Yunanistan ve Avrupa Birliği’nin Kıbrıs; Türkiye’nin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi olarak kabul etmiş olduğu Akdeniz’de yer alan stratejik topraklar NATO üyelerini karşı karşıya getiren, iki ülkenin üzerinde anlaşma sağlayamadığı bir sorun haline gelmiştir. Bölgede yer alan deniz altı ve deniz üstü kaynakların yanında stratejik açıdan avantajlı bir konuma sahip olması “Kıbrıs Sorunu” olarak tabir edilen meselenin dinamiklerini değiştirmekte olduğu gibi, bölge üzerindeki çıkar çatışmalarını her geçen gün arttırmakta ve çözümsüzlüğün sürdürülmesini mümkün kılmaktadır.
Avrupa Birliği’nin Kıbrıs Politikası çok çeşitli dinamikleri içerisinde barındırmaktadır. Avrupa Birliği çıkar odaklı politikaları doğrultusunda, Annan Planı sürecinde Yunanistan’ın lehine propaganda yaparak tarafsızlığını kaybetmiş, böylelikle de sorunun çözümünü engellemiştir. Bununla birlikte güvenlik, enerji ve siyasal ilişkiler gibi gerekçelerle Akdeniz, Avrupa Birliği için önemini korumaktadır. 1995 yılında Fransa liderliğinde başlatılan ve Türkiye’ye de yer verilen Barcelona süreci bağlamında “Akdeniz Birliği” düşüncesi AB’nin bu bölgeye olan dikkatini somut bir şekilde göstermektedir. AB’nin Akdeniz’de bulunan çoğu ülke ile ilişkisi ileri düzeyde ekonomik boyutlu olup, sadece Kıbrıs AB üyesi olarak kabul edilmiştir.
Kıbrıs Sorunu olarak kabul edilen ve mevcut literatürde farklı şekillerde tanımlanan ancak aynı ortak paydada birleşen sorunun kökenleri İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar geri gitmektedir. Kıbrıs “sorun” olarak 1950’li yıllarda Birleşmiş Milletler’e taşınmış, 1960 yılında iki toplumlu bir Cumhuriyet kurularak garantör devletler eşliğinde çözümlenmiştir. Ancak çözüm, 1963 yılında meydana gelen olaylar nedeniyle sonlanmıştır. 1960’lı yıllarda soruna taraf olan devletlerin durumları da göz önüne alınmış olduğunda Türkiye ve Yunanistan arasındaki Avrupa Birliği üyelik rekabeti (o dönemde Avrupa Ekonomik Topluluğu) Kıbrıs Sorununu ileride radikal bir şekilde etkileyecek ve sorunu daha karmaşık hale getirecek bir etki elemanını çözümsüzlük denklemine eklemiştir.
Türkiye’nin 1974 yılı müdahalesi sonrası Yunanistan’da Albaylar Cuntası yönetiminin sonlanması ve takiben AB ile ilişkilerini düzelterek NATO askeri kanadına dönmek isteyen Yunanistan’a (Roger Planı kapsamında Türkiye herhangi bir protokol yapmadan doğrudan kabul etmiştir. Bu durum NATO’nun İsveç ve Finlandiya üyelikleri bağlamında hatırlanması gereken bir ayrıntıdır) doğrudan onay veren Türkiye 1980 yılından sonra Yunanistan, AB ve Kıbrıs yakınlaşmasını takip eden ve ilişkilerini AB ile yoluna koymaya gayret gösteren bir aday adayı ülke olarak üyelik sürecini canlı tutma gayretine düşmüştür. Ancak Yunanistan’da PASOK’un iktidara gelmesi, AB’de Avrupa Parlamentosu’nun karar süreçlerindeki ağırlığı ve Avrupa kamuoyu üzerindeki etkisinin artması, Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecine girmesi ve Orta ve Doğu Avrupa’da esen değişim rüzgarı Türkiye’nin AB düzeyinde jeopolitik konumu gereği elde ettiği önemin hızlı bir şekilde kaybolması sonucunu doğurmuştur. Avrupa karşı karşıya kalmış olduğu değişim sürecine hızlı bir tepki vererek siyasi entegrasyon sürecini Maastricht Antlaşması ile başlatmış ve entegrasyon sürecini nihai amacına kilitlemiştir. Antlaşma ile tesis edilen Ortak Dış ve Güvenlik Politikası sütunu, AB üyeleri arasında savunmaya dönük yapı ve gelişmelerin tesis edilmesi için ivme kazanmasını sağlamakla kalmamış, o döneme kadar Avrupa Toplulukları olarak anılan entegrasyon sürecinin biçimini ve hatta doğasını değiştirerek bir süper devlet modeli tüm dünyaya ilan edilmiştir. Antlaşma sonrası kabul edilen Gündem 2000 raporu ile Avrupa’nın tekleşme hedefi ortaya konmuş, sürece Kıbrıs dahil edilirken Türkiye dışarıda bırakılmıştır.
Kıbrıs, Avrupa Birliği’nin Kıbrıs Cumhuriyeti; Türkiye’nin ise Güney Kıbrıs Rum Yönetimi olarak kabul ettiği bir aday ülke olarak 1970’li yıllarda başlatmış olduğu üyelik sürecini, belirtilen gelişmeler ışığında 2004 yılında nihai sona erdirerek, AB üyesi haline gelmiştir. Kıbrıs’ın AB’ye üyeliği gerçekleştikten sonra, Türkiye ile AB arasında ortaklık kuran Ankara Anlaşması’nın Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne uyumlaştırılması sürecinde Türkiye tarafından 29 Temmuz 2005 yılında Uyum Protokolü ile yayımlanan Kıbrıs bildirisi, Türkiye ile AB arasında 3 Ekim 2005 tarihinde Müzakere Çerçeve Belgesi’nin imzalanması ile başlayan müzakere sürecinin durması ile sonuçlanmış ve en önemli 8 müzakere başlığı Avrupa Komisyonu tarafından askıya alınmıştır. Hatırlanacak olursa 1999 yılı Helsinki Zirvesi Diplomasisi ve “Lipponen Mektubu” sonrası Türkiye’nin AB aday ülkesi ilan edilmesi ve Türkiye’nin AB’ye üyeliğinin “Kıbrıs ve Ege Sorunları” ile ilişkilendirilmeyeceğine garanti verilmesini takiben, Türkiye zirveye katılmış ve AB ile aile fotoğrafına dahil olmuştur. Türkiye’ye Kıbrıs ve Ege Sorunlarının AB üyelik süreci ile ilişkilendirilmeyeceği garanti edilmiş olsa da AB, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni üye olarak kabul ettikten sonra otomatik olarak sorunun bir AB iç meselesi haline gelmesine neden olmuş, Türkiye’ye verilen garantiler AB, Yunanistan ve Kıbrıs tarafından dikkate alınmamıştır. Özellikle son 10 yıl, başta Yunanistan olmak üzere, AB’nin Türkiye ile AB ilişkilerinde ilerlemenin Kıbrıs Sorununa bağlı olduğunu gösteren demeç, iddia ve söylemleri çekinmeden dile getirmelerine şahit olmuştur.
AB, Kıbrıs ile karşılıklı olarak resmi düzeyde ilişkilerinin başlamış olduğu tarihten itibaren Kıbrıs Cumhuriyeti olarak kabul etmiş olduğu Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne karşı yanlı bir yaklaşım içerisinde olmuştur. 2004 yılında Annan Planı kapsamında çözüme bir adım kala, Birlik tarafından yürütülen üyelik politikası, adada çözüm adına çalışan ve gayret gösteren tüm tarafları şok edecek niteliktedir. (O dönemde AB genişlemeden sorumlu komisyoneri Günter Verheugen’in açıklamaları oldukça dikkat çekiçidir. Verheugen Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada şu ifadeleri kullanmıştır. “I personally feel that I have been cheated by the government of the Republic of Cyprus”Aynı zamanda Kıbrıs üyeliğinin gerçekleşmemesi durumunda Yunanistan’ın 2004 yılında AB üyesi olacak 9 üye ülkenin katılımını veto etme tehdidinde bulunduğu bilinmektedir). Birliğin Kıbrıs konusunda ön alıcı bir şekilde hareket ederek barış sürecini ortadan kaldırarak üyelik perspektifi ile hareket edilmesi yönündeki teşviki, bugün adada çözüm sürecinin, uluslararası hukukun, garantör devletlerin statülerinin ve BM sisteminin görmezden gelinerek bir rekabet sürecine dönüşmüştür. AB’nin bu tutumunun arkasında şüphesiz ki Yunanistan baskısı ve entegrasyon içerisindeki veto kozu, Birliğin Akdeniz’i ekonomik ve stratejik çıkarları için bir havza olarak görmesi ve bu emellerini Güney Kıbrıs Rum Yönetimi üzerinden somutlaştırmak istemesi bulunmaktadır. 1995 yılında Fransa öncülüğünde başlatılan Barcelona süreci sonrası Akdeniz Birliği bugün 27 üyeli AB’nin 16 Akdeniz ülkesi ile ticari ve ekonomik ilişkilerini organize etmiş olduğu bir yapı haline gelmiştir. Diğer yandan AB’nin dış politika karnesi göz önüne alınmış olduğunda üye ülkelerin birlikte hareket etmedikleri ve her üye ülkenin çıkarları ekseninde dış politika pozisyonu aldığı aşikardır. Bu nedenle konu Kıbrıs ve Akdeniz olduğunda bölgedeki enerji kaynakları ve bölge ülkeleri ile ilişkiler önem kazanmaktadır. Enerji denklemine çok uluslu şirketlerin dahil olması AB’nin siyasi yapıcılığını ve genişlemeye dayalı olan objektif siyasi koşulluğunu ortadan kaldırmış gözükmektedir. Genişlemenin AB açısından önemli bir dış politika aracı olduğu kabul edilmektedir. AB genişleme yolu ile siyasi olarak koşulluluğu kullanarak önemli dönüşümleri gerçekleştirme kapasitesine sahip olmuştur. Ancak Kıbrıs Sorununda siyasi koşulluğu genişleme perspektifi ile uyumlaştıramamış, Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs arasında “avrupalılaşmayı” bir çözüm katalizörü olarak kullanma fırsatını kaybetmiştir. Bir diğer ifade ile genişleme politikası Kıbrıs’ta bir çözüm olarak kullanılamamıştır.
Yunanistan’ın 1981 yılında AB üyesi olmasının ardından Türkiye AB ilişkilerini engelleme politikası bağlamında Kıbrıs Türkiye’nin karşısına çıkarılan bir “veto” kozu olarak Yunanistan tarafından kullanılmıştır. Türkiye ile AB arasındaki her ilerleme adımında Yunanistan vetosuna takılma olasılığı, Türkiye ve AB arasındaki ilişkilerin ilerleyememesinin en önemli nedeni olmuştur. Yunanistan’ın AB üyesi olması, AB’nin Kıbrıs’ı üye kabul etmemesi için en güçlü nedendir. Çünkü, Yunanistan AB ile Türkiye ilişkilerinde Kıbrıs yolu ile baskı oluşturabilmekte, AB’li karar vericileri ve Avrupa kamuoyunu entegrasyon içerisinde yer alması nedeni ile hızlıca etkileyebilmekte ve hakkı olmayan avantaj elde etmektedir. Kıbrıs Sorunu, Kıbrıs’ın AB üyeliği ile Yunanistan baskıları neticesinde avrupalılaşmış ve çözüm süreci bu nedenle çıkmaza girmiştir. Yunanistan ve AB tarafından yapılan hesaplama hatası siyasi koşulluğunun genişlemesi açısından sadece Kıbrıs’a dönük çalışmasına neden olmuş, Türkiye’nin genişleme perspektifi dışında bırakılması Türkiye’nin yapılan hesabı bozması sonucunu doğurmuştur. Türkiye’nin AB üyesi haline getirilmesi taraflar arasında çözüm ve barış için AB’yi çözüm inşa edici bir konuma yükselteceği gibi Yunanistan baskısı ve yanlılığından da kurtarma potansiyeline sahip olacaktır. Ancak AB Kıbrıs’ı üye kabul ederek kendini bir “paradoks” ya da açmaza mahkum etmiş ve ciddiyetini kaybetmiştir. Türkiye’nin dışarıda bırakılması ve Kıbrıs’ın AB üyeliği açık bir şekilde Helsinki Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi (o dönemde Zirve, günümüzde Avrupa Konseyi Zirvesi) sonrası AB’nin Yunanistan, Türkiye ve Kıbrıs arasında dengeyi sağlayamadığının göstergesidir. Nitekim, üye olduktan sonra Güney Kıbrıs Rum Yönetimi de artık çözüm için çok istekli hareket etmemektedir.
Nisan 2024 tarihi Avrupa Konseyi Zirve Sonuç Bildirisi’nde Kıbrıs Sorununun çözülme sürecinin yeniden başlatılması çağrısı yapılmıştır. Nitekim 2023 yılında AB Dış Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Borrel tarafından hazırlanan rapor, AB’nin Doğu Akdeniz’de istikrar ve güvenli ortamı tesis etmesine dönük beklentilerini ortaya koymuştur. Ancak bölgenin çatışma potansiyeli son 10 sene için değerlendirilmiş olduğunda, AB’nin Doğu Akdeniz için ortaya koymuş olduğu stratejinin gerçekleşme ihtimali oldukça zordur. Bölge devletleri arasındaki anlaşmazlıklar, enerji bağlamında yaşanmakta olan gerilimler, Filistin ve İsrail arasında son dönemde yaşanan yoğun çatışma ve Kıbrıs’ın durumu birlikte değerlendirilmiş olduğunda AB’nin tarihi bir fırsatı yeniden karşısına çıkartmıştır. Barış inşa eden bir aktör olarak AB, doğru politikaları takip ederek Kıbrıs Sorununu çözebilme ve bölgeye barış getirebilme potansiyeline sahiptir. Ancak tarafsızlığını koruyamayan, Yunanistan yanlısı tutumunu değiştirmeyen bir aktör olarak AB çatışmaların derinleşmesine neden olacaktır. Bölgede Kıbrıs dışında diğer çatışmalar da Yunanistan ve Türkiye’yi karşı karşıya getirmekte bu durum yine Yunanistan’ın Türkiye’yi AB sürecinde baskı altına almasına sebebiyet verme potansiyeline sahiptir. Son dönem Avrupa Parlamentosu seçimleri ile somut hale gelen ve her geçen gün radikalleşen Avrupa siyaseti, Ukrayna ve Rusya savaşı karşısında büyük bir varoluş sınavı vermekte ve farklılıkların toplumlar tarafından kabul edilmesini zorlaştırmaktadır. Bu nedenle Kıbrıs’ı bir iç sorun haline getiren AB’nin Türkiye’yi tam üye olarak kabul etmesi, üzerindeki Yunanistan baskısını kaldıracağı gibi yeni bir vizyon kazanarak içerisinde bulunduğu “krizler silsilesinden” çıkmasını sağlayacaktır.