24 Ocak 2025, Cuma

Ramazan OKAN – Cennetin Çocukları 1997

Senin çantanın oğlum
Bir gözünde gülücüklerin vardı
Ağlayan çocukların yanaklarına yapıştırırdın
Bir gözünde defterin vardı
Ki her yaprağında
Yıldız gibi çırpınırdı minik kalbin.
Bir gözünde üzüntülerin vardı
Saklardın.
Bir gözüne de kuşlar yuva yapmıştı.
Kulpundansa Keremcik
Kedercikler sızardı.
Çantan ne ağır çantaydı

 

Alaeddin ÖZDENÖREN

 

Küçücük bir ayakkabıya dünyayı sığdıran iki kardeşin öyküsü. Elbette modern dünyanın kimilerine göre imkan sayılan sunduklarından, yönetmen Mecid Mecidiye göre ise kir ve pisliklerinden arındırarak.

Çocukların beyazperdede görünmesi neredeyse sinema tarihi kadar eskidir. Çocukların sinemada ilk defa yer alması Lumier kardeşler tarafından çekilen 1895 tarihli “Sulanan Bahçıvan” filminde olmuştur. Sinemanın ilk yıllarında çocuk doğal haliyle olduğu gibi beyazperdeye aktarılmıştır. Tarihte yerini büyük buhran olarak alan 1930’lu yıllardan sonra ise çocuk artık bir karaktere bürünmüş ve ilerleyen yıllarda modern dünyanın ve modern sinemanın birçok şeye yaptığı gibi metalaştırılmıştır. Artık çocuk, her şey gibi bir endüstrinin parçasından ibarettir.

Tilki Kim, Karga Kim, Peynir Nerede?

Beyazperde, televizyon ekranı, dijital ekran, hologram, metaverse, yapay zeka. Modern insanın ölümsüzlük arayışlarının birer tezahürü mü yoksa? Yaratıcı karşısında acziyetin, külli irade karşısında teslimiyetin hazzı yerine yeni bir dünya ve yeni bir insanlık meydana getirmeye çalışmanın verdiği gücün hazzı mı?

Hollywood sinemasındaki -ki kendileri kültürel hegemonyanın en önemli aktörüdür- süper kahramanlar, ölümsüz karakterler bize ne anlatmaya çalışıyor. Ya da beyazperdede herkesi hatta hayvanları bile birçok tehlikeye rağmen kurtaran karakterler Filistin’de Gazze’de neredeler. Bunlar birer modern masal mı? Tilki kim, karga kim, peynir nerede?

Tüm bu sorulara tarih boyunca ve dolayısıyla sinema tarihi boyunca da bazı sinemacılar cevap bulmaya çalışmışlar ve biz beyazperdede insanı anlatacaktık, dertlerini, sevinçlerini, yapıp ettiklerini ya da yapamadıklarını demişlerdir. Özellikle 1960’lı yıllarda Fransa’da ve İtalya’da böyle düşünen ve bu fikirlerini hayata geçiren sinemacıları bugün Fransa’da “yeni dalga” İtalya’da “yeni gerçekçi” olarak adlandırıyoruz.

İran’a sinemayı ilk getiren Kaçar Hanedanı Muzafferüddin Şah olmuştur. 1900’de Avrupa’da seyahate çıkan Şah, ziyaretlerinden birinde sinematograf cihazıyla tanışmıştır. Bundan etkilenmiş ve cihazı satın almak için dönemin saray fotoğrafçısı olan Mirza İbrahim Han Akkasbaşı’na emir vermiştir. Ermeni kökenli Ohanes Oganyans, İran’da ilk film üreten kişi olmuştur. Oganyans, 1929’da İran’ın sessiz ilk uzun metraj filmi, “Abi ve Rabi”yi çekmiştir. Ülkenin ilerleyerek gelişmesinin vurgulandığı film, Rıza Şah’ın İran’ı modernleştirme çalışmaları yaptığı yıllarda bir propaganda aracı olarak gündeme gelmiştir.

İran sinemasında yüzyıl başında yaşanan süreç bizlere hiçte yabancı gelmiyor. Benzer süreçleri bu coğrafyada bizler yaşadığımız gibi dünya üzerinde birçok ülke de yaşadı. Sinema ile kültür ve sanatın diğer unsurları “modernleşme”nin birer argümanı ve propaganda aracı oldu.

1960’lı yıllarda bazı İranlı sinemacılar yukarıda belirtilen akımlardan etkilenmiş olsa da İran sinemasında asıl kırılma 1980’li yıllarda yaşanan devrim ile olmuştur. Deyim yerindeyse devrimden sonra sinemacılar filmlerde kendi kültürel kodlarını anlatmak, toplumsal sorunları, değerleri, kavramları yalın bir dille ifade etmek için sinema yapmaya başlamışlardır. Bu durum bu sinemacıların “yeni dalga” ve “yeni gerçekçi” sinema akımlarıyla yollarının kesişmesine neden olmuştur.

En İyi Film Ödülü

Mecid Mecidi de bu sinemacılardan biridir. 17 Nisan 1959 tarihinde Tahran’da doğan Mecid Mecidi, tiyatroda oyunculuğa başladığında henüz 14 yaşındadır. Küçük yaşlardan itibaren annesinin Kur’an okuma medresesine yazıldığı görülen Mecidi, 1979’da Dramatik Sanatlar Fakültesi’ni kazanmıştır. Mecidi’nin eğitimi 1979 devriminde üniversitelerin geçici olarak kapatılmasıyla yarıda kalmıştır. İlk uzun metraj yapım Baduk’u 1992 yılında çekmiştir. 1997 yılında “Cennetin Çocukları” filmiyle uluslararası alanda büyük bir başarı yakalayan yönetmen, bu filmiyle Montreal Uluslararası Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü’nü kazanmış ve Oscar’da En İyi Yabancı Film dalında aday gösterilmiştir. Bununla birlikte film uluslararası festivallerden çok sayıda ödül almıştır.

Kıymetli okuyucular “biz bir film eleştirisi okuyacaktık bu kadar bilgiye ne gerek vardı” diyebilir elbette. Ancak sanatsal bir ürünün ne olup ne olmadığı, bugün nerede durduğu ve bize ne anlattığını anlayabilmek için tarihsel süreci, var olduğu coğrafyayı ve çekildiği koşulları bilmek önemli olsa gerek.

Ali ve Kardeşi Zehra’nın Hikayesi

Gelelim filmimize. Ali, kardeşi Zehra’nın tamirciden aldığı ayakkabılarını manavda kaybeder. Yeni bir ayakkabı alacak durumu olmayan babasını sıkıntıya sokmamak için Zehra’dan bunu gizlemesini ister ve okula giderken kendi ayakkabılarını vereceğini söyler. İki kardeş farklı zamanlarda okula gittiklerinden ayakkabıyı değiş tokuş ederler. Bu durum onlar için oldukça zordur, ayakkabıyı birbirlerine yetiştirebilmek için her gün kan ter içinde koşarlar. Ali okula zamanında yetişemediği için müdür yardımcısından azar işitir. Zehra ise yaşıtları güzel ayakkabılar giyerken büyük, kirli ve yırtık bir ayakkabı giymenin üzüntüsünü yaşar; abisini şikâyet etmek, babasını güç duruma sokmaktan ve huzursuzluk çıkarmaktan başka bir işe yaramayacağı için susar. Bu duruma sebep olduğu için vicdan azabı çeken Ali, okullar arası düzenlenen koşu yarışmasından ödül olarak üçüncüye ayakkabı verileceğini öğrenir ve kardeşi Zehra için yarışmaya kayıt yaptırır.

Film kaybolan ayakkabı ve bu durum karşısında iki kardeşin gösterdiği tepkiyi minimum diyalogla ve bolca alegori ve imgeyle anlatmaya çalışıyor. Bu durumun Mecidi sinemasının karakteristik özelliklerinden biri olduğunu söylemek yanlış olmaz. Anlatmak istediklerini sözden çok (kâl), davranışla, bakışla jest ve mimikle (hâl) anlatmayı tercih eder. Aslında yakın dönem İran sinemasında bu üslup hakimdir. Vurgulamak istediğiniz duygu veya değer ne kadar yüceyse bunu hâlle anlatmak o kadar kıymetli ve kalıcıdır der gibidir.

Çocukların isimlerinin Ali ve Zehra olması Hz. Ali ve Hz. Fatıma’ya (Zehra) atfendir. Aynı şekilde Mecidi bir sonraki filmi olan Cennetin Renginde âmâ olan baş karakter çocuğun ismini Muhammed koymuştur. Mecidi sinemasında çocuk, isimleriyle bile modern sinemanın ve modern dünyanın dayattıklarına bir meydan okumadır.

Filmin ilerleyen sahnelerinde Zehra ayakkabısını bir kızın ayağında görür ve ayakkabısını alabilmek umuduyla abisiyle birlikte kızı takip eder, ancak kızın babasının âmâ olduğunu görünce ayakkabıyı istemekten vaz geçerler.

Filmin bir bölümünde Ali babasıyla birlikte zengin mahallelerinde bahçıvanlık yapmak için bisikletle iş aramaya gider. Burada modern ve yüksek binalar, arabalar yoksul insanların modern dünyada ruhen ve bedenen yok olmaya mahkûm olduklarını -olacaklarını- dikte etmeye çalışan zihniyete karşı bir tavır alıştır adeta. Babasının bahçıvanlık yaptığı evde uyuyakalan zengin çocuğu mu gerçek uykudadır yoksa, bir zamanlığına da olsa oyuna dalıp giden Ali mi gerçek uykudadır.

Film boyunca baba ve anne karakterlerini oynayan kişilerin isimlerini neredeyse hiç duymayız. Anne karakteri hiç göz önünde değildir. Ama Ali ve Zehra’nın evinde bir düzen hakimdir. Bunu sağlayan hiç şüphesiz annedir. Kapitalist öğretide “görünmez el” olarak nitelendirilen kavram adeta Mecidi sinemasında ete kemiğe bürünmüştür. Bir sonraki film olan Cennetin Renginde aynı rolü babaanne üstlenmiştir.

Filmin sonuna doğru Ali üçüncüye spor ayakkabı veren bir yarışma ilanı görür. Kazanacağı ayakkabı ödülünü kardeşine vereceğine söz vererek yarışmaya başvurur ve katılır. Yarışma boyunca ikinci ve dördüncüyü kollayarak koşar. Ancak yarışın sonlarına doğru dördüncünün kendisini geçme ihtimaline karşı hızlanır ve bu hızla yarışmayı birinci bitirir. Bir yarışı ilk sırada bitirip üzülen bir çocuğun olduğu tek film sinema tarihinde belki de bu filmdir. Bu sahnede modern dünyanın, rekabetçi, sürekli birinci olma ve mutluluğun ancak birinci olanın hakkı olduğu fikrine bir karşı duruş gibidir.

Bir çocuk Saflığıyla Direnebiliriz

Mecidi sinemasında aslında yakın dönem İran sinemasında çocuk karakterler saflığın yanında mücadele ve sorumluluğun sembolü gibidir. Daha doğru bir ifadeyle modern dünyanın dayattıklarına karşı bir çocuk saflığıyla direnebiliriz mesajıdır. Buradaki saflığı temizlik, dürüstlük, bozulmamışlık olarak kullandığımı bilmem söylememe gerek var mı? Kavramlarımız bile iğdiş edilmiş desenize.

Bununla birlikte aile adeta çocuğun kendi problemini kendisinin çözmesini istercesine göz önünde bulunmaz, ancak çocuk sadece kendi problemine odaklanır ve onu çözmeye çalışır. Abbas Kiarostami’nin “Arkadaşımın Evi Nerede” filminde de olduğu gibi. Çocuk terbiyesinde modern zamanlarda tartışılan hak ve sorumluluk temelli yaklaşımın bir remzidir bu aslında.

Yukarıda Mecidi sinemasında alegori ve imgelerin sıklıkla kullanıldığından bahsettik. Bu filmde de olduğu gibi, filmlerdeki akarsular canlılığı ve hayatı; ağaçlar sabit kalmayı, yalnızlığı ve ululuğu; balıklar ve kuşlar sevinci ve umudu temsil etmektedir. Nitekim yarışmanın sonunda ayakları şişen Ali eve gelip ayaklarını bahçedeki havuza sokarak rahatlamaya çalışır.

Aynı şekilde filmde gerçek mutluluğun ne olduğuna dair seyirciye sorular sorulmaktadır. Ali’nin ve Zehra’nın ayakkabıyı geri almak için kızı takip edip babasının âmâ olduğunu görünce vazgeçmeleri, ya da Ali’nin birinci olduğuna üzülmesi. Gerçek mutluluğun belki de çok şeye sahip olmak değil az şeye ihtiyaç duymak olduğunu söylüyor olabilir mi?

Filmin son sahnesinde baba elinde iki çift ayakkabıyla kapıda görünür. Ancak bu ayakkabıyı çocuklara vermeden film biter. Mecidi bizlere bu kadar mücadeleye gerek var mıydı, teslimiyet içinde olsaydınız nimet ayağınıza gelecekti zaten mi demek istiyor yoksa bir nimete kavuşmak için mücadele kaçınılmaz mı, demek istiyor. Bunun cevabı her bir izleyici için farklı farklı olacaktır muhakkak.

Burada, tüm bunları yaparken Mecidi’nin seyirciyi ağlatmak gibi bir tuzağa düşmemeyi başardığını da takdirle karşılamak gerekir.

Tüm bu yazdıklarımız ışığında sinemada, edebiyatta kısacası sanatın her alanında insanın hakikatini, varlık nedenini, iyiliği, doğruluğu, kardeşliği, aileyi kendi coğrafya ve tarih perspektifinden anlatmak, zaten hayatın her alanında her gün her dakika muhatap olduğumuz modern dünyanın mecburiyetleri karşısında bir liman olarak sığınmaya veya kaçmaya çalıştığımız zaman dilimlerini daha anlamlı kılmaz mı?

Kültürde sanatta ve diğer alanlarda ruh dünyamızı bu toprakların kadim değerleriyle beslemek, annenin anne, babanın baba, kardeşin kardeş olduğu bir aile yapısını inşa etmek, bu topraklara ait bir sinema dili oluşturmak, savunma sanayisinde kat ettiğimiz teknolojik mesafe kadar kıymetli olmaz mı?

Sürekli bir şeylere sahip olmanın gerçek anlamda mutluluk getirmediğini, paylaşmanın, fedakarlığın, tebessümün maliyetinin çok daha ucuz olduğunu idrak etmek, bir şeyleri anlatmak için büyük büyük laflar etmeye, büyük paralar harcamaya gerek olmadığını görmek, yırtık, eski bir ayakkabıyla okula vaktinde gitmek için verilen çabayı anlamak isteyenler, İran sinemasında da çokça kullanılan çay figürüne nazire yaparcasına çaylarını alıp Cennetin Çocukları filmini hep birlikte izlesinler.

 

Açılışı bir şiirle yaptık. Kapanışı da müsaadenizle öyle yapalım.

 

Şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana yarabbi

taşınacak suyu göster, kırılacak odunu

kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde

bileyim hangi suyun sakasıyım ya rabbelalemin

tütmesi gereken ocak nerde?

 

İsmet ÖZEL

Benzer İçerikler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir