Babam Hikmet Altunsöz’ün Ardından
Beyrut’ta bahar güneşinin insanların içini ısıtmaya henüz başladığı bir zamanda dünyaya gelmiş babacığım. Kıştan sonra gelen bahar, geceden sonra gelen sabah gibi gülümsemiş etrafına. Nice kalplere umut olacağının sözünü doğduğu günden verircesine… Orta Doğu’nun Paris’i benzetmesiyle, kozmopolit özelliğiyle, iç savaşlarıyla, Akdeniz iklimiyle ünlenmiş kadim ve bilge şehir Beyrut…
Ya Hâkim Olacak Ya Hekim…
İskenderun’da geçim sıkıntısı sebebiyle bir süreliğine Beyrut’a göç edip ardından iç savaş nedeniyle yeniden İskenderun’a dönüş yapmak zorunda kalmışlar. Her şeyin bir sebebi olduğu gibi Hikmet Altunsöz’ün Beyrut’ta dünyaya gelmesinin de elbet bir sebebi vardı. Nasıl ki Beyrut tüm karışıklıklara, üzerinde oynanan oyunlara rağmen dimdik ayakta durup güzelliğinden ve bilgeliğinden bir şey kaybetmemişse Hikmet Altunsöz de kaht-ı ricalin olduğu bir zamanda herkesin gözü kapalı arkasından gidebileceği bir insan olmayı başarmış ölümünün ardından bile bunu devam ettirmiştir. Bu nedenle onu anlatmaktan ziyade anlamayı yeğlerim.
Onu anlamak yaşamın sırrını çözmek demektir desek hiç abartmış olmayız aslında. Şu dünyada nasıl yaşanmalı sorusunun cevabı niteliğinde bir ömür… Bu güzel ömrün en yakın şahitlerinden biri olarak onu anlatmak büyük bir şeref fakat bir o kadar güç. Ne anlatsam eksik kalır çünkü… Babamın ismini koyan kişi, aynı zamanda benim ismini aldığım kişi Meryem ninemiz… Babamı kucağına ilk aldığında munis ve mütebessim yüzüne bakarak “Adını ‘Hikmet’ koyuyorum, ya hâkim olacak ya hekim’’, demiş. Gerçekten de öyle olmuş. Fakat o her zaman kendisinden beklenenden çok daha iyisi olmayı başardığı gibi ismini en güzel şekilde yaşamayı da başarmış. Adaleti sağlama konusundaki gayretiyle ‘hâkim’, insanların ruhlarına verdiği şifa ile ‘hekim’ olmayı başarmış. Yani hem hâkim olmuş hem hekim…
Çocukluğu İskenderun’da geçmiş. Yoksul bir ailede hayata tutunmaya çalışmak pek kolay olmamış. İlkokul yıllarından itibaren simit satarak evin geçimine katkı sağlamaya çalışmış. Simit satarken bile o kadar güzel bağ kurmuş ki insanlarla. Belirli müşterileri olduğundan sırayla hepsine gidip simitlerini en hızlı şekilde bitirmeyi başarıyormuş. Ev halkı bu duruma çok şaşırsa da ondaki farklılığı gün geçtikçe daha iyi anlıyorlarmış. İlkokulu bitirdiğinde simit sattığı kişilerden biri ona mutlaka okuması gerektiğini söyleyerek imam hatip ortaokulu’na kaydını yaptırmış. Eğer hayatına böyle bir dokunuş olmasaydı okumak onun için hayal dahi edemeyeceği bir eylem olacaktı. O yüzden kendi hayatını değiştiren bu dokunuşu başkaları için yapmaya yemin etmiş ve son nefesine kadar bunun için çabalamış. Ortaokulda Millî Gençlik Vakfı ile tanışmasıyla bu dokunuş filizlerini vermeye başlıyor ve kendini gerçekleştirme yolundaki adımlarını hızlandırmasına vesile oluyor. Biraz zaman sonra MGV bünyesindeki arkadaşlarıyla ‘Selam Radyo’yu kurarak Çukurova ve Amik Ovası’na “Hak Yol İslam” yazmayı hedefliyor ve bunu da çok güzel bir şekilde başarıyorlardı.
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesine gitmesiyle sesi daha gür çıkmaya başlıyor. O dönemde yapılan tüm haksızlıklara karşı ellerinden gelen tüm faaliyetleri yapıyor, Hakk’ı üstün tutmanın erdemine sahip olduklarını haykırdı. Çok yoğundu, davası büyüktü, çok koşturdu, çok yoruldu. Yarım asırlık ömrünü yüzyıl gibi yaşadı. Peki bu süreçte ailesine nasıl vakit ayırdı? Onun zaman kavramı çok başkaydı. Aynı ana çok fazla şey sığdırmayı başarırdı. Hani boş durmazdı ya Müslüman… Tam olarak öyle yaşadı. Onun bomboş durduğu tek bir an görmedim. Enkazdan çıkarıldığı an hariç! Battaniyeye sarılı getirdiklerinde ilk defa öyle gördüm onu. “Hikmet Altunsöz böyle yatmaz” dedim. Hem de ona en ihtiyaç duyulan zamanda. “Kalk babam” dedim, “Sana çok ihtiyacımız var…” Kalkmadı ama kalkmayan elbisesiydi. Eminim o güzel ruhu telaş içinde yine bir şeylerle meşguldü. Çok iyi bir dinleyiciydi. Bunca yoğunluğunun arasında saatlerce bir şeyler anlatsak dinlerdi. Gözlerimizin içine bakardı dinlerken. Çok basit bir şey bile anlatsak üzerine çok güzel tespitler yaparak yorumlardı. Öyle kıymetli hissettirirdi ki bize kendimizi… En güzel rehberdi. Her şeyimizi danışırdık ona. Her konuda yol gösterirdi. Gösterdiği yollar hep güzelliklere çıkar, en doğru kararları yine o verirdi. Günlük kıyafet kombinini babasına danışan kaç kız sayabiliriz ki mesela. Nice önemli zoom toplantılarının ardında gösterdiğim kombinleri işaret diliyle yorumlamışlığı vardır. “Kızım sonra bakarız” da diyebilirdi. Ama hiç ertelemedi bizi. Hep önemsedi. Çok güzel sır tutardı. En yakın arkadaşlarımıza anlatamadığımızı bile anlatırdık ona. Öyle rahatlardık ki sonrasında gerek bile kalmazdı başkasına. Biz anlatmadan bile anlardı bazen. “Meri gel bakalım!” diye seslendiğinde karşısına oturtur “Anlat” derdi. “Neyi?” diye soramazdım bile. İlkokulda sıra arkadaşımla yaptığımız yer kavgasını bile anlatmışlığım var. Ciddiyetle dinleyişini ardından okuluma gelip arkadaşımla konuşup aramızı düzeltişini asla unutamam mesela…
Öğrencilerine Olan İlgisine Hayran Kalırdım
Çok okurdu. Kolilerle kitap alıp okumadan kitaplığa yerleştirmezdi. En fazla 3-4 güne bir kitap bitirirdi. Enkazdan da en çok kitapları çıktı zaten. Ufkunun, vizyonunun bu kadar geniş olmasının sebebi de buydu muhakkak. Onun gibi bir öğretmen olmaktı en büyük hayalim. Öğrencilerine olan ilgisine hayran kalır, bazen de kıskanırdım. Ufacık sorunlarını bile kendine dert edinir ve mutlaka bir çözüm yolu bulurdu. Şimdi o öğrencileri bize kol kanat geriyor. Abla, abi, kardeş oluyor. Öyle anılarını anlatıyorlar ki şaşıp kalıyorum. Nasıl bu kadar fedakâr olabilir bir insan diyorum. Üniversite tercihi dönemleri evimiz dolar, babamın telefonu hiç susmazdı. Tercihini yapmış olduğu hiç bir öğrencinin mutsuz olduğuna şahit olmadım. Öğrencileri gittikten sonra da bırakmaz gittikleri yerde mutlu olmaları için çabalardı. Üniversiteden tatile memlekete gelen öğrencilerinden evlerine uğramadan bize geldiklerine de çok şahit olduk mesela. Ömer Faruk abimiz vardı -Allah rahmet eylesin- vefat ettiğinde babamın ilk defa sesli bir şekilde ağladığına şahit olmuştum. Uzun süre etkisinden çıkamamıştı, çıkamamıştık. Ben ölsem kaç öğretmenim bu şekilde ağlar diye düşünmüştüm. Ancak bir baba evladı için böyle ağlayabilirdi çünkü. Öğrencileri de manevi evlatlarıydı zaten.
Her çocuğun en büyük güvencesi ailesidir, babasıdır. Baba yoksa endişeler artar. Ama bizim endişemiz de yok elhamdülillah. Sanki ölmeden önce tek tek arayıp bizi birçok kişiye emanet etmiş gibi hissediyoruz. Öyle güzel dostluklar kurmuş ki her bir dostunu gördüğümüzde onu görmüş gibi oluyoruz. Endişelerimiz azalıyor ve güvende hissediyoruz. Bir baba evlatlarına daha güzel ne bırakabilir ki? Hamza yürekliydi. Her daim hakkı savunurdu. Kimseyle tartıştığını görmedim ama eğer tartışmışsa muhakkak ortada bir adaletsizlik, haksızlık olurdu. Kimseyle nefsi için tartışmazdı. Karşısındakinin makamını(!) asla önemsemezdi. Doğru bildiğinden şaşmaz karşısındakine göre şekil almazdı.
‘Hazır ol’da Değildi ‘Rahat’ da Durmadı!
Tüm uyuyanları uyandırmaya tek bir uyanık yeterdi ya hani… Babam o uyanıklardan biriydi. ‘Hazır ol’da değildi ‘rahat’ da durmadı! En basitinden ben KPSS’ye girdiğimde sınav Hatay merkezdeydi ve bu Hatay’ın diğer ilçelerindeki insanlara büyük bir eziyetti. Belen’de trafik olması sebebiyle birçok kişi sınava girememişti. Sadece benim sınava girdiğim okulun önünde en az on öğrencinin sınava geç kaldığını görünce ben sınavdayken hemen bir radyo programına konuk olmuş acilen bu problemin çözülmesi gerektiğini ifade etmiş. Ardından da peşini bırakmayıp sınavların İskenderun’da yapılmasını sağlamıştı. Bir yerde bir yanlış gördüğü zaman, sessiz kalmak irfanına dokunurdu çünkü. Ne mutlu hidayetlere vesile olanlara, ne mutlu İslam’ı temsil ve tebliğ hususunda her fırsatı değerlendirme derdinde olanlara…
Tüm bu telaşlarının içinde ailesini asla ihmal etmezdi. Her yaz Türkiye’nin belli bölgelerini gezdirirdi. Rotayı oluşturur, şehirleri belirler, bizden de o şehirleri araştırmamızı ister, şehri gezdirdikten sonra da şehir hakkında bir şeyler yazmamızı isterdi. Kendi boş durmadığı gibi bize de bunu aşılamaya çalışırdı. Şehirleri bomboş gezmenin bir anlamı yok, bakarken görebilmektir aslolan derdi. Herkes bakar çünkü. Görebilmek çok başka… Anadolu’yu tanıdıkça görgümüzün artacağını, bilgimizin çoğalacağını, ufkumuzun açılacağını, taassubumuzun kırılacağını, gönlümüzün güzelleşeceğini söylerdi. Bazen çok yorulurduk. Acelemiz ne derdik. Onun acelesi varmış meğer… Nasıl bir baba derken diğer rollerine de değinmeden edemiyorum. Çünkü tüm rollerinde en iyisiydi. Birinden bahsedince diğerleri eksik kalırdı. Mesela nasıl bir eş olduğunu anlatmaya kelimeler yetmez.
Bir defa olsun birbirlerine kırıcı bir söz söylediklerine şahit olmadım. Elbette ufak tefek tartışmaları oluyordur ama bize hiç yansıtmadılar. Çok sevdiler birbirlerini. Birlikte gitmek istediler hep. Öyle de oldu. Öyle güzel bir sevgi mirası bıraktılar ki bize kendileri gitse bile bizim sürgünümüz bitene dek yeter bize sevgileri hamd olsun.
Dünyanın en şanslı kız çocuklarıydık. Annem eş konusunda “Ahlak-ı Muhammedî ile vasıflanmış, evsaf-ı Muhammedî ile evsaflanmış…” diye dua edermiş. Anneciğimin kabul olmuş en güzel duasıymış bence babam. Çünkü bize davranışı Efendimiz’in (sas.) Fatıma’sına (as.) davranışından farksızdı elhamdülillah. Üç kızım var cenneti garantiledim inşallah derdi ve bir kızını da alıp gitti Refîk-i Âlâ’ya… Rabbim cennetinde sevdiği, örnek aldığı Peygamberimize ve ashab-ı güzine komşu eylesin. Bizlere de onlar gibi bir ömür yaşayıp onlar gibi dünya sürgünümüzü tamamlamayı nasip etsin.
Son olarak merak edip sormaya çekinen dostları için şunu söylemek istiyorum -Biz çok sorguladık çünküNasıl öldüler, canları yandı mı, bir şey hissettiler mi son sözleri neydi gibi… Allahualem elbette ama uykularında gitmişler. Yataktan hiç kalkmamış, uyku pozisyonları dahi değişmemişti. Öyle bir sallantıda uykusu çok hafif olan babam için bu mümkün değildi. İlk günler bunun nasıl olabildiğini sorgulayıp dururken Allah razı olsun dayım Zümer Suresi’nin kırk ikinci ayetini hatırlattı bize : “Allah, ölüm vakitleri geldiğinde insanları vefat ettirir, ölmeyenleri de uykularında (bilinç kaybına uğratır). Ölümüne hükmettiklerinin canlarını alır, diğer canları da belli bir süreye kadar bedenlerine salar. Kuşkusuz bunda iyice düşünenler için dersler vardır.” Ders alabilenlerden olalım inşallah. Rabbim sürekli bize “Siz ölümlerine değil yaşamlarına odaklanın!” mesajını gönderdi zaten. Yerle bir olmuş enkazdan sadece ufak tefek sıyrıklarla burnumuz bile kanamadan çıktıysak elbette bir sebebi var. Bu hayat yeniden bize bahşedilmişse bir sebebi var. O sebeplere layık olabiliriz inşallah. “Allah’ın takdirine karşı elden ne gelir, ey İbrahim!”, evladını kaybetmiş Rahmet Peygamberi (sas.) kucağındaki evladına bakarak bunu derken bize ne oluyor ki? Elden ne gelir anneciğim? Ne gelir babacığım? Ne gelir Rümeysam? Göz yaş döker, kalp teessür duyar evet ama ötesi olmasın! Rabbim şu imtihanımızda bize dayanma gücü versin imanımızı arttırsın. Rabbim öyle güzel hissettiriyor ki varlığını, hamd etmekten başka bir şey yapamıyoruz. Alan da O, veren de O…
Hasbünallahü ve ni’mel-vekil…