29 Kasım 2024, Cuma

Geleceğin İnşasında Hâl Ehlinin Kaal Ehline Üstünlüğü – Prof. Dr. Fatih SAVAŞAN

Gençleri nasıl yetiştirelim?’ sorusuna cevap ararken de gençler(l)e konuşurken de beni bir telaş alır. Şunca yılın tecrübesinden sonra bu sorunun da gençlerle konuşurken geliştirilen dilin de revizyona ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Revizyon gereklidir çünkü gençlerle tek yönlü bir iletişim mahzurludur; mahzuru tolare edilebilecek düzeyde olsa bile verimsiz bir yöntemdir. Bir defa gençlerin ‘yetiştiricilerin’ bilgi ve tecrübe birikiminden faydalanarak ‘aydınlanacak’ ve ‘yetişecek olması’ aslında tek yönlü nedensellik bağı talep etmesi ile maluldür. Adeta bilgi ve tecrübenin şırınga ile damardan verilebileceği ve istenilen sonuca ulaşılabileceği yanılgısının bir tezahürüdür bu tutum. Tek yönlü nedenselliği biraz yumuşatalım: Çift yönlü bir nedensellik ve etkileşim kurgulansa bile ilişkinin merkezine ‘gençleri yetiştireceklerin’ yerleştirilmesinin muhtemel sonuçlarından birisi anakronizmdir.

HEPIMIZ İBN’ÜL VAKTİZ

Tasavvuftan mülhem hepimiz ‘vaktin oğluyuz’. Zamanı okuma, oradan hızını alarak geleceği inşa etme işinde gençlerin tecrübelilerden başarılı olma ihtimali daha yüksektir. Haydi, biraz iskonto yapalım, ihtimal daha düşük değildir. Bir defa geçmişin ve geçmişte biriktirdiğimiz tecrübenin geleceği inşa etme işinde mutlaka bize yardımcı olacağı ön kabulü ne kadar geçerlidir? Geçmiş bizim sadece ümidimizi değil korkuGeleceğin İnşasında Hâl Ehlinin Kaal Ehline Üstünlüğümuzu da besler; sadece bize ivme katmaz, eteklerimizden de çeker. Hatta tecrübemizi adeta nas gibi konumlandırma çabası ve gençleri bununla sınırlama güdüsü vaktin çocuğunu otuz yıl öncesinde yaşamaya davet anlamına gelebilir. Onları bizden koparmakla veya onların bizimle entegre olmasını engellemekle kalmayız inşa potansiyellerini de zayıflatırız. Tecrübemizi veya daha da kötüsü tecrübeye dahi dönüştüremediğimiz yaşanmışlıkları adeta nas gibi gençlere transfer etme çabasında ‘aşırı nostalji’ diyebileceğimiz bir tür takıntı göze çarpar: Kişi ve/veya olay bazlı ‘aşırı nostalji’. Genç insanları otuz yıl önce adeta asr-ı saadeti yaşadığımıza, pür idealist insanların olduğuna ikna etmeye çalışırız. Bu anlatı yönteminde dönemin cami imamları da, öğretmenleri de, STK gönüllüleri de hep idealist insanlardır. Fedakârlık düzeyleri ve dava bilinçleri yüksektir. Hep çileye talip olmuşlardır ve hep vericidirler. Diğerkâmlık tavan yapmıştır.

Genci imkânsıza davet ederiz. ‘İyi insanlar, iyi atlara binip gitti’ ise ve gencin karşısında konuşan ya tek kalmış iyi veya o kadar iyi değilse gençten istenen nedir? Hâlbuki gerçekte otuz yıl önce de insanlardan çok azı bu tanımlamaya tam uygun, çok azından biraz fazlası ise kısmen uygundurlar. Peki, doğru bir örnekleme yapmamızın önündeki engel nedir? Bir başka ifadeyle, sahte ‘asr-ı saadet’ kurgusundan uzaklaşmanın yolu nedir? Bizi bu kurguya düşüren şey imkânlarımızın, kısıtlarımızın ve dolayısıyla imtihanlarımızın farklılaştığı gerçeği ile yüzleş(e)memek. Kentli ve yarı kentli nüfusun artışı, formel eğitim düzeyinin artışı, kişi başına gelirin artışı, teknolojik gelişme ve teknoloji kullanımının artışı, ülke dışına çıkışın artışı…

Bu artışların hemen hemen tamamında (iyi bir istatistiksel çalışma yapmak ve veriye dayalı olarak konuşmak gerektiğini kabul etmekle birlikte bir kabaca ifade edilecek olursa) dindar/muhafazakâr/İslamcı kesimlerin görece daha fazla pay alması birey ve kesim olarak imtihanın farklılaşmasına yol açtı. Eski tecrübenin ulaşılan yeni konfor seviyesinin dayattığı ekosistemi anlamlandırmada kullanışlılığı artık neredeyse sıfırdır. Görece fakir bir tabanın taleplerini muhalif bir dille ifade ederken, şimdi bürokrat ve siyasetçi olarak taleplere karşılık vermek durumundayız. Muhalif dilin taşıyıcılığını yaparken kullandığı dil de sahip olduğu imkânlar da farklı olan ‘tecrübeli’, yeni konforlu dünyasında söylediği ile yaptığının, tecrübesi ile yaşadığının çelişkisini göremez veya görse bile kabullenemez. Öte yandan ibn’ül vakt olan genç etrafındaki (kimisi babası, annesi, amcası, teyzesi olan) çelişkili tuhaf insanları fark etmiş; belki de onları ciddiye almamayı bir pasif strateji olarak benimsemiştir bile.

SADECE HÂL

O zaman ne yapmalı? Mümkünse gençleri yetiştirmeyelim. Onları yetiştirmekten vazgeçelim. Neticede nebatat değiller. Yetişme yolculuklarında onlara sadece destek olalım. Ama sadece talep ettikleri zaman ve talep ettikleri kadar. Zamanı anlama ve geleceği inşa etme çabalarında destek olmanın en güzel yolu ise iyi örnek olmadan geçiyor. Fiili örneklik hali. Mümkünse kelamsız. Sadece hâl ile. Can Yücel’in ‘20 yaşında ben, / 35 yaşımda ben, / 40 yaşımda ben ve / bugünkü ben dördümüz.’ dizeleriyle güzelce tasvir ettiği gibi bireyler yaşanmışlıkları (zor olsa bile) tecrübeye dönüştürmek üzere iç muhasebesini yapmalı ve mümkünse konuşmadan sadece hâl ile gençlere destek olmalılar. Tecrübe paylaşımının önemini küçümsediğim düşünülmesin. Ama tecrübeyi dayatmak ile onu paylaşmak arasındaki fark açıktır.

Tecrübe dediğimiz şey neticede zamanın birinde farklı bir ortamda ve farklı kişilerle etkileşim halinde olmanın ürünüdür. Tecrübeyi dayatmak aslında geleceği değil geçmişi yaşamaya davet etmektir. Sadece bağı koparmaz aynı zamanda enerji tüketir, geleceği inşa imkân ve becerisini törpüler. Oysa yeni kurumlarla ve gençlerle paylaşarak pencere açma girişiminde bulunmak ve böylece isterlerse faydalanmalarına kapı aralamak zamanın gençlerinin anı anlama ve geleceği inşa çabalarına en önemli desteği vermek demektir ve yeterlidir. Burada bahsi geçen yetiştirmenin ebeveyn yetiştirmesinden (onu da kapsamasına rağmen) daha çok kurumsal yetiştirme olduğunu açıkça belirtmek de isterim. Sivil toplum kuruluşları, formal eğitim kurumları, gençlik kuruluşları ve gençliğe temas eden bakanlıklar bunları yönetenlerin geçmiş hafızalarına terkedilmemelidir.

Kısacası gençleri, zamanı okumada ve geleceği inşa gücünü, yöntemini belirlemede özne olarak konumlandırmayı ihmal etmemek gerekir. Gençlerin bu ameliyesinde, faydalanacakları tüm unsurlar içinde tecrübeye de elbette belli bir ağırlık tahsis edeceklerdir. Özellikle sivil toplum kuruluşlarının stratejilerini gençlerin tamamına temas etmeye; sadece belli oranda (varsayalım %10-15) bir genç grubunun iyi yetişmesine destek sağlama üzerine kurmaları gerekir. Zira her kurum veya ülke geleceği inşa ederken sadece donanımlı küçük bir grupla bunu başarabileceğini bilmelidir.

Benzer İçerikler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir