Dünya siyaseti ekonomi-politik olarak büyük bir dönüşüm dönemine girmiş durumda. Değişim sürecinin yönünü belirleyen şey ise insanlığın geliştirdiği bilimsel icatlar ve teknolojik gelişmeler kadar, küresel ısınmaya bağı iklim değişiklikleri, kitlesel göçler, doğal afetler ve salgın hastalıklar gibi insanların ve devletlerin denetleyemeyeceği olağanüstü boyutlardaki âdeta kıyamet senaryosunu andıran değişiklikler. Kaldı ki tekno-kapitalist çağın yeni bir boyuta evrimini haber veren Dijital Çağ veya Yapay Zekâ çağının getirdiği öngörülemez hızdaki gelişmelerin insanların, toplumların, ülkelerin ve topyekûn küresel sistemin işleyişini nasıl etkileyeceğini kimse bilmiyor. İçinden geçtiğimiz geçiş döneminin yarattığı şartlar tam anlamıyla bir kaos ve belirsizlik çağını tanımlıyor. Eski liberal düzenin tüm norm, değer ve kurumlarıyla çözülerek işlevsiz kaldığı, yeni düzenin kimler tarafından, hangi şartlarda ve hangi parametrelere göre şekilleneceğini bilmediğimiz bir alaca karanlık siyasi atmosferde yaşıyoruz.
İkinci Dünya Savaşı sonrasının galipleri tarafından kurulan Liberal Uluslararası Düzen çözülürken, küresel sistemde iç içe geçmiş çoklu bir kriz dönemi yaşanmaktadır: Bunlar, 1) Uluslararası ekonomi-politik kriz, 2) Küresel yönetişim krizi, 3) Normlar, değerler ve kurumların çözülüşü, 4) İnsanlığa ilham verecek felsefî ve entelektüel liderlik (vizyon) eksikliğidir. Kronolojik olarak bakıldığında 11 Eylül’ün yarattığı toplumsal güvenlik krizi, Avrupa ve ABD eksenli 2008 finansal krizleri, Covid-19 pandemisinin yarattığı insanî krizler, ardından derinleşen sosyoekonomik krizler ile Ukrayna Savaşı’nın yarattığı küresel ölçekli güvenlik krizi küresel yönetişim sistemi üzerinde büyük bir stres yaratmaktadır. 1990’lardaki büyük güçler arası uzlaşı kaybolmuş, Birleşmiş Milletler, AGİT, NATO ve Avrupa Birliği gibi uluslararası örgütler kendi iç sorunlarıyla uğraşmaya başlamıştır. Üstelik Çin, Hindistan, Türkiye, Brezilya ve benzeri yükselen güçlerin uluslararası alanda artan ekonomik, siyasi ve askerî etkileri karşısında statü kaybına uğrayan Batılı aktörler aşırı tedirgin olmaya başlamış, giderek daha da saldırgan hâle gelmişlerdir. Kaldı ki fizikî dünya kadar, yeni ortaya çıkan ve son derece kırılgan olan her ülkenin kritik dijital altyapıları “siber egemenlik” alanları olarak tanımlanmakta olup artan ölçüde dış saldırılara maruz kalmaktadır. Korsanlıklara karşı NATO gibi ittifaklar ve hemen her ülkenin aldığı güvenlik tedbirleri yetersiz kalmaktadır.
Öte yandan Covid-19 pandemisinin yarattığı insanî krizler ve Suriye ve Ukrayna gibi çatışma coğrafyalarının ürettiği kitlesel göçlerin sonuçları klasik güvenlik kavramlarını ve buna bağlı geliştirilen güvenlik paradigmalarını kökten sarsmıştır. Dünya nüfusunun %3’üne sahip bir süper güç olan ABD’nin pandemi dönemindeki insan kayıplarının neredeyse dünyadaki tüm ölümler içindeki payının %19’unu teşkil edecek kadar yüksek olmasının kendi toplumunda yarattığı güvensizlik ve ABD’nin imajını topyekûn sarsan krizle mücadelede Trump’ın sergilediği vurdumduymazlık ve insanî duyarsızlık insanların kafasındaki “güçlü devlet” olmanın anlamını ve buna bağlı olarak toplumların kamusal politikalardaki önceliklerini gözden geçirmeye ve sorgulamaya itmiştir. Barry Buzan gibi eleştirel güvenlik çalışan uluslararası ilişkiler akademisyenlerinin 1990’lı yıllardan beri vurgulaya geldikleri güvenlik kavramının sadece bir ülkenin fizikî güvenliği olarak anlaşılamayacağı; güvenliğin merkezinde “insan güvenliği” olması gerektiği yaklaşımı bugünlerde çok daha önemli ve anlamlı hâle gelmiştir. Bu çerçevede devletin güvenliği kadar, bireysel özgürlüklerin sağlanması, ekonomik refahın sağlanması ve çevrenin korunması gibi daha geniş kapsamlı düşünülmelidir.
Esasen dijital teknolojinin insan ve toplum yaşamında yarattığı yıkıcı etkileri öngörmek, toplumlarda ortaya çıkan göçmen karşıtlığı, ırkçılık ve İslamofobi gibi akımlarla mücadele etmek ve özellikle pandemi, deprem ve diğer doğal afetler (ki küresel ısınmaya bağlı olarak sıklığı artmaktadır) ile mücadelede başarı göstermek için devletlerin ve toplumların krizlere karşı gösterdikleri “direnç ve dayanıklılık” ülkeler arasındaki güç hiyerarşisinde yepyeni bir parametre olarak ortaya çıkmaktadır. Nitekim Türkiye’nin insanî bakışlı yaklaşımıyla pandemi döneminde gösterdiği uluslararası toplumla dayanışma ve kendi halkına sahip çıkmadaki başarısı da ülkemizin imajını son derece güçlendirmiştir. Aşağıda bu yeni güvenlik yaklaşımları çerçevesinde 21. yüzyılda yeni oluşacak çok merkezli dünya sisteminin kurucu bir aktörü olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci yüzyılına hazırlanırken ülkemizin durumu analiz edilecektir.
Özgüvenli Türkiye’nin Grand Stratejisi
Türkiye AK Parti döneminde gerçekleştirdiği başarılı ekonomik ve siyasi dönüşüm süreçleriyle devlet kapasitesini ve toplumsal direncini artırarak büyük bir özgüven kazandı. Sonuçta ise dış politikada giderek daha bağımsız (otonom) ve daha millî politikalar geliştirmeye başladı. Bu özgüven sahibi güçlü Türkiye’nin kalıcı olması için, önce içerdeki toplumsal, siyasi ve ekonomik sistemin insan temelli olarak inşası, kurumsallaşması ve sürdürülebilir hâle getirilmesi gerekir. Devlet-Millet kaynaşmasının sağlanması, bireysel hak ve özgürlüklerin garanti altına alınması ve ekonomik refahın adil bir şekilde dağıtımını sağlayacak düzenin kurulması halk ve siyaset kurumları arasındaki güvenin istikrarı açısından kritiktir. Özetle Türkiye, yeni yüzyıl için demokratik zeminini tahkim ederken, dayanıklılığını artıracak devlet kapasitesini hızla inşa etmelidir.
Siyaset bilimi literatüründe her ülkenin dış siyasetinin temelde iç siyasetinin uzantısı olduğu bilinen bir hakikattir. Zira arkasında sağlam bir millî mutabakat bulunmayan dış politika uzun süre sürdürülemez. Bu nedenle Türkiye yüzyılının inşasında özlenen bir oyun kurucu ülke olabilmek için önceliğin iç siyasette toplumun millî kimliği ve devletin uluslararası alandaki rolünün ne olduğuna ilişkin ciddi bir tartışmaya dayalı uzlaşma yaratmak gerekir ki uluslararası sınamalar karşısında ülkedeki toplumsal direniş ve dayanaklılık sağlanabilsin. Şanlı 15 Temmuz direnişi ve 2023 seçimlerinde yaşanan siyasi tecrübe bu çerçevede bize çok ciddi ipuçları vermektedir. Seçim sürecinde esasen Batı Bloku’na tam bağımlı bir Türkiye perspektifi ile tam bağımsız ve yeniden küresel düzenin kurucu aktörü bir Türkiye yaratma perspektifinin rekabetinde seçmenin çoğunluğu açıkça ikinci görüşü desteklemiştir.
Aslında Türkiye’nin önünde uzunca bir süredir üç ana seçenek bulunmaktadır: 1) Batı ile ittifakı genişletmek ve derinleştirmek, 2) Batı-dışı bir ittifak (örneğin Avrasya) ile ittifak kurmak ve bütünleşmek, 3) Türkiye-merkezli yeni bir güç inşası üzerine stratejiler geliştirmek. Batı ile ittifak ve entegrasyon seçeneği son yetmiş yılda denenmiş, başarısız olmuş ve Türk kamuoyunun ilgisini ve güvenini büyük ölçüde kaybetmiştir. AB Parlamentosu’nun Türkiye ile üyelik müzakerelerinin sonlandırılmasına ilişkin 2023 Raporu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Türkiye’nin gerekirse AB sürecinden vazgeçebileceğine” ilişkin açıklamalarının ardında aslında iki tarafın karşılıklı olarak siyasi ilgisinin azalması yatmaktadır. Asya ülkeleri ise siyasi zihniyet ve ekonomik kalkınma modelleri ve kendi bölgesel güç politikaları nedeniyle Türkiye’nin güvenebileceği inandırıcı alternatif bir seçenek olarak görülmemektedir. Diğer taraftan, Türkiye’nin coğrafi konumu, siyasi ve tarihî geçmişi ve tecrübesi, Batı ittifakına dâhil olup Batı-dışı güçlerle/bloklarla da ilişkiler geliştirebilmesi, Orta Doğu ve Afrika, hatta Latin Amerika’da kurduğu ekonomik ve kültürel ilişkiler, Türk Dünyası ve İslâm dünyası için üstlendiği örnek olma rolü, medeniyetlerin ve kültürlerin buluştuğu bir merkez olması, küresel siyasal fay hatlarının kesişim noktasında yer alması ve daha sayılabilecek pek çok sebeple, Türkiye üçüncü seçeneği tercih edebilecek ve gerçekleştirebilecek potansiyele sahiptir. Türkiye’nin tarihsel birikimi, jeopolitiği, mevcut ekonomik yapısının sektörel çeşitliliği ve üretim kapasitesi, kapsayıcı ve kuşatıcı toplumsal ve siyasal kültürü böyle bir bölgesel liderliğe son derece elverişlidir. Burada belirleyici olacak şey ise böyle bir projeye inanan siyasi liderlik, güçlü bir entelektüel ve bürokratik kadro ile bunu destekleyecek toplumsal zihniyettir. İhtiyacımız bu vizyona uygun bir Millî Mefkure ve kamu felsefesi geliştirmek ve bunu halka mal edebilmektedir.
Mevcut ve yükselen güçlerin dünya siyasetindeki yeniden yapılanma süreçlerinde kendi milletlerinin uzun dönemli çıkarlarını korumak amacıyla geliştirdikleri gelecek vizyonları “Grand Strateji” olarak ifade edilmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Cumhuriyetimizin kuruluşunun 100. yılında açıkladığı “Türkiye Yüzyılı” vizyonu tam da Türkiye’nin bu yeni Büyük Vizyonu’nun dünyaya ilanıdır ve her boyutuyla içeriği zenginleştirilerek kararlılıkla uygulanmalı ve milletimiz için yeni bir “Kızıl Elma”ya dönüştürülmelidir. Türkiye yukarıda önerilen merkez ülke olma idealinin hayata geçirilebilmesi için öncelikle siyasi elitler ve kamu bürokrasisi için referans kaynağı ve davranış rehberi olacak ortak bir siyasi zihniyete, millî bir mefkureye ihtiyaç duymaktadır. Ülkede yaşayan herkesin üzerinde anlaşabildiği ortak bir uzlaşıyı yansıtacak böyle bir anlayışı geliştirmeden dışarıya yönelik tutarlı ve etkin söylem ve politika üretmek oldukça zordur. Üretilen politikalar ve elde edilen başarılar da kalıcı olmayacaktır. 2023 seçimleri sonrasında içinden geçtiğimiz dünya ve Türkiye şartları yerli ve millî bir toplumsal zihniyet inşası için uygun bir dönem olarak değerlendirilmelidir.
Türkiye’nin Yeni Stratejisinin Etkileşim Alanları
Türkiye yüzyılı yalnızca içerideki halkın değil yakın ve uzak coğrafyalardaki yaşayan dost ve kardeş ülkelerle de belli ölçüde ilişki, dostluk ve çıkar birliği geliştirmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle Türkiye’nin yeni stratejisi bölgesel ittifaklar temelli olmalıdır. Her bölgenin kendine özgü ekonomik, kültürel, siyasi ve sosyal dinamiklerine uygun, modern uluslararası siyaset ve hukukun meşru saydığı normlar çerçevesinde farklı iş birliği ve ittifaklar modeli geliştirilmelidir. Yeni stratejinin etkileşim ve entegrasyon alanları coğrafi olarak iki geniş bölgeden oluşmaktadır ki bunlar Türkiye’nin jeopolitik, jeoekonomik ve jeokültürel etkileşim alanlarıdır.
Birinci Bölge/ İç Çember: Balkanlar ve Doğu Avrupa, Kafkaslar ve Orta Asya, Güney Asya (Afganistan ve Pakistan dâhil), Orta Doğu ve Kuzey Afrika. Birinci Bölge, Türkiye’nin mevcut dış politika gündeminin önemli bir kısmını meşgul eden ülkeler coğrafyasıdır ve tarihsel olarak doğal etkileşim alanı olarak tanımlanabilir. Dolayısıyla uzun dönemde daha yoğun bir ekonomi-politik entegrasyon için hazır bir siyasi meşruiyet zemini olduğu söylenebilir. Birinci Bölge özellikle Türkiye’nin yurt dışı eğitim-öğretim ve kültürel faaliyetlerinde tüm kurumlarımızca öncelik verilmesi gereken bölgedir.
Harita 1: Büyük Türkiye’yi Kurma Stratejisinin Etkileşim Alanları
İkinci Bölge/ Dış Çember: Sahra-altı Afrika ve Güney Doğu Asya ülkeleri sayılabilir. İkinci Bölgedeki ülkeler coğrafi olarak nispeten uzak olsa da belli açılardan kültürel ve ekonomik iş birlikleri açısından ortak projelere, dayanışmaya ve çok yönlü iş birliğine hazırdır. Türkiye’nin yeni diplomatik etki alanı olan bu bölgelerde ekonomiyi ve ticareti önceleyen iş birlikleri ile eğitim ve kültürel faaliyetlerin artırılması önem taşımaktadır.
Yeni dönemde Türkiye’nin kimliğinde Osmanlı’dan modern Türkiye’ye geçişte yaşanan toplumsal kırılmaları tamir edip, bin yıldır bize güç, enerji ve ruh veren tarihsel ve kültürel değerlere dayalı millet kimliğinin ihyası öncelikli bir stratejik tercih olarak görülmektedir. Zira tarihsel anlamda milletler arasındaki güç dönüşümleri ve kaymaları, irade sahibi devletler için beraberinde sert sınamalarla birlikte pek çok fırsatlar da getirmektedir. Tehditleri ustaca savuşturmak ve fırsatları milletimiz adına kalıcı jeopolitik kazanımlara dönüştürebilmek, krizlere karşı toplumsal direnci güçlendirebilmek için sağlam bir millî kimlik ve siyasi istikrar elzemdir. Önde gelen Batılı jeopolitikçilerden olan Fukuyama’nın son dönemlerde Devlet İnşası ve Kimlik üzerine; Kissenger’in da Dünya Düzeni ve Liderlik üzerine kitaplar yazmaları bu bağlamda oldukça manidardır.
Yeni Dönemde Ak Parti’nin “İnşa Edici” Rolü
AK Parti siyaseten ülkemizdeki halkın kahir ekseriyetini oluşturan Türk milletinin tarihten tevarüs ettiği tüm millî kimlik değerlerinin temsilcisi olan ve aynı zamanda halkın kendi değerlerini de koruyarak ekonomik kalkınma, reformculuk ve modernleşme yoluyla muasır medeniyetler seviyesine ulaşma arzularının taşıyıcısı bir parti olarak kurulmuştur. Bu “değişimci muhafazakarlık” çizgisinin fikrî köklerini Osmanlı’dan günümüze yolumuzu aydınlatan Ahmet Cevdet Paşa, Said Halim Paşa, Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç ve Erol Güngör gibi düşünürlerin eserlerinde bulmak mümkündür. Demokratik Cumhuriyet dönemimizdeki Menderes, Özal, Erbakan ve Erdoğan çizgisi ince nüanslarla bu siyasi çizgiyi temsil eder. Özelde ise AK Parti ana kurucu liderliğini Türk siyasetinde İslâmî tonu daha yüksek olan “Millî Görüş” ekolü ile muhafazakâr sağ siyasetin neredeyse tüm renklerini bünyesinde birleştirerek büyümüştür. Nitekim geniş kitleler nezdinde AK Parti ve lider Erdoğan tarihsel konjonktür olarak halkı 28 Şubat darbesinin oluşturduğu boğucu siyasi atmosferden hızla çıkaracak, demokratik siyaseti vesayetçi yapılardan kalıcı olarak temizleyecek, kalkınmacı ekonomi politikalarıyla hem 2001 ekonomik krizinin etkilerini silecek hem de hızla halkın refah seviyesini yükseltecek bir reformcu aktör olarak görülmüş ve iktidara taşınmıştır. Başka bir deyişle, halk AK Parti’yi toplumsal değişimin taşıyıcısı ve millî iradenin temsilcisi olarak görmüştür. Millet AK Parti’yi kendisini ekonomi politik olarak güç merkezlerinden ve karar alma süreçlerinden uzak tutan eski elitist, jakobenist, dışlayıcı vesayetçi yapıları yıkmanın (yapıbozuma uğratmak) ve millet iradesine dayalı, müreffeh adaletli ve halkın değerlerini ve çıkarlarını önceleyen kalıcı bir siyasal sistem ve kamu yönetimi düzeni kurmak (yeniden inşa) için bir imkân alarak görmüştür.
AK Parti, lider Erdoğan ve teşkilat olarak son 20 yılda içerideki ve dışarıdaki vesayetçi odaklarla mücadelesinde oldukça başarılı oldu. Aslında 2001’deki parti programında öngörülenlerin çok büyük çoğunluğu 2010’lara gelindiğinde önemli ölçüde gerçekleştirildi. Halkın refah düzeyi ciddi şekilde arttı. Eğitim, sağlık, ulaşım, konut, şehirleşme ve altyapıda devasa adımlar atıldı. Deyim yerindeyse Türkiye’deki merkez sağ siyasetin tabanının istediği vesayetin geriletilmesi ve eski Türkiye düzeninin yıkılması (deconstruction) anlamında AK Parti büyük zaferler kazandı. Bu süreçte AK Parti kırsal alandan göçle kentlere gelen geniş kesimlerin toplumsal ve siyasi alana entegrasyonunu da gerçekleştirdi. Ancak 2010 sonrası dönemde başarılamayan en önemli şey, siyasi reformlar ve ekonomik kalkınma başarılarının sağladığı siyasi ve ahlâkî meşruiyet zeminini, Türkiye’nin uluslararası alanda üstlendiği yeni aktif rolüne uygun şekilde içerideki eski ve yeni orta sınıflar arasında yapıcı diyaloglar geliştirerek ortak bir millî mefkûre ve yeni bir millî mutabakatın oluşturulmasıdır. Kürtlere yönelik açılım politikaları ve başörtüsü gibi muhafazakâr kitlelerin beklentilerini karşılamaya yönelik adımlar atılsa da, kutuplaşma, terör ve darbe girişimi gibi nedenlerle büyük uzlaşma maalesef gerçekleşemedi. Elitler arası ikna ve tartışma yoluyla büyük uzlaşmanın sağlanma ihtiyacı hâlen devam etmektedir. Böyle bir uzlaşı için siyasi inisiyatif geliştirmek öncelikle iktidar partisine düşse de eski düzenin değerlerinin taşıyıcısı olan aktörlerin de böyle bir tartışmaya samimice hazır olması gerekir. Yeni dönemde iktidarın ipuçlarını verdiği ve Türkiye Yüzyılı başlığı ile kavramsallaştırdığı Büyük Türkiye Vizyonu (grand strateji), 2024 yerel seçimleri esnasında ve sonrasındaki Sivil Anayasa yapma arayışlarının siyasi ve toplumsal zeminini güçlendirecektir. AK Parti içindeki AK Parti’nin geleceğine ilişkin yapılan kamusal tartışmalarda kullanılan “Devrimci Muhafazakârlık” söylemleri ve bazı muhalif entelektüel kesimlerde son zamanlarda yapılan “Post post-Kemalizm” tartışmaları bu anlamda ülkemiz adına cesaret vericidir.
Son on yılda televizyonlarda çok seyredilen tarihî diziler bir ölçüde orta yaş ve üstü için belli bir referans çerçevesi (ilham kaynağı) sunsa da, siyasal alanda elzem ve kalıcılı olacak olan şey ülke vatandaşlarına yönelik entelektüel derinliği ve tutarlılığı olan sağlam politik metinler üreterek ve bu referans kaynaklara ve değerler sistemine dayanan eğitim ve kültür politikalarının üretilmesidir. Zira yeni neslin zihinlerine geleceğe ilişkin toplumun uzlaşısına dayanan yüksek idealleri aşılamadan milletlerin büyük bir medeniyet yürüyüşüne başlaması mümkün olmayacaktır.
Şekil 1: Büyük Stratejik Vizyon, Milli Kimlik ve Eğitim-Kültür İlişkisi
Özetle, yeni dönemin en önemli konusu sadece yönetim sisteminin etkinliği ve dinamizmi değil, esasen ülke ve milletin geleceğine yön verecek bir “grand strateji” geliştirmek ve bu idealleri yansıtan ve herkesi kuşatacak kapsayıcı bir “millî mefkure” inşa etmektir. İHA ve SİHA alanında teknoloji geliştirmek kadar, millî eğitim ve kültür politikalarına da kafa yormak gerekiyor. Zira Nurettin Topçu’nun veciz biçimde ifade ettiği gibi, “millî felsefesi olmayan milletlerin millî eğitimi olmaz.” Önemli olan sadece fizikî altyapı ve teknolojik donanım değildir; “millî mefkure” inşa etmektir. Halka yön verecek kalıcı değerler belki daha çok inançlar, fikirler, düşünceler ve zihniyettir. Bu yaklaşım büyük Türkiye’nin inşasını sadece maddi bir güç ve kapasite artışı olarak görmez, bu güce ruh veren, anlam kazandıran bir medeniyet perspektifine dönüştürür. Yirmi yıllık AK Parti iktidarının Türkiye’yi dönüştürme hikâyesinde eksik kalan şey esasen bu kültürel boyuttur. Oysa Türkiye olarak bu değişimi hep beraber kararlılıkla sürdürmek ve başarmak durumundayız. Muhalefet adına bazen dile getirilen eski hâle dönmeyi ve son 20 yılda yapılanları yok sayacak restorasyon çağrıları gerçekçi değildir. Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına girerken halkımızın kazandığı özgüvenle geleceği birlikte inşa etmeye çalışmak siyaseten en emin yoldur. Millî köklerimizi inşa eden tarihî ve kültürel kaynaklarımızı keşfedip, taşıdığı değerleri özümseyip, Cumhuriyetimizin yüzyıllık tecrübesine dayanarak, 21. yüzyıl şartlarına uygun olarak bizi daha insanî, daha güvenli ve daha dayanıklı kılacak bir toplumsal ve siyasal düzen kurarak dost ve kardeş ülkelere ümit kaynağı olmak ve öncülük yapmak ortak sorumluluğumuzdur.