23 Ocak 2025, Perşembe

Müslüman Toplumların Birlikteliği Mümkün mü, Meçhul mu, Muhal mi? – Prof. Dr. Kudret Bülbül

Gazzeli Müslümanlara dair çok ağır bir şekilde yaşamakta olduğumuz çaresizlik, vebal ve mahcubiyet duygusu, bizleri uzun zamandır gündem dışı bıraktığımız, küllenmiş ama bir o kadar da asli meseleler üzerine yeniden düşünmeye sevk ediyor. Bu çerçevede bu makalede geçmişte, İttihad-ı İslam, İslam Milleti, İslam Birliği, Pan-İslamizm, Siyasal İslam gibi kavramlarla çokça tartışılmış, bir nevi tüketilmiş olduğu düşünülen bir meseleyi, Müslüman toplumların birlikteliği düşüncesini makro bir perspektifle, daha teorik, felsefi, itikadi bir boyuttan değil daha pratik/uygulanabilir bir boyuttan ele almak istiyorum. Uygulamayı/ameli ihmal eden her bakış çoğu kez bizi fazla bir yere götürmüyor çünkü. Meseleyi sadece siyasi boyuttan görmemek için başlıkta İslam birliği ifadesi tercih edilmemiştir.

Gerekli mi?

Hucurat Süresi 10. ayette Müminlerin kardeş olduğu değil, “ancak” kardeş olduğu vurgulanır. Bir hadiste “Müminler bir vücudun azaları gibidir. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” denilmektedir. Âli- İmran suresinde de (103. ayet) tüm Müslümanlara Allah’ın ipine sımsıkı sarılmaları, bölünüp parçalanmamaları emredilmektedir. Dolayısıyla Müslümanların birlikteliği idealinin, dini açıdan bir zorunluluk olduğu izahtan varestedir. Bununla birlikte bu makalede yukarıda da ifade edildiği gibi dini gereklilik, emirler ya da teorik tartışmalar üzerinden değil, uygulamalar ve pratik yansımalar üzerinden bir analiz yapılacaktır.

Hem Mümkün, Hem Meçhul, Hem de Muhal

Uygulama açısından Müslümanların ortaya koyduğu tutumlar, kabuller, yaptıkları, yapmadıkları ve yapacakları çalışmalara göre her üç durumun da mümkün olduğu söylenebilir. Osmanlı son döneminden bugüne bu konuda yapılan tartışmalara bakıldığında bu tartışmaların pratikte bizi götürdüğü zorunlu bir yön/sonuç maalesef bulunmamaktadır.

Tartışmaların tarihine baktığımızda, İttihad-ı İslam fikrinin 2. Abdulhamit döneminde uygulamaya konulduğu, kökleri daha öncesine dayanmakla birlikte, bir fikir akımı olarak ise daha sonra geliştiği söylenebilir. Sultan 2. Abdülhamid’i bu politikalara iten sebepler arasında Osmanlı Devleti içerisinde, Avrupa’nın Hristiyanlar lehine artan müdahalesi1, İslam dünyasının Avrupa devletlerinin özellikle İngiltere’nin hakimiyeti altına girmesiyle bağımsızlıklarını kaybeden Müslümanların Osmanlı Devletinden beklentiye girmesi2 ve Osmanlı Devleti’nin, kendisini gittikçe daha fazla sıkıştıran emperyalist ülkelere karşı, karşı bir strateji geliştirme gerekliliği olarak görülebilir.

  1. Meşrutiyet döneminin daha özgür ortamında İtthad-ı islam fikri Müslüman düşünürler tarafından detaylı bir şekilde tartışılmıştır. Örneğin, 1890’da vefat eden Cemaleddin Afgani İttihad-ı İslamın bütün Müslüman milletlerin ulusal kurtuluşlarını tek tek gerçekleştirmelerinden sonra kurulabileceği fikrine sahipti. (Müslüman milletlerin bağımsızlıklarını elde etmelerinden sonra, bu bağımsızlıklarının “gerçekliği”, İslam birliğine ne kadar hizmet ettiği ayrıca değerlendirilmelidir. Bu bağımsızlıklarının önemli bir kısmı, maalesef emperyalist ülkelerin parçalama siyasetinin bir uzantısı olarak gerçekleşmiştir).

Tartışmaları bir tarafa bırakıp pratikteki gelişmelere baktığımızda 1910’daki Arnavutluk İsyanı, arkasından Trablusgarp ve Balkan savaşlarında Türk olmayan Müslüman unsurların Osmanlı Devleti’nin yanında yer almamaları İttihad-ı İslam fikrini büyük oranda zayıflattı. Kendisi de bir Arnavut olan istiklal şairimiz Mehmet Akif Arnavutluk’taki gelişmelere şöyle tepki verecekti:

“Hani milliyetin İslam idi, kavmiyetin ne?

Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine.

Arnavutluk ne demek, var mı şeriatta yeri

Küfür olur başka değil, kavmini sürmek ileri”

1918’e gelindiğinde ise, İslam birliğini temsil eden hilafetin merkezi İstanbul da işgal altına girmişti. Neredeyse tüm İslam beldeleri de işgal edilmiş olduğundan pratikte karşı karşıya olunan şey artık İttihad-ı İslam değil, İslam beldelerinin birer birer bağımsızlıklarını elde etme siyaseti/savaşı idi.

Bugünkü Durumumuz

İslam dünyasının bugünkü durumuna bakıldığında, Filistin, Keşmir, Doğu Türkistan gibi bölgeler dışında Müslümanların büyük oranda özgürlüklerini elde ettikleri ifade edilebilir. Bugün “İslam İş birliği Teşkilatı”na üye 57 Müslüman ülke bulunmaktadır3. Gözlemci üye olarak kabul edilen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Bosna Hersek de dahil edildiğinde dünyada 59 Müslüman ülkenin olduğu söylenebilir. Hilafet merkezinin bile işgal altında olduğu 20. yüzyılın başı ile kıyaslandığında 20. yüzyılın sonunda, görünüşte de olsa, bağımsızlıklarını elde etmeleri açısından Müslüman milletlerin çok büyük bir mesafe katettikleri söylenebilir.

Gökteki Yıldızları Sayarken Daha Fazla Parçalanmama

Müslüman toplumların birlikteliği idealini değerlendirirken bugün Müslüman devletlerin ve toplumların daha fazla parçalanma riski ile karşı karşıya oldukları gerçeğini de ortaya koymak gerekir. Bir taraftan PKK, FETÖ, İŞİD, BOKO HARAM gibi Batı destekli terör örgütleri üzerinden, 20. yüzyılın başında olduğu gibi, Müslüman ülkeleri4 daha fazla parçalamaya yönelik emperyalist dizayn devam etmektedir. Diğer taraftan etnik, mezhepsel, bölgesel farklılıklar kaşınarak oluşturulan yeni kimliklerle Müslüman aidiyetler daha fazla parçalanmaktadır. Müslüman ülkelerdeki insan hakları, çoğulculuk, ulusalcılık, sığ bir şekilde yorumlanan ulus-devlet ve ona dair sorunlar, birey-devlet-toplum ilişkileri üzerindeki baskılar ve sıkıntılar elbette görmezden gelinemez. Müslüman ülkelerin emperyalist ajandanın gündeminden ve onların işini kolaylaştıracak uygulamalardan kaçınarak sorunlarıyla yüzleşmeleri ve sıkıntılarını aşmaları beklenir.

Birliğin Önündeki Engeller

Müslüman toplumların birlikteliğinin önündeki birçok engelden bahsedilebilir. Bu engeller kuşkusuz aşağıdaki ilk akla gelenlerle sınırlı değildir.

İslami şuur/hassasiyet/irfan/bakış/uygulama eksikliği: İslam dünyasında yaşanan birçok sorunda olduğu gibi, Müslümanların daha fazla birlikteliğinin önündeki en büyük engellerden birinin bu durum olduğu söylenebilir. Sürekli ve sadece emperyalist ülkeleri suçlayarak bir yere varılamayacağı gibi bu yaklaşım sadece emperyalistlerin işini kolaylaştırır. Çünkü hep başkalarını suçlayan bir bakışta kendimize dair bir irade, değişim, düzel/t/me söz konusu olmayacaktır. Kendimize bir sorumluluk yüklemeyen, sürekli edilgen hisseden hep başkalarını suçlayan ya da başkalarına sorumluluk kaydıran bir perspektif bizi bulunduğumuz yerden daha ileri götürmenin ötesinde, bulunduğumuz noktadan çok daha gerilere düşmenin de nedenlerinden biridir. Kişisel yükümlülüklerimizden kaçınmak için topluluklara, kurumlara, başkalarına aktarılmış her sorumluluk, aynı zamanda gönüllere dokunan insan odaklı bir toplum/medeniyet inşasından da vazgeçiştir.

Müslüman devletlerin çoğunlukla emperyalist ülkelerin desteğiyle kurulmuş olması ve Batıcı elitler: “Parçala, böl, yönet” stratejilerinin bir gereği olarak geçmişte de bugün de sadece Müslüman milletler değil, emperyalist ülkeler dışındaki tüm toplumlar bu ülkelerin parçalama planları ile karşı karşıyadırlar. Hatta bu parçalama planları emperyalist ülkeler arasında da sürdürülmektedir (ABD-Çin). “Emperyalist ülkelere karşı bağımsızlıklarını kazandıktan” sonra neredeyse tüm ülkeler Batıcı yönetici elitler tarafından yönetilir hale gelmişlerdir. Batı işgalinden kurtulurken, Batıcı elitler üzerinden bu ülkelerde Batı hegemonyasının sürdürülmesi, üzerinde ayrıca mutlaka çalışılması gereken bir konudur.

Konuya Müslüman toplumların birlikteliği açısından bakıldığında, Müslüman ülkelerin bağımsızlıklarını kazanmalarının üzerinden artık bunca zaman geçtikten sonra, daha fazla kendi toplumlarının lehine yerli ve milli politikalar üretmeleri bir zorunluluk haline gelmiştir. Aksi takdirde emperyalist devletler, kendilerine müzahir yönetici elitler üzerinden (örneğin Batıcı ordu, yargı, bürokrasi, iş dünyası) sürekli bu ülkelerin iç işlerine müdahale potansiyeline sahip olmakta ve hegemonyalarını sürdürmektedirler.

Yine geçmişte birlikte yaşadıkları, bir parçası oldukları toplumları, devletleri (Örn Osmanlı Devleti ve toplumunu) sürekli öteki olarak görmeyi geride bırakmaları, aralarındaki sınır ihtilaflarından, mezhepsel, etnik ve düşünce farklılıklarından kaynaklanan çatışmaları artık aşmaları beklenir ki bu çatışma alanları emperyalist ülkelerce sürekli olarak kaşınmaktadır.

Emperyalizmin ayak oyunları: Batı emperyalizminin hiçbir ilke, sınır, ahlak, değer tanımayan ve sadece kendi emperyalist çıkarlarını önceleyen yaklaşımı maalesef tarihte kalmış bir olgu değildir. Ürettiği onca literatürü, ortaya koyduğu ilkeleri, Mekke müşrikleri gibi, acıkınca ya da kendi çıkarları söz konusu olunca rahatlıkla yiyebilmekte, yok sayabilmektedir.

Emperyalizmin oyunlarına gelmemek için Müslüman ülkelerin öncelikle kendi toplumları için yönetilebilir bir sisteme sahip olmaları son derece önemli ve stratejiktir. Maalesef çoğu Müslüman ülkenin siyasal sistemleri/rejimleri kendi toplumları için değil, emperyalist ülkeler için daha kolay yönetilebilir durumdadır. Müslüman ülkelerde karşılaştığımız darbeler, karşı darbeler, istikrarsızlıklar, belirsizlikler gibi yönetim sorunlarının çok önemli bir nedeni, sahip olunan rejimin, emperyalist ülkelere bütün bunlar için yeterince fırsat sunuyor oluşudur. Emperyalist dış güçler de istemedikleri siyasal iktidarlar söz konusu olduğunda, bu iktidarları değiştirmek için bu fırsatları tepe tepe kullanmaktadırlar.

Türkiye referandumla kabul ettiği başkanlık sistemiyle, yakın tarihinde olmadığı kadar kendi toplumu için yönetilebilir bir siyasal sisteme kavuşmuştur. Böylelikle Türkiye, dış güçlerin siyasal sisteme müdahale edebilme imkanlarını minimize ettiği gibi gerek uluslararası problemlerin çözümünde ve gerekse dış müdahaleye açık iç meselelerin çözümünde daha etkin pozisyon elde etmiştir5.

Müslüman ülkelerdeki devlet-millet ayrışması: Bir zamanlar Türkiye’de de olduğu şekilde İslam ülkelerinin çoğunda sıklıkla görülen devlet millet ayrışmasının birçok sorunun kaynağı olduğu söylenebilir. Devlet-millet ayrışması, bu ülkelerdeki siyasal sistemlerin kendi toplumları tarafından yeterince meşru görülmemelerinin, bu ülkelerin açık, şeffaf, öngörülebilir ve güven veren bir siyasal ortama sahip olamamalarının en temel nedenidir.

Diğer taraftan toplumları ile barışık olmayan siyasal sistemler, kendi toplumlarından alamadıkları meşruiyeti/desteği küresel aktörlerden bulma durumunda kalmaktadırlar. ABD Başkanı Trump’ın bir Müslüman ülke yönetimi için söylediği “ben olmasam 15 gün iktidarda kalamazsın” sözü çok acı, aşağılayıcı ve utanç verici bir itiraftır.

Müslüman devletler arasındaki sorunlara rağmen, yönettikleri Müslüman toplumların birbirlerine çok daha fazla sempati ile bakmalarının önemli nedenlerinden biri de yine bu ülkelerdeki devlet-millet ayrışmasıdır.

En sona ya da zamana bırakılması gerekenin ilk adım olarak öne sürülmesi: Tarihsel açıdan bakıldığında İslam birliği düşüncesinin dini açıdan bir zorunluluk olduğuna, bu düşüncenin çok fazla gerilere götürülebildiğine yukarıda işaret edilmişti. Bununla birlikte bu tartışmalarda fazla bir mesafe alınabildiği, İslam birliği düşüncesinin çok fazla derinleştirilebildiği, somut öneri ve uygulamalara dönüştürülebildiği pek söylenemez. Bu durumun önemli nedenlerinden biri pratik, uygulanabilir adımları öncelemek yerine en sona ya da zamana bırakılması gereken bir söylemin, iddianın en öne alınmasıdır. Bir binanın alt yapısını, zeminini, katlarını kurmadan adeta çatısını kurma çabasıdır.

Sürekli en son ve en zor olana odaklanmak, atılabilecek daha pratik adımların görülmesini engellemektedir.  En son ve en zor olana odaklanmak, mesafe alınamadığında, doğal olarak bir süre sonra insanları umutsuzluğa da sevk etmektedir.

Diğer taraftan gerekli iş birliği imkanları, atılabilecek pratik adımlar atılmadan, yürünmesi/alınması gereken mesafeler yürünmeden/alınmadan en son ve en zor olanı dillendirmek Müslüman toplumlar için birleştirici değil, parçalayıcı olmaktadır. Zaman zaman dillendirilen hilafet tartışmaları bu bağlamda değerlendirilebilir. Daha hiçbir altyapısı yok iken hilafet tartışması yapmak Müslüman toplumları birbirinden uzaklaştırırken fincancı katırlarını da gereksiz yere ürkütmektedir. Tartışmayı hilafet düzeyinden başlatmak, çok daha basit düzeyde Müslüman toplumlar arasındaki iş birliğini geliştirmeye yönelik atılabilecek adımları gölgelemekte, önemsizleştirmektedir. Müslüman toplumların zihinlerini olabilecek adımlardan, bugünkü haliyle olamayacak hayallere kaydırarak zaman, enerji, fırsat kaybına yol açmaktadır. Bu bakış, aynı zamanda, Müslüman toplumların hilafet varken dağıldığı, hatta hilafet merkezinin, İstanbul’un bile, 13 Kasım 1918’de fiilen,16 Mart 1920’de ise resmen işgal edildiği eleştirilerini göz ardı etmektedir. Kaldı ki halifelik, tarihin bir döneminde Müslüman toplumların sahip olduğu siyasal birlikteliğin ya da düşüncenin adıdır. İslam’ın bütün çağları aşan bir siyasal sistem önerisi olmadığına göre (sistem değil adalet, şura, emanet, itaat, ehliyet, liyakat gibi siyasal ilkeler/değerler söz konusudur)6 Müslüman toplumlar arasındaki iş birliği bir gün o noktaya varırsa çok büyük ihtimalle bu birlikteliğin adı, şekli, yapısı o çağın ruhuna, gereklerine ve ihtiyaçlarına uygun bir ad, şekil ve yapıda olacaktır. Bugün için Avrupa Birliği, bazılarınca İngiliz Milletler Topluluğu7 bir model olarak önerilmektedir. En son ve en zor adıma gelindiğinde, kuşkusuz o çağın gereklerine göre benzer ya da çok farklı modeller söz konusu olabilir. Ya da gittikçe cazibe merkezi olması, ekonomik, siyasi, stratejik, askeri, kültürel, sosyal gücünün artması nedeniyle Müslüman devletlerden birinin veya birkaçının etrafında halkalanmak şeklinde de söz konusu olabilir.

Bütün bu değerlendirmeler ışığında, Müslüman toplumların birlikteliği düşüncesine en zordan, en sondan değil en kolaydan başlamak, son aşamayı zamana bırakmak gerekir.

Neler Yapılabilir?

Müslümanların birlikteliği düşüncesinde, doğru yöntemin yapılabilecekleri en kolaydan en zora, en pratik ve sonuç üretici olandan en zor ve soyut olana doğru sıralamak, İslam birliği idealini zamana bırakmak, İttihad-ı İslam düşüncesini de geçmişteki modellerde değil, o zamanın ruhuna uygun, yeni ve farklı modellerle aramak olduğu kabul edilirse; aşağıdaki somut bazı önerilerin değeri daha iyi anlaşılabilir.

İslami Şuur: Kuşkusuz her türlü iş birliğinin, inancın başı ona dair taşınan bilinç/şuurdur. Büyük idealler, aşılamaz engeller küçük küçük şuurlarla aşılabilir hale gelir. Müslüman toplumlara daha fazla İslami şuur kazandırmak çok büyük organizasyonlar ya da maliyetler gerektiren bir durum değildir. İslam dininin, başka hiçbir din ve ideolojinin gerçekleştiremediği çok farklı toplumları bir arada yaşatabilme pratiği ve onca görkemli tarihi fazlasıyla yeterlidir.

Diğer taraftan, Müslüman toplumlar ve ülkeler arasında esasen aşılamayacak çok büyük engeller de söz konusu değildir. Bazılarının aralarında gerginlikler, yakın dönemde bazı çatışmalar söz konusu olmakla birlikte, hiçbirisinin arasındaki mesele Avrupa’nın geçen yüzyılda yol açtığı iki dünya savaşı kadar büyük değildir. Avrupa, kendi içindeki emperyalist paylaşım kavgasını, iki Avrupa savaşını, tüm dünyayı da alet ederek iki dünya savaşı haline getirmesine rağmen daha sonra Avrupa Birliği çatısı altında bu savaşları geride bırakabilmişse, Müslüman toplumlar arasındaki hangi gerginlik aşılamaz nitelikte olabilir?

Eğitim: Geçmiş İslam uygarlıklarına bakıldığında eğitimin çok önemli bir fonksiyon ve birleştirici bir işlev gördüğü söylenebilir. Buhara, Bağdat, Şam, Kahire, Konya ve İstanbul gibi merkezler ortak bir dini yorum, ilmi gelişme, kültür, teknik, kimlik ve aidiyet konusunda çok önemli işlevler görmüşlerdir.

Benzer bir duruma Batı medeniyetinde geçmişte Avrupa’da, daha yakın dönemlerde ise ABD’de şahit olmaktayız. Günümüze bu ülkelere Çin, Kore, Japonya, Hindistan gibi ülkeler de eklenebilir.

Bugün Batıda eğitim almış insanların küresel düzeyde nasıl ortak bir kültür, bilgi birikimi, bilimsel yorum ve bütün bunların bir sonucu olarak iş birliği imkânı ürettiği ortadadır. Bu nedenle gelişmiş bütün ülkeler dünyadaki en zeki, en nitelikli, en gelecek vadeden çocukların ülkelerinde eğitim almaları için birbirleri ile yarışmaktadırlar. (Bu bağlamda önceki başbakanlarımızdan Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit’in, Tansu Çiller’in ABD’de eğitim aldığı ya da staj yaptığı bilinmektedir).

Uzun yıllar bu konuyu ihmal eden Türkiye Rahmetli Özal’ın Türk Dünyası özelinde başlattığı “Büyük Öğrenci Projesi” ile bu yarışa girmiş durumdadır. 2010’da kurulan YTB (Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı)’nin de oynadığı önemli rol ile, bugün Türkiye, ülkesinde barındırdığı 300 bini aşan uluslararası öğrenci ile bu yarışın önemli bir unsurudur. Henüz en iyi öğrencileri çekememektedir. Ancak 2000’li yıllar sonrasında kısa dönemde elde ettiği başarı, yarıştaki diğer ülkeleri kıskandıracak boyuttadır.

Son zamanlarda Türkiye’de artan yabancı düşmanlığıyla beraber uluslararası öğrenci düşmanlığının da artmasını, bu öğrencilerin Türkiye tercihlerinin azalmasını, sadece içerdeki yükselen tepkilerle değil, Türkiye’nin bu yarışa girmesinden, pastadaki payının artmasından ve katettiği mesafenin ürettiği sonuçların görülmesinden hareketle rekabet halindeki ülkelerin entrikaları bağlamında da okumak gerekir. Türkiye’nin tüm dünyada etkisinin artmasında, Afrika, Latin Amerika, Ortadoğu, Uzakdoğu açılımlarında Türkiye mezunu öğrencilerin önemi büyüktür.

Meseleye Müslüman toplumların birlikteliği ideali açısından baktığımızda, geçmişte Mısır, Pakistan, Suriye, Suudi Arabistan gibi ülkelerin icra ettiği bu fonksiyon, bugün Katar ve Türkiye gibi Müslüman ülkeler tarafından yerine getirilmektedir. Türkiye mezunu öğrenciler vasıtasıyla Türk ve İslam dünyasında daha fazla iş birliği açısından kat edilebilecek mesafe gerçekten çok değerlidir.

Hareketlilik projeleri/programları: Yine geçmişte Endülüs, Osmanlı, Selçuklu coğrafyalarında yapılan öğrenci, araştırmacı, akademisyen değişimi/hareketliliği bugün çok daha ileri boyutta Avrupa Birliği tarafından yapılmaktadır. AB, üye ve aday tüm ülkelerde kurdurduğu “ulusal ajans”lar vasıtası ile ortak bir Avrupa aidiyeti, kimliği ve duygusu oluşturmak için yoğun hareketlilik projeleri uygulamaktadır. Öğrenci ve akademisyenlerin hazırladıkları çok basit projelerle Avrupa yüzeyinde hareketliliği teşvik edilmektedir. Ortak AB vizyonu, aidiyeti ve kimliği oluşturulmasında bu hareketlilik programları çok önemli bir işlev görmektedir.

YTB, Yunus Emre, Maarif Vakfı, TİKA, Diyanet Vakfı, Kızılay gibi kuruşular aracılığı ile Türkiye’nin de belirli oranda benzer bir hareketlilik sağladığı söylenebilir. Bu kuruluşların ve sivil toplum örgütlerinin çabaları değerli olmakla birlikte Türkiye’nin ya da bir ülkenin diğer ülkelerde tek yönlü uyguladığı hareketlilik projeleri tepki çekebilmektedir.

Müslüman toplumların ortak bir gelecek vizyonu geliştirmeleri açısından meseleye baktığımızda Müslüman ülkelerde de “ulusal ajans”lar benzeri bir kuruluşun kurulması son derece yerinde olacaktır. Bu bağlamda YTB Başkanlığım sırasında başlattığımız UMMA (Universal Muslim Mobility Agency) projesinin değerli olduğunu düşünüyorum. Sekreteryasının Türkiye tarafından yürütüldüğü, her ülkenin üyesi olduğu, üye ülkelerin dönem dönem başkanlığını yürüttüğü böyle bir kuruluş üzerinden öğrenci, araştırmacı, akademisyen hareketliliği çok daha fazla ve sistematik bir biçimde yapılabilecektir. Müslüman ülkelerin ve toplulukların tamamının içinde olduğu ve üyesi bulunduğu böyle bir kuruluş üzerinden sağlanacak hareketlilik programları, bir ya da birkaç ülkenin tek merkezli hareketliliğinden duyulacak endişeleri de ortadan kaldıracaktır.

Akademik İş birlikleri: Müslüman ülkeler arasında maalesef Batılı ülkelerde olduğu kadar yaygın, etkin ve sonuç üretici akademik iş birlikleri bulunmamaktadır. Erasmus programlarına alternatif gibi görünen Mevlâna, Farabi gibi programlar bulunmakla birlikte bunlar uygulamada çok fazla karşılığı olan programlar değildirler. Akademik iş birliklerini geliştirmeye yönelik daha yürünecek/alınacak çok büyük bir mesafe bulunmaktadır. Kurulacak UMMA Ajansı içerisinde bu konu da düzenlenebilir.

Tercüme Faaliyetleri: Türkiye’den bakıldığında, Batıdan da Doğudan da birçok eser Türkçeye çevrilmektedir. Bu çeviriler Türkçe için çok önemli bir kazanımdır. Bu bağlamda Mısır, Pakistan, Hindistan gibi ülkelerden yakın dönemde yapılan çeviriler, birçok sorunu da beraberinde getirmekle birlikte, bu coğrafyalardaki düşünce iklimlerinin görülebilmesi açısından değerlidir. Geçmişte bu ülkelerden yapılan çeviriler son zamanlarda, Wael Hallaq, Ziyaüddin Serdar gibi Batılı ülkelerde yaşayan entelektüellerin eserlerinin Türkçeye kazandırılmasıyla devam etmektedir.

Bununla birlikte Türkiye’den Doğu ve Batı dillerine yapılan çeviriler son derece sınırlı, yok denecek kadar azdır. Oysa Osmanlıdan bugüne Türkiye siyaset, bürokrasi, demokrasi, seçimler, meclis, anayasa çalışmaları, sivil toplum, iş dünyası, insani yardım gibi alanlarda olumlu ve olumsuz çok önemli bir tecrübeye sahiptir. Türkiye’de ve başka ülkelerdeki entelektüel çalışmalarda, çoğu kez Türkiye tecrübesi görmezden gelinerek yol alınmaya çalışılmaktadır. Evet Türkiye’nin belki yetiştirdiği çok fazla entelektüeli bulunmamaktadır. Ama Osmanlıdan bugüne başardıkları ve başaramadıkları ile Türkiye’nin bizatihi kendisi entelektüel bir yürüyüştür. Türkiye tecrübesi ihmal edilerek yukarıda bahsedilen konuların anlaşılması ve mesafe kat edilebilmesi neredeyse imkansızdır. Bu nedenle Osmanlıdan bugüne Türkiye tarihinin, birey-devlet-toplum ilişkileri çerçevesinde yaptıklarının ve yapamadıklarının, bu bağlamda üretilen entelektüel mirasın Doğu ve Batı dillerine yeterince aktarılmaması çok büyük bir eksikliktir.

Devletleriyle sorun yaşayan Müslüman elitlerin, emperyalist ülkelere değil, Müslüman ülkelere sığınabilmesi: İngiltere’de iken beni en fazla üzen gözlemlerimden biri ülkeleriyle sorun yaşayan Müslüman elitlerin (siyasi, yönetici, alim, aktivist..) en fazla bu ülkeye sığınmış olmasıydı. İngiltere bir taraftan ilgili Müslüman ülke ile yakın ilişkilerini sürdürürken aynı zamanda bu ülke kaçkınlarına ev sahipliği yapabilmekteydi. Böylelikle hem halihazırdaki iktidar hem de gelecekte iktidar olabileceklerle iyi ilişkilerini sürdürdüğünden her durumda kazançlı çıkıyordu.

Müslüman bir ülkede sorun varsa bu sorunu çözmek herhalde öncelikle Müslümanlara düşer. Sorun çözülemiyor ve bazılarının ülkesini terk etmesi gerekiyorsa herhalde sığınılacak ülke gayri müslim bir ülke değil, Müslüman bir ülke olmalıdır. Aksi takdirde Müslüman ülkelerdeki meselelerin emperyalist arayışların bir parçası olması kaçınılmazdır.

Türkiye ve Katar yakın zamanlarda ülkeleri ile sorun yaşayan Müslüman elitlerin sığınağı olma konusunda oldukça önemli bir mesafe kat etti. Bununla birlikte Türkiye, aynı zamanda bu elitlerin geldiği ülkelerle iyi ilişkiler kurabilme konusunda henüz yolun başındadır. Türkiye ya da diğer Müslüman ülkeler bu iki durumu birlikte başarabilmeli ki, Müslümanların kendi aralarındaki meselelerde emperyalist fırsatçılara daha az iş düşsün.

Siyasal sorunların çözümü için arabulucu kurumların gerekliliği: Bugün tüm dünyada çatışma çözümleri ve barış çalışmaları (Conflict Resolution and Peace Studies) çok önemli bir çalışma alanıdır. Gelişmiş ülkelerde bu konuya odaklanmış çok sayıda kuruluş bulunmaktadır. Bu kuruluşlar aracılığıyla gelişmiş ülkeler çatışma bölgelerini yakından izleyebilmekte, kendi çıkarları doğrultusunda çatışmalara müdahil olabilmekte, yön verebilmekte, çıkarları doğrultusunda çatışmaların devamı ya da çözümü için çaba sarf edebilmektedirler.

Bugün yeryüzüne bakıldığında en fazla sorunlu ve çatışmalı coğrafya maalesef Müslüman ülkelerin bulunduğu coğrafyadır. Bu sonuçta kuşkusuz emperyalist ülkelerin çabaları yadsınamaz. Bununla birlikte, Müslüman ülkelerin kendi aralarındaki sorunların, çatışmaların çözümüne odaklanan bir tane bile çatışma çözümü kuruluşunun olmamasının sorumlusu herhalde emperyalist ülkeler olamaz. Kaldı ki bu konuyla ilgilenecek kimselerin, kuruluşların olması Müslümanlara ilahi bir yükümlülüktür. Hucurat süresi 9. ve 10. Ayetlerde bu yükümlülük ifade edilmektedir: “Müminlerden iki grup birbiriyle çarpışacak olursa, derhal müdahale ederek aralarını düzeltin”. “Bütün müminler kardeştir; öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin”.

Bugün Müslüman devletler arasındaki iş birliğini engelleyen en temel unsurlardan bir diğeri de aralarındaki sorunlar, tarihin bir döneminde atılmış fitne tohumları ve bütün bunlardan hareketle birbirlerine karşı besledikleri negatif hisler ya da güvensizlik duygusudur. Bu konular üzerine odaklanacak, çatışmaları azaltıp aralarında barış ve güven inşa edecek kuruluşlara acilen ihtiyaç bulunmaktadır.

Müslüman devletleri, daha özerk politikalar izleyebilmeleri için teşvik etmek: Tarihin bir döneminde, bağımsızlık süreçlerinde Müslüman devletlerin emperyalist ülkelerle kurdukları ilişkileri sürekli gündemde tutmak ya da eleştirmek Müslüman toplumlar arasında daha fazla iş birliğine hizmet etmeyecektir. Tersine sürekli üretilen gerginlik, suçlama, düşmanlık emperyalist ülkelerin işini bugün de kolaylaştıracaktır.

Gelinen noktada artık tarihi tartışmaları bir tarafa bırakarak Müslüman ülkeleri, kuruluşlarında kendilerine destek veren ülkelerin güdümünden kurtarıcı, onları daha fazla özerkleştirici politikalar geliştirmek gerekir. Müslüman ülkelerin daha fazla Batılı ülkelere, Rusya’ya, Çin’e dayanmak zorunda kalmaları gerek bu ülkeler ve gerekse bu ülkelere komşu ülkeler için tercih edilebilecek bir durum değildir (Bu çerçevede Suriye üzerinde Rusya’nın kurduğu hegemonya nedeniyle, bazı düşünce kuruluşu çalışanlarının Suriye ile doğrudan diyalog yerine, onun üzerinde etkin olduğunu düşündükleri Rusya üzerinden diyalog kurulması gerektiği görüşü son derece yanlış bir düşüncedir. Bu durum gerçek bile olsa, yapılması gereken Suriye’yi Rusya ya da başka ülkelere mahkûm kılacak politikalara teslim olmak değil, Suriye’yi daha özerkleştirecek politikalar geliştirmektir).

Müslüman ülkeler daha özerk, daha yerli ve milli politikalar geliştirebildiklerinde kuşkusuz aralarındaki ilişkiler de daha doğrudan gelişebilecek ve daha güçlü ilişkiler kurulabilecektir. Böyle bir durumda Müslüman bölge ülkelerinin total bölgesel iş birliği ve kalkınması daha güçlü olacaktır.

Daha parçalı olmaktansa daha bütünle/ş/tir/meye yönelik her türlü adımı teşvik etmek: Müslüman ülkeler arasında halihazırda, İslam İş birliği Teşkilatı (İİT), Türk Devletleri Teşkilatı (TDT), Arap Ligi, Körfez Arap Ülkeleri İş birliği Konseyi (KİK), Ekonomik İş birliği Teşkilatı (EİT), D-8 gibi örgütlenmeler söz konusudur. Bu teşkilatların yeterince etkin ve aktif olmadığı, beklenenden çok daha az pozitif sonuçlar ürettiklerine dair eleştiriler dile getirilmektedir. Kısmen haklı olmakla birlikte, bu eleştirileri bu iş birliğinin gereksizliği ve yersizliği şeklinde değil, bu teşkilatlara duyulan beklentinin bir yansıması olarak görmek gerekir. Birbirleri ile daha az iş birliği yapmaları, mümkünse yapmamaları için her türlü küresel oyun ve bagajın söz konusu olduğu bir ortamda, uzun on yıllar birbirinden kopuk yaşamış ülkelerin oluşturduğu bu teşkilatların az, ağır, aksak da olsa iş birlikleri, daha ileri adımlar atılabilmesi için değerlidir.

Diğer taraftan bu ve kurulacak benzeri teşkilatları Müslüman toplumların birlikteliği açısından tehdit değil, fırsat olarak değerlendirmek gerekir. Müslüman toplumlar, ülkeler arasında daha fazla bütünle/ş/tir/meye yönelik her türlü çaba, iş birliği, atılan her türlü adım daha parçalı olmaktan her durumda daha iyidir.

Ekonomik iş birlikleri: Birbirlerine duydukları sevgi ve güven, ortak idealler çoğu kez çok yüksek iken Müslüman toplumlar arasındaki ekonomik iş birlikleri bu ideallerin çok gerisindedir. Bu duruma Türkiye-Pakistan, Türk devletleri arasındaki ilişkiler örnek verilebilir. Oysa somut bir çıktı üretmeyen her türlü idealist iş birliklerinin uzun dönemde kalıcı olabilmeleri pek mümkün değildir. Diğer taraftan ekonomik iş birlikleri, gerçek iş birliği potansiyelini ortaya çıkaran, iş birliklerini kalıcı ve sürdürülebilir hale getiren belki de en önemli unsurdur. Bu çerçevede Müslüman ülkelerin öncelikle iş birliklerinin önündeki engelleri hızla kaldırarak kendi aralarında çok daha fazla ekonomik faaliyetler yürütmeleri beklenir.

Farklılıkları, çatışmaları ticari iş birlikleri ile aşmak: Müslüman toplumların daha fazla iş birliği içinde olmalarının önündeki çok önemli bir engelin aralarındaki yer yer çatışmalara kadar varan farklılıklar olduğuna daha önce değinilmişti. Bu çerçevede mezhepsel, etnik, bölgesel sorunlar akla gelebilir. Bununla birlikte bu farklılaşmaların/çatışmaların hiçbirinin kendi çıkarları için, kendi aralarındaki iki büyük savaşı, iki dünya savaşına çeviren Avrupa’nın içindeki farklılaşma/çatışma kadar olmadığı da ifade edilmişti. Avrupa, kendi içerisindeki özellikle Almanya-Fransa rekabetini/savaşını bugün AB çatışı altında geliştirdikleri ticari, ekonomik iş birlikleri sayesinde büyük oranda geride bırakmayı başardı. Benzer şekilde Müslüman ülkeler de kendi aralarındaki farklılıkları/çatışmaları daha çok ticari ve ekonomik iş birlikleri ile aşmanın yollarını aramalıdır. Bu yapılırken günümüzde en fazla farklılaşma/çatışma yaşanan İran bu iş birliklerinin asla dışında bırakılmamalıdır.

Tek Birlik Mümkün mü ya da Bölgesel İş Birliklerinin Gerekliliği

Haritaya bakıldığında bir ucu Asya Pasifikteki Endonezya Cumhuriyeti’nden, diğer ucu Afrika kıtasındaki Moritanya İslam Cumhuriyeti’ne kadar, Müslüman ülkelerin dünyanın yarısından fazla olan bir coğrafyaya yayıldığı görülebilir. Bu kadar geniş bir coğrafyada, Atilla, Cengiz Han ve İskender gibi dünyanın en geniş imparatorluklarının kurulduğu dönemlerde bile herhalde tek bir birlik kurulmamıştır. Bugünün dünyasında da bu kadar geniş bir coğrafyayı kapsayacak bir iş birliği mümkün, pratik ve işlevsel görünmemektedir. Bunun yerine, Afrika, Batı Asya (Osmanlı Milletler Topluluğu?), Uzak Asya gibi coğrafyalarda bölgesel iş birlikleri daha nitelikli sonuçlar üretebilir.

Keza Suriye’deki iç savaş öncesi Türkiye ile Suriye arasında geliştirilen çok yönlü iş birliği, benim daha önceki yazılarımda “coğrafyayı ortaklaştırmak”8 dediğim, “farklı devletler, ortak coğrafyalar siyaseti” olarak adlandırılabilecek yakın bölge iş birliklerinin, geçmişte yaşanmış, hatta savaşın eşiğine gelmiş ülkeler arasında bile pekala mümkün olabildiğinin güzel örneklerindendir. Bugün de Türkiye-Suriye-Ürdün arasında böylesi çok yönlü iş birlikleri geliştirilebilir. Coğrafi olarak yakın, ortak bir tarihi geçmişi bulunan, benzer sosyal, kültürel niteliklere sahip ülkeler arasında çok yönlü iş birlikleri geliştirerek “coğrafyayı ortaklaştırmak” daha fazla mümkün olabilir. Bu tür ülkeler arasında daha hızlı sonuçlar alınabileceğinden bu iş birliği imkanları mutlaka zorlanmalıdır.

Bu çerçevede değinmek gerekirse, Rahmetli Başbakan Erbakan’ın 10 aylık Başbakanlığı döneminde gerçekleştirebildiği D-8 Ülkeleri İş Birliği Teşkilatı önemli bir başarıdır. Bununla birlikte D-8 ülkeleri arasındaki iş birliği, coğrafi uzaklıkları nedeniyle, çok fazla ekonomik bir sonuç üretmeyebilir. Yine de Türkiye, Endonezya, İran, Mısır, Pakistan, Malezya, Nijerya ve Bangladeş gibi önde gelen, bazılarının birbirleri ile tarihi sorunlar yaşadığı Müslüman ülkelerin ortak bir çatı altında buluşmuş olması değerlidir. Bu bağlamda D-8 ekonomik değil, daha çok siyasi bir birlik olarak görülebilir. Her birliğin mutlaka ekonomik bir birlik olması gerekmez. NATO da ekonomik bir birlik değildir. Ama askeri bir birlik olarak çok etkilidir. D-8 de siyasal bir birlik olarak, gerek kendi içlerindeki sorunların aşılmasında ve gerekse küresel meselelerde ortak bir tutum geliştirmede etkin bir siyasal birlik olabilir.

Sonuç Yerine

Müslüman toplumlar arasındaki pratik iş birliği imkanları kuşkusuz sadece yukarıda yazılanlardan ibaret değildir. Farklı ya da çok daha iyi/ileri pratik fikirler geliştirilebilir.

Al-i İmran suresinde tüm Müslümanlara “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, bölünüp parçalanmayın” buyrulduğuna göre kuşkusuz Müslüman toplumların birlikteliği mümkün ve gereklidir. Ama makalenin başında sorduğumuz soruya, günümüz dünyasındaki Müslüman bireylerin, toplumların ve devletlerin davranışlarına göre cevap verirsek, Müslüman toplumların birlikteliğinin hem mümkün hem meçhul hem de muhal olduğunu, onların yaptıkları, yapmadıkları ve yapacakları eyleme göre her üçünün de ihtimal dahilinde olduğunu söyleyebiliriz.

Tarihte Müslüman toplumların daha fazla birlikteliğe sahip olduğu dönemler olduğuna göre bugün de bize düşen bunun yollarını aramaktır. Bu yapılırken en zor olanı ve en sonda olabilecek ya da zamana bırakılacak olanı en başa alıp süreci baltalamamak gerekir. Alman devlet adamı Bismarck siyaseti “mümkün olanın sanatıdır” diye tanımlar. Bu çerçevede mümkün olandan, en kolay ve en pratik olandan başlamak gerekir. Aşılabilecek/atılabilecek küçük adımlar aşıldıkça/atıldıkça daha büyük engelleri aşabilmek de mümkün hale gelebilecektir.

Müslüman toplumların birlikteliği ya da İslam birliği düşüncesini de sadece tarihin bir döneminde uygulanmış bir model üzerinden düşünmemek, zamanın ruhunun getirdiği yeni yol ve yöntemlere ket vurmamak gerekir.

Son olarak bugünün dünyasında Müslüman toplumların birlikteliğini tek merkezli, tek boyutlu, tek katmanlı değil; çok boyutlu (ekonomik, stratejik, ilmi, akademik, siyasal, hukuki, kültürel, sosyal, sportif …) çok merkezli (belirli bir coğrafya ya da ülke merkezli olmayıp Afrika’dan uzak Asya’ya çok merkezli) ve çok katmanlı (sadece devletler değil, kurumlar, üniversiteler, vakıflar, topluluklar, kişiler vb. arasında) görmek gerekir.

Gayret bizden tevfik Allan’dandır.

 

KAYNAKÇA

1Kudret Bülbül, Said Halim Paşa, Kadım Yay, Ankara, 2006. Ss 35-37

2Azmi Özcan, “İttihad-ı İslam”, https://islamansiklopedisi.org.tr/ittihad-i-islam

3Bu üyeler: Afganistan, Arnavutluk, Azerbaycan, Bahreyn, Bangladeş, Benin, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Brunei Darüsselam, Burkina Faso, Cezayir, Cibuti, Çad, Endonezya, Fas, Fildişi Sahili, Filistin, Gabon, Gambiya, Gine, Gine Bissau, Guyana, Irak, İran, Kamerun, Katar, Kazakistan, Kırgızistan, Komorlar, Kuveyt, Libya, Lübnan, Maldivler, Malezya, Mali, Mısır, Moritanya, Mozambik, Nijer, Nijerya, Özbekistan, Pakistan, Senegal, Sierra Leone, Somali, Sudan, Surinam, Suriye, Suudi Arabistan, Tacikistan, Togo, Tunus, Türkiye, Türkmenistan, Uganda, Umman, Ürdün, Yemen. https://www.mfa.gov.tr/islam-isbirligi-teskilati.tr.mfa

4Müslüman ülkeler ya da devletler ifadesinden kasıt halkı Müslüman ülkeler ya da devletlerdir.

5Detay için bkz. Kudret Bülbül, Cumhurbaşkanlığı Sistemi, Tezkire yay, Ankara, 2017

6Kudret Bülbül, Siyaset Bilimi, Kavramlar, Kurumlar İdeolojiler, Adres Yay, 2019, 315-322

7Muhammed Ebu Zehra, İslam Birliği, Beyan Yay, İst, 2016 s. 91.

8Kudret Bülbül, “Balkanlar ve Türkiye İlişkilerine Medeniyet Perspektifinden Bakmak ya da Coğrafyayı Ortaklaştırmak”, Avrasya Etüdleri Dergisi, C 43, S 1, 2013.

Benzer İçerikler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir