Günümüz dünyasında ferdi “bireysel”leştirerek esir alma amacıyla; derin köklere sahip toplumsal ve ahlaki değerlerin giderek aşındığı ve bu değerlerin ciddi tehditlerle karşı karşıya kaldığı bir dönemdeyiz. Bu tehditlerin merkezinde, ferdin koruma kalkanı olan aile kurumu yer almakta ve aile kurumu giderek daha fazla zayıflamaktadır. Transhümanizm, LGBT ideolojisi ve toplumsal cinsiyet teorileri gibi postmodern ve küresel akımlar, bu süreci hızlandıran temel etkenlerdir. İnsanı ve insanlığı hedef alan bu ideolojiler, ailenin sadece biyolojik bir birliktelik değil, aynı zamanda manevi ve kültürel bir yapı olarak korunması gerekliliğini daha da önemli hale getirmiştir. Aile, insanın toplumsal varoluşunun ve manevi bütünlüğünün en temel dayanağıdır; bu nedenle korunması zorunludur.
Transhümanist düşünce, insanın doğasında kusur olduğunu ve bu kusurların teknolojik müdahalelerle giderilmesi gerektiğini savunur. Bu düşünce sistemi, insanı kapitalizm odaklı sürekli bir gelişim ve dönüşüm sürecine sokar. Bu yaklaşım, geleneksel değerlere ve ilişkilere dayalı toplumsal yapıların çözülmesine yol açmakta, aile kurumunu derinden etkilemektedir. Transhümanizmin insanın ruhî ve manevî dünyası üzerinde yarattığı tahribat göz ardı edilemez. Aile yapısının zayıflaması, fertlerin toplumsal bağlarını koparmakta ve onları manevi bir boşluğa sürükleyerek bireyselleştirmektedir. Fertlerin ilk ve en temel sosyalleşme ortamı olan ailedeki bozulma, toplumun genelinde bir çöküşe sebep olacaktır.
LGBT ideolojisi ve toplumsal cinsiyet ideolojileri de aile kurumunu ve köklü toplumsal değerleri tehdit eden unsurlardır. Biyolojik cinsiyetten bağımsız bir cinsiyet anlayışını savunan bu ideolojiler, cinsiyetin tamamen bir “toplumsal inşa” olduğunu iddia ederek fertleri öz kimliklerinden koparmaktadır. “Özgürleşme” adı altında sunulan bu söylem, fertlerin kendilerini tanımlama süreçlerinde ciddi karmaşalara yol açmakta ve toplumsal bir yabancılaşma yaratmaktadır. Aile yapısının bu şekilde dönüştürülmesi, fertlerin kültürel ve manevi bağlarından uzaklaşmasına ve varoluşsal belirsizliğe sürüklenerek “bireyselleşmesine” neden olmaktadır.
Bu dönemde çocuklar ve gençler, toplumsal cinsiyet ideolojilerinin olumsuz etkilerine karşı savunmasız bırakılmaktadır. Gençler, sosyal medya ve dijital platformlar üzerinden LGBT propagandasına maruz kalmakta, bu da onların kimlik arayışlarını etkilemektedir. Biyolojik gerçekliklerinden koparılarak “cinsiyet akışkanlığı” adı altında yönlendirilmeleri, onların sağlıklı kimlik inşalarını zedelemektedir. Bu tür bir yönlendirme, çocukların benlikleriyle ve toplumla olan bağlarını zayıflatarak psikolojik ve manevi sorunlara yol açmaktadır.
Bedensel ve Ruhsal Çöküş
Bu bağlamda, marjinal cinsel kimlikli (LGBT) bireyler arasında görülen yüksek intihara teşebbüs oranları dikkat çekicidir. Marjinal cinsel kimlikli gençler arasında intiharı sonlandırma misyonu güden Trevor Project’in 2024 raporuna göre, bu gençlerin %46’si intihara teşebbüs etmektedir ve her 45 saniyede marjinal cinsel kimlikli gençlerden en az birinin intihara teşebbüs ettiği tahmin edilmektedir. Beraberinde sözde cinsiyet geçiş (https://ailedergisi.org/aile/article/view/9) süreci ve cerrahi müdahaleler sonrasında bireylerin ciddi sağlık sorunları yaşadığı, bu müdahalelerin geri dönülemez hasarlara ve sakatlanmalara sebebiyet verdiği bilinmektedir.
Zihinlerin İşgali
2019’da Science dergisinde yayımlanan yaklaşık 500.000 kişi ile gerçekleştirilen geniş bir genom çalışması, eşcinselliğin doğuştan olmadığını ortaya koymuştur. Bu bilimsel gerçekliğe rağmen ülkemizde yaptığımız saha araştırmasında (Türkiye’de Cinsiyet Algısı Araştırması, istanbulailevakfi.org), 18-24 yaş arası gençlerin %46,7’si eşcinselliğin doğuştan geldiğine inanmaktadır. Bu algının, bu yalan tezviratın zihinlere yerleşmesinde şüphesiz; geleneksel medyadan-sosyal medyaya, kültür sanattan-dijital platformlara, akademyadan-bilimsel (!) yayınlara, eğitimden-neşriyata, dijital oyunlardan-oyuncak sektörüne, gıdadan-ilaçlara, spordan-olimpiyatlara, iş dünyasından-uluslararası kuruluşlara kadar birçok mecranın ifsat faaliyetleri söz konusu. Tüm bunlara ilaveten ülkemizde tespit edilebilen, uluslararası açık kaynaktan fonlanan 100’ü aşkın LGBT örgütü de yoğun faaliyet göstermekte. Tüm bu propaganda ve dayatma faaliyetleri; çocuk ve gençlerimizin sadece zihinlerini bulandırmakla kalmıyor, aynı zamanda çocuk ve gençlerimizin fiziksel ve ruhsal rahatsızlıklara duçar olmasına, hatta intihara sürüklenmesine sebebiyet veriyor.
Çocukların ve gençlerin “toplumsal cinsiyet” adı altında bozuma uğratılmaları, aile kurumunu zayıflatmakta ve toplumsal dayanışmayı kökten sarsmaktadır. Gelecek nesillerin aidiyet duygusunu yitirmesi ve manevi açıdan yoksun yetişmesi, toplumun geleceği için ciddi bir tehdittir.
Transhümanizm ve LGBT ideolojisi, insanın doğal sınırlarını aşma ve biyolojik temellerden kopma arzusuyla ortak bir zeminde buluşmaktadır. Transhümanizm, teknolojiyi kullanarak insanı sürekli dönüşen bir varlık olarak tanımlarken; LGBT ideolojisi, bireyleri biyolojik cinsiyetlerinden bağımsız kimlik tanımına yönlendirmektedir. Her iki ideoloji de insanın doğal ve manevi temellerini aşındırmakta, geleneksel toplumsal yapıların ve ilişkilerin çözülmesine sebep olmaktadır. Bu ideolojilerin yayılması, fertlerin kendilerine ve çevrelerine yabancılaşarak bireyselleşmesine, toplumsal dayanışma ve ortak sorumluluk duygusunun zayıflamasına yol açmaktadır. Toplumların parçalanmasına ve bireysel çıkarların, “bireysel hayat”ın ön plana çıktığı bir yapının oluşmasına neden olan bu süreç, uzun vadede toplumsal istikrarı tehdit etmektedir.
Bireysel Özgürlükler ve Hazlar
Modern dünyanın “bireysel özgürlük ve haz” odaklı yaşam tarzı, aile kurumunun önemini gölgelemekte ve geleneksel aile değerlerini zayıflatmaktadır. Manevi ve kültürel değerlerin çocuklara aktarılması giderek ikinci plana atılmakta, kişisel arzular ve geçici tatminler öne çıkmaktadır. Fertlerin topluma ve geleneksel değerlere ait hissetme ihtiyacı yerine, bireysel tatmin arayışı hâkim olmaktadır. Bu durum, çocukların toplumla ve kültürel kimlikleriyle olan bağlarını zayıflatarak, gelecek nesillerin toplumsal aidiyet duygusundan yoksun yetişmesine yol açmaktadır. Toplumsal aidiyetin kaybı, sadece kişisel düzeyde değil, toplumsal düzeyde de derin krizlere sebep olabilecek bir gelişmedir.
Aile kurumunun çözülmesi, fertlerin iç dünyalarında derin çatlaklar yaratır. Aile, fertlere anlam, kimlik ve aidiyet duygusu sunar. Bu duyguların eksikliği, yalnızlık, yabancılaşma ve anlamsızlık hislerine yol açabilir. Transhümanizm, insanı doğasının sınırlarını aşmaya teşvik ederken; LGBT ideolojisi, fertleri insani değerlerinden, ahlaki yükümlülüklerinden ve aile bağlarından uzaklaştırmaktadır. Sürekli kendini geliştirme ve dönüştürme arzusuyla dolu bireyler, sonunda yalnızlık ve anlam eksikliği içinde kalabilirler. Bu durum, toplumsal dayanışmayı ve fertler arasındaki sorumluluk duygusunu zayıflatmaktadır. Fertler arasındaki bağların kopması, toplumun kırılgan ve savunmasız hale gelmesine neden olur.
İnsanın Sürdürülebilirliği ve Demografik Güç
Bir “millî güvenlik” unsuru olan “demografik güç”ün de önemini göz ardı etmemek gerekmektedir. Ülkelerin geleceği, genç ve dinamik nüfuslarıyla şekillenir. Doğum oranlarının düşmesi, nüfusun yaşlanması ve genç nüfusun azalması, ekonomik ve sosyal alanlarda ciddi sorunlara yol açmaktadır. Bu nedenle, aile kurumunun güçlendirilmesi ve doğurganlığın teşvik edilmesi, ülkenin bekası ve sürdürülebilirliği açısından hayati öneme sahiptir.
Nitekim Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre hane halkı büyüklüğü düşmekte, tek çocuklu aileler ve tek kişilik hane halkı oranı artmaktadır. İlk evlenme yaşı yükselirken, evlenme hızı düşmekte ve boşanma hızı artmaktadır. Ortanca yaşın yükselmesi, genç nüfusun azalmasına işaret etmektedir. Bu durum, bir nesil sonra “amca”, “hala”, “dayı”, “teyze” gibi kelimelerin kaybolmasına ve bu toplumsal bağların yok olmasına yol açacaktır. Demografik gücün zayıflaması, milli güvenlik açısından ciddi riskler barındırmaktadır. Nüfusun yaşlanması ve azalması, ekonomik faaliyetlerin sürdürülebilirliğini tehlikeye atmakta, ulusal savunma kapasitesini zayıflatmaktadır. Örneğin, Japonya ve Almanya gibi ülkeler, nüfus düşüşü nedeniyle ekonomik ve sosyal sorunlarla karşı karşıyadır.
Tüm bunlarla birlikte çevresel faktörler ve “cinsiyet bükücü” kimyasallar da doğurganlık oranlarını olumsuz etkilemektedir. Bazı bilimsel araştırmalar, kimyasalların hormonal dengeleri bozarak cinsiyet hormonlarını etkilediğini ve doğurganlığı düşürdüğünü göstermektedir. Örneğin, Epidemiyolog Shanna Swan’ın çalışmalarına göre, 2045 yılında insanlığın üreme kapasitesi sıfır olacaktır. Bu durum, nüfus azalmasına katkı sağlayan ek bir faktördür ve insanlığın sürdürülebilirliği konusunda ciddi endişelere yol açmaktadır.
Aile Dostu Ekosistem
Tüm bu tehditlere rağmen, aile değerlerinin yeniden keşfedilmesi ve yaşatılması, toplumsal dayanışmanın yeniden inşasının en temel yoludur. Ailenin manevi yapısı, bireylerin ruhsal sağlığı ve toplumsal düzenin devamlılığı açısından vazgeçilmezdir. Aile değerleri, bireylere anlam ve amaç kazandırır, onları topluma faydalı fertler haline getirir. Ailenin güçlü tutulması, sadece fertlerin değil, toplumların da geleceğini güvence altına almak için kritiktir.
Bu bağlamda, “aile dostu ekosistem”in inşa edilmesi büyük önem taşımaktadır. Hükümetler, yerel yönetimler, iş dünyası, medya, kültür-sanat camiası, spor camiası, eğitim camiası, akademya, kamu kurumları ve sivil toplum kuruluşları, aile odaklı yaklaşımları benimseyerek toplumsal değerlerin korunmasına katkı sağlamalıdır. Merkezi hükümet ve yerel yönetimler, aile dostu politikalar geliştirerek aile kurumunun güçlendirilmesini desteklemelidir. Bu büyük ekosistem ile her alanda aile dostu konseptler, aile dostu mekanlar, aile dostu kampanyalar, aile dostu tarifeler, aile dostu teşvikler üretilmeli ve hayata geçirilmelidir. Netice olarak “aileyi sorunun değil, çözümün merkezi” olarak gören bir yaklaşım benimsenmelidir.
Uluslararası düzeyde de adımlar atılması gerekmektedir zira demografik kriz tüm dünyanın meselesi haline gelmiştir. Birleşmiş Milletler’in İnsani Gelişmişlik Endeksi’ne göre ilk 50 ülkenin neredeyse tamamında kadın başına doğum oranları nüfusun kendini yenileme oranı olan 2,1’in altında seyretmektedir. Bu tablo mevcut gelişmişlik paradigmasına göre insanlığın geliştikçe yok olduğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla bu paradigmayı masaya yatırmak zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.
Bu olumsuz tabloyu düzeltmek için Birleşmiş Milletler nezdinde “Dünya Aile Ajansı”nın İstanbul merkezli olarak kurulması ve sürdürülebilir kalkınma amaçlarına “Sürdürülebilir Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi”nin maddesinin eklenmesi önerilmektedir. “Birey”i ve “gezegeni” merkeze alan mevcut gelişmişlik paradigması yerine aileyi ve insanı odağına alan bir gelişmişlik paradigması ortaya konmalıdır. Bu girişimler, aile kurumunun uluslararası alanda da korunmasına katkı sağlayacaktır. Ayrıca, sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin biyosfer odaklı değil “insan odaklı” bir yaklaşımla yeniden ele alınması böylece mümkün olabilecektir. Gezegenin, biyosferin sürdürülebilirliği kadar, insanlığın sürdürülebilirliği de önemlidir. Aile kurumunun korunması, insanın sürdürülebilirliğin temel taşıdır.
Toplumun tüm kesimleri sorumluluk almalı, aile kurumunu zayıflatan etkenlere karşı birlikte mücadele etmelidir. Eğitim kurumları, üniversiteler, bilim insanları, medya kuruluşları, sosyal medya fenomenleri, kültür-sanat camiası, iş dünyası örgütleri, holdingler-şirketler, sivil toplum kuruluşları, siyasi partiler ve devlet kurumları, koordineli bir şekilde çalışarak aile değerlerini yeniden canlandırmalıdır. Geleceğe umutla bakabilmek için aileye, manevi-kültürel değerlere ve toplumsal bağlara sahip çıkmak, en önemli görevimiz olmalıdır.
Dijital çağın getirdiği yeniliklerin insanı konfor anlamında destekliyor olmasına rağmen, insan ruhuna ve manevi dünyasına olan olumsuz etkileri göz ardı edilmemelidir. Teknolojinin sunduğu imkanlarla insanlar kendini daha güçlü ve yetkin hissedebilir; ancak bu süreçte dijitalleşmenin insani değerleri kaybettirmemesi, toplumun tümünü derinden etkileyen olumsuz sonuçlara sebebiyet vermemesi için de güçlü bir aile yapısı zaruridir. Aile ocağı ve manevi bağlar, toplumun dayanıklılığı ve birlikte yaşama iradesi için hayati öneme sahiptir. Aile, bu bağların kurulduğu ve kuşaktan kuşağa aktarıldığı temel kurumdur. Sevgi, saygı, güven, teslimiyet ve dayanışma gibi değerler ancak aile içinde kök salınmakta ve ancak güçlü aile yapısına sahip toplumlar karşılaştığı tüm krizleri mukavemet gösterebilmektedirler.
Ailenin kutsiyetine ve işlevine sahip çıkmak, geleceğe umutla bakabilmenin en güçlü temellerinden biridir. Manevi değerlerin ve geleneksel yapıların korunmasıyla, gelecek nesiller için daha güçlü ve sağlam bir toplumsal yapı inşa edilmelidir. Toplumsal huzurun ve düzenin sürdürülebilmesi, bireylerin manevi ve ahlaki değerlerini yeniden keşfetmeleri ve bu değerleri aile içinde yaşamaları, yaşatmalarıyla mümkündür.