarkının daha da hızlı dönmesi için sözlerimizle ve fiillerimizle güzel örnek olmalıyız.
Her şeyin hakkını en güzel verebilmek için dava sorumluluğumuzla kişisel sorumluluklarımızı dengeli tutmalıyız.
İnsanları davet etmede, muvaffakiyetin en önemli unsuru olan iyilik yapmayı, ihsan kıvamında davranmayı esas almalı, davette “kavli leyyin” gönül alıcı yumuşak üslup kullanmalıyız.
Fıkhî ihtilaflardan ve mezhep taassubundan kaçınmalıyız ki; aramızda sevgi, anlayış ve dostluğun yayılmasında en büyük amillerden birisi budur.
Son olarak, zafiyet içinde olduğumuz için kurtuluş yolunda Peygamberimiz (sav)’e uymak, sabretmek ve zorluklara karşı sebat etmek olarak görmek gerekir.
Yapılabilecek daha onlarca şey yazılabilir ama işin başlangıcı olarak bunları esas almak faydalı olur. Küçük olsun benim olsun diyen egosu yüksek kibir abideleri yok sayılarak işler yapılmalı. Güçlü iletişim ve sağlam istişare ile ortak hedefler belirlenirse insan ve imkân israfı azalır, birlikte hareket edilebilir.
Dünya iyi insanlara dünden daha fazla muhtaçtır. Bu insanlar birliğin gücünü keşfederek, ortak hafızayı diriltecek kurumlar kurarak yarın için ümit olabilirler. Her ne kadar ortada İslâm dünyası denen bir yer kalmamış olsa da “İslâm milleti” kendi dertlerini kızıl şafağın ardından yarınlara taşıma ufkunu kuşanarak bir gelecek kuracaktır. Büyük bir millet toplantısı yaparak bunu hayata geçirebiliriz. Ramazan bu imkânı sağlamamış olabilir ama bir nevi yıllık kongre hükmünde olan “Hac” bize umut vermeye devam edecektir. Herkes kendi İsmail’inin elinden tutup bıçağı nefsine çalabilirse koç kurbanı sunanlar şeytanı taşa tutma hakkına sahip olurlar. Umut sadece insanda ve insan kalmak için gayret edenlerdedir. Bizim iyilerimiz şehit olarak önden yürümeye devam ediyorlar. Yeryüzünün âdil şahitlere ihtiyacı var, bu âdil şahitlerden olmaya talip olalım.