17 Kasım 2025, Pazartesi

Bir Disiplinin Anatomisi: İktisat, Kapitalizm ve Varoluşsal Körlük – Prof. Dr. Feridun Yılmaz

İktisat disiplini, modern dünyanın ekonomik dinamiklerini anlamayı ve yönlendirmeyi hedefleyen bir sosyal bilim olarak, insan refahını artırma ve adil bir ekonomik düzen kurma vaadiyle ortaya çıkmıştır. Ancak iktisadın tarihsel gelişimi, özellikle kapitalizmin yükselişiyle birlikte, bu vaadin ne ölçüde gerçekleştiği konusunda sorgulamalara yol açmaktadır.

Ana Akım İktisat, Heterodoks Yaklaşımlar ve İslam İktisadı

Ana akım iktisat, pozitivist bir bilimselleşme çabası içinde insanın ekonomik davranışlarını matematiksel modellerle açıklamaya odaklanırken, etik, kültürel ve manevi boyutları göz ardı etmiştir. Bu süreç, iktisadın insan refahını artırma iddiasını daraltılmış bir teknik alana hapsetmiş ve disiplinin insan varoluşunun çok boyutlu doğasına yabancılaşmasına neden olmuştur. Heterodoks iktisat yaklaşımları bu eksikliklere itiraz etse de, ana akımın hakim paradigması karşısında sınırlı bir etki alanına sahip olmuştur.

İslam iktisadı bu çerçeveye alternatif bir model sunma potansiyeli taşımasına rağmen, ana akım iktisadın üretilebilir sınırları içinde kalarak özgün bir çözüm geliştirme konusunda yetersiz kalmıştır. İslam iktisadı, faizsiz bir ekonomik model, risk paylaşımı ve sosyal adalet gibi ilkeler önerirken, bu ilkelerin pratikte uygulanabilirliği ve modern ekonomik sistemle entegrasyonu konusunda ciddi zorluklarla karşılaşmaktadır. Bu durum, İslam iktisadının ana akım iktisadın eleştirisi üzerinden kurgulanan bir alternatif olmanın ötesine geçememesine neden olmuştur.

Varoluşsal Sorgulama ve İktisadın Yeniden Tanımlanması Gerekliliği

Nihayetinde, iktisadın yalnızca teknik bir alan olarak değil, varoluşsal bir sorgulama ve yeniden tanımlama alanı olarak ele alınması gerektiği savunulabilir. Bu yaklaşım, iktisadın insan refahını artırma ve adil bir düzen kurma vaadini gerçekleştirebilmesi için etik, kültürel ve manevi boyutları da içeren bütüncül bir perspektif benimsemesi gerektiğini vurgulamaktadır. İktisat, insanın varoluşsal ihtiyaçlarını ve değerlerini merkezine alan bir disiplin olarak yeniden tanımlandığında hem ana akım hem de alternatif yaklaşımlar için yeni bir yol haritası sunabilir.

İktisat disiplini, diğer sosyal bilimler gibi, kapitalizmin ve Sanayi Devrimi’nin bir ürünü olarak modern dönemde ortaya çıkmıştır. Sanayi Devrimi, insanlık tarihinde eşi görülmemiş bir gelişme artışı sağlamıştır; ancak bu yüksek refah, aynı zamanda derin bir bölüşüm sorununun da alevlenmesine yol açmıştır. Yaklaşık 250 yıl önce şekillenmeye başlayan bu modern dünya, kalabalık şehirlerin yükselişi, işçi sınıfının ortaya çıkışı ve toplumsal olarak geri dönülmez bir dönüşüm yaşanmasıyla oluşmuştur. Geleneksel geçişlik ekonomilerde, temel sorunların karşılaştırılması yönünde bir üretim düzeni hakimken, kayda değer bir bölüşüm meselesinden söz etmek mümkün değildi. Ancak Sanayi Devrimi’nin ardından, teknolojik yenilikler ve makineleşmeyle birlikte insanlık, ilk kez ihtiyaçlarının çok ötesinde bir refah üretmeyi başarmış; bu da “Bu refahı kim üretir?” ve “Nasıl paylaşılmalı?” gibi soruları kaçınılmaz kılmıştır.

İktisat disiplini, işte bu sorulara yanıt vermek üzere doğmuştur. Modern anlamıyla iktisat, Eski Yunan’a kadar uzanan etimolojik köken iddialarına rağmen -ki bu iddialar daha çok başlangıçtaki kökenine dair bir merakı yansıtır- özünde Sanayi Devrimi sonrası bir fenomendir. Disiplinin ortaya çıkışı, yüksek refahın üretim süreçlerini ve paylaşımını düşünen dönemin entelektüellerinin çabalarıyla şekillenmiştir. Bu düşünürler yalnızca refahın nasıl üretildiğini değil, aynı zamanda bu refahın bölüşümüne ilişkin meşru bir açıklama sağlamanın gerekliliğini de fark etmişlerdir. İktisadın ilk yüzyılı, Adam Smith ile başlayan ve 1770-1870 arasını kapsayan politik ekonomi dönemi olarak adlandırılır. Bu dönemde teorik tartışmaların merkezi bölüşüm meselesidir; çünkü insanlık tarihte ilk kez kendi ihtiyaçlarının ötesinde bir refahla karşılaşmış ve bu refahın paylaşımına açıklama arayışına girmiştir.

Sanayi Devrimi’nin toplumsal sonuçları yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda kültürel boyutları da içermektedir. Kalabalık şehirler, fabrikalar ve işçi sınıfı modern dünyanın alametifarikaları haline gelmiş; bu yeni düzen eski toplumsal yapıları kökten değiştirmiştir. İktisat, bu sürecin hem bir sonucu hem de bir gelişmesi olarak, refahın üretim ve bölüşüm süreçlerini düzenlemek ve gerçekleştirilebilir kılmak için bir araç olarak ortaya çıkmıştır. Ancak bu araç, ortaya çıkan dünyanın düşünce tarzıyla sınırlıydı; sorunların kavranması, dünyanın sınırlarıyla şekillenmiştir.

İktisadın bilimsel bir disiplin olma çabası, Sanayi Devrimi sonrası entelektüel iklimden güçlü biçimde etkilenmiştir. 17. yüzyılda felsefenin baharından doğan bilimler, teknolojik gelişmelerle eş zamanlı olarak prestij kazanmış ve toplumsal hayatın düzenlenebileceği ortaya çıkmıştır. 18. yüzyıl Aydınlanma dönemi bu anlayışı sosyal bilimlere taşımış; iktisat da bu süreçte doğa bilimlerinin ölçülebilirliği ve evrensellik ilkelerinden ilham alarak kendini onaylı bir alan olarak tanımlamaya yönelmiştir. İktisatçılar, komşu sosyal bilimlerden -sosyoloji, psikoloji, siyaset bilimi-  daha bilimsel olmak için, pozitivist bir anlayışla felsefeden kopmayı tercih etmişlerdir.

Bu bilimselleşme çabası, iktisadın güçlü modellerle meşrulaşmasına yol açmıştır. Doğa bilimlerinin ölçülebilirlik ve evrensel kurallar üzerine kurulu metodolojisi benimsenirken, istatistikçiler de benzer bir kesinlik arayışına girmiştir. Disiplin, felsefenin kökenlerini kabul edip de, bu kökenin geride bıraktığı bilgileri pekiştirmeye odaklanmıştır. Bu durum, iktisadın diğer sosyal bilimlerle ilişkilerinin kopmasına neden olmuştur. Sosyolojiye, psikolojiye veya siyaset bilimine bakmak, iktisatçılar için gereksiz hatta zararlı görülmüştür. Felsefe veya etikle ilişki biçimi ise, disiplinin bilimsel otoritesine zarar vermemek adına reddedilmiştir. Örneğin, Nobel ödüllü iktisatçılarla yapılan bir raporda, bir iktisatçının hastalığı sorgulandığında, “Sosyolojiyle tek ilgim, birinci sınıfta Harvard’da Robert Merton’un kitabını okumuş olmamdır” ifadesi yer almıştır.

İktisat, bilimsel prestijini artırmak için 1960’larda Nobel Ödülü’nü ihdas etmiş ve sosyal bilimler arasında “tek gerçek bilim” olarak konumlandırılmıştır. Diğer disiplinlerin -sosyoloji, siyaset bilimi- “edebiyat” yaptığı, iktisadın ise “bilim” olduğu iddiasıyla desteklenmiştir. Nobel Ödülü, doğa bilimlerine verilen bir statü olarak algılanırken, iktisatçılar bu prestijli sosyal bilimler içinde tekel sahibi olmuştur. Ancak bu bilimsel olma çabası, iktisadın özünü ve kökenlerini sorgulama ihtiyacını gölgelemiştir. Disiplin, tutarlı sonuçlar ve evrensel geçerlilik arayışıyla, insan varoluşunun karmaşıklığı ve etik boyutlarını göz ardı eden bir yola sapmıştır.

İktisadın ilk yüzyılı olan politik ekonomi dönemi, bölüşüm tartışmalarının merkezde olduğu bir evredir. Adam Smith, David Ricardo ve Karl Marx gibi düşünürler, emek değer teorisiyle refahın üretimi ve paylaşımını açıklamaya çalışmıştır. Bu teori, bilimsel bir disiplin için fiyatları emekle ölçmeyi hedeflemiştir; çünkü bilimsel bir disiplin ölçülebilir ve evrensel bir metrik sunmalıdır. Emek değer teorisi, fizikçilerin uzunluk veya hacim gibi ölçümleri nasıl kullandığını iktisata uyarlama çabasıdır. Ancak bu teori, fiyatların açıklanması konusunda zaaflar göstermiştir. Ricardo bu eksikliklerin farkındaydı; Marx bu zaafları gidermek için yoğun çaba harcamış ancak kesin bir çözüm bulamamıştır.

Emek değer teorisinin açmazları, 1870’lerde marjinal devrimle fayda değer teorisinin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Fayda değer teorisi, kalıcı bir çerçeve sunarak iktisadın bilimsel uygulamalarını bir üst düzeye taşımıştır. Bu teori, bireyi “homo ekonomikus” tipolojisiyle tanımlayarak bölüşüm tartışmalarını arka plana itmiştir. Neoklasik iktisat, kapitalizmin başlangıcında bir sorun olmadığını, herkesin üretimdeki payı nispetinde ödeme aldığını savunur. Ücret emeğin, kâr sermayenin, rant ise doğal ücret olarak kabul edilir. Fakirlik ve zenginlik, bireylerin katkı yapma kabiliyetine -çalışkanlık veya erişilebilirlik- bağlanarak kapitalizmin eşitsizlikleri doğal sonuçlar olarak meşrulaştırılır. Bu liberal anlatı, 20. yüzyıla taşınmış ve 1940’lardan itibaren disiplin, marjinal analizlerle teknik bir çerçeveye hapsedilmiştir.

Keynesyen iktisat, ekonomiye müdahale kapısını açarak refah devletinin gelişmesini desteklemiş, ancak özünde liberal anlatının hakimiyetini sürdürmüştür. Matematiksel kesintilik, iktisadın toplumsal dönüşüm tartışmalarını bir kenara bırakmasına ve mevcut düzenin sorunlu olmadığı iddiasına yönelmesine neden olmuştur.

Ana akım iktisat, kalıcılığı ve liberal anlatımıyla kapitalizmin eşitsizliklerini doğal sonuçlar olarak sunar. Neoklasik yaklaşım “herkes katkısı nispetinde alır” önerisiyle bölüşüm sorununu teknik bir dipnot düzeyine indirger. Bu anlayışta fakirlik ve zenginlik bireylerin farklılıklarına bağlıdır; toplumsal adaletsizlik ise doğanın gereği olarak kabul edilir. Ancak bu anlatı, kapitalizmin yarattığı eşitsizlikler ve adaletsizlikleri göz ardı eder. Heterodoks yaklaşımlar -Keynesyen iktisat, kurumsal iktisat, Marksist iktisat- bu çerçeveye itiraz eder. Keynes rejimin müdahalesini savunurken; kurumsal iktisat, davranış analizine karşı toplumsal dinamikleri ve pragmatizmi merkeze alır. Veblen geleneği teorinin pratiğe uzaklığını eleştirir ve insanı etik, kültürel ve toplumsal bir varlık olarak görür.

Ancak hem ana akım hem de heterodoks yaklaşımlar hümanist varoluşsal temelden seslenir. Hümanizm burada, Rönesans sonrası insan ciddiyetinden öte, Batı’nın modern dünya tasavvurunu ifade eder. İktisat, insanı etikle donanmış bir varlık olarak tanımlasa da bu etik hümanizm sınırları içinde kalır. Müslüman bir etik ve organik iktisat anlayışı, bu hümanist muhatapla uzlaşamaz; zira varoluşsal açılımları kökten farklıdır. Ana akım iktisat disiplini teknik bir alana hapsedilirken; heterodoks yaklaşımlar ise hümanist temelden kopamamaktadır. Her iki yaklaşım da Müslüman varoluşuna yeterince hitap etmekten uzaktır.

İslam’da Yol Boyunca Bir Taşın Dahi Hakkı Vardır

İslam iktisadı, faizi ve haksızlıkları reddederek, insanların adil bir düzen kurma vaadini taşır. Sezai Karakoç’un İslam Toplumunun Ekonomik Yapısı adlı eserinde ifade edildiği gibi, “İslam toplumunda yol boyunca bir taşın bile hakkı vardır.” Bu poetik ifade, İslam iktisadının etik sınırlarını yansıtır; maddi kazançtan öte, bir hak ve sorumluluk çerçevesini ifade eder. Ebu Hanife’nin faiz tanımındaki titizlik — bir duvarın gölgesinden bile kaçınması — bu varoluşsal farklılığı açıkça ortaya koyar. Ancak İslam iktisadı, ana akım iktisat dünyasında kalarak özgün bir alternatif sunmakta zorlanmaktadır. Batılı bir muhatap, “Benim de ahlaki ekonomim var; senin önerin neden orijinal olsun?” diye sorabilir. İslam iktisadının kapitalist dinamizmi azaltabileceği eleştirisi, pratikteki tasarrufları sağlayabilmektedir.

İslam iktisadının bu zorlukları, ana akım disiplinin sınırları içinde kalarak yapılan eleştirilerle sürmektedir. Faizi reddetmek veya etik bir düzen önermek, hümanist çerçeveyi aşmadan özgün bir çözüm sunamaz. Batılı bir perspektif, bu önerileri kendi ahlaki ekonomi arayışlarıyla eşitleyerek İslam iktisadının farkını göz ardı edebilir. Bu durum, İslam iktisadını boş bir çaba haline getirmez; ancak disiplinin özgünlüğünü ortaya koymak için eleştirisini ana akımın dünyasından değil, kendi varoluşsal sesinden vermesi gerekir. Bu da iktisadın kökenlerini ve doğasını sorgulamayı zorunlu kılar.

İktisat kalıcı bir disiplin olarak görülebilir; ancak bu, özüne dair sorgulamayı ortadan kaldırmaz. Ana akım iktisat, Milletlerin Zenginliği’nin mekanik anlayışından veya Marx’ın ahlaki damarından beslense de hümanist bir çerçeveye hapsolmuştur. Disiplinlerarası yaklaşımlar, parçalanmış bilgi yığınını ihlal iddiasıyla meşruiyet kazansa da bu dünya tasavvuru Müslüman varoluşuna hitap etmemektedir. İktisat yalnızca kendi sınırları içinde düşünüldüğünde teknik bir tartışmadan öteye geçemez. Müslümanlar olarak, etik ve fizyolojik bir iktisat önerirken, hümanist etik dağılmadığı sürece muhatabımızla uzlaşabileceğimiz bir zemin bulamayız.

Bu noktada, iktisadın doğasını yeniden düşünmek bir zorunluluktur. Teknolojik gelişmelerin insanın varoluşunu dönüştürdüğü bir çağda, refah üretimi kadar bu refahın anlamı da sorgulanmalıdır. Carl Schmitt’in “dost-düşman” düzeni, politik olanın dinamizmini anlamada önemli bir perspektif sunar; iktisatta da benzer bir ayrım, liberal anlatının parçalanmasını aşmayı gerektirir. Gazali veya İbn Haldun’un yaşadığı dünyadan farklı olarak, teknolojinin insan varoluşunu radikal biçimde değiştirdiği bir dönemdeyiz. Bu dönüşüm yalnızca refah üretimini değil, biyolojik ve toplumsal yapıları da etkiler. Batı’da Nietzsche veya Heidegger gibi düşünürler, insanlığın çözümüne yönelik çığlıklar atarken, bu çığlıklar kendi varoluş dünyalarında etkili olur. Müslüman perspektif ise bu krize “Felaha gelin” çağrısıyla yanıt verir.

İslam iktisadı, sadece bir disiplin değil, bir varoluşsal teklif olarak ele alınmalıdır. “Yol elindeki taşıma hakkı vardır” beyanı, ekonomik olarak elde edilen maddi kazançtan öte, hak ve adalet ilkelerinin anlaşılmasını ifade eder. Ancak bu anlayışların, finansal sistemin devasa yapısı içinde pratik bir karşılığı bulması zordur. Müslüman toplumlarda biriken sermaye, küresel rekabette nasıl değerlendirileceği sorunlarıyla karşı karşıyadır; ancak bu sermayenin kullanımı, Batılı bir varoluşa malzeme taşımamalıdır. İslam iktisadı faizsiz bir düzen önerirken, bu öneriyi hümanist çerçevenin kırılmasını sağlayarak, insan varoluşunu yeniden güvenceye alan bir alternatif sunmalıdır.

Bu alternatif, disiplin sınırlarına sığmaz; zira homo ekonomikus’u homo islamicus ile değiştirmeyi, metodolojik bireycilikten ve liberalizmden kurtulmayı gerektirir. Teknolojik gelişmelerin insan varoluşunu dönüştürdüğü bir çağda, İslam iktisadı yalnızca refahın bölüşümünü değil, bu refahın anlamını da sorgulamalıdır. Batı’da distopik özelliklerle ele alınan bu dönüşüm, Müslüman bir perspektifte “felah pazarı” olarak yeniden çerçevelenebilir. Bu, teknik bir çözümden çok, varoluşsal bir yeniden tanımlama gerektirir.

İktisat disiplini, halka piyasaya yönelik bir düzen vaat etmiş ancak bu vaadini yerine getirememiştir. Ana akımın kalıcı yapıları bölüşüm sorunlarını görünür kılar; heterodoks itirazlar ise hümanist temelden seslenerek köklü bir çözüm sunamaz. İslam iktisadı, bu çerçeveyi eleştirse de, onun içinde kalarak özgün bir alternatif üretememektedir. Sorun disiplinin sınırları içinde kalmak değil, o sınırları aşacak varoluşsal bir sorgulamaya yönelmemektir. Müslümanlar olarak, zenginlik ve sermayemizi rekabet eden küresel ortamda güçlü bir yer tutmak için kullanırken, iktisadın Batılı bir varoluşa malzeme taşımamasını sağlamalıyız. Yol boyunca taşınma hakkından başlayarak insanın varoluşunu yeniden yönlendirecek bir iktisat yapmak, bu çağın en acil görevidir. Bu yalnızca bir disiplin meselesi değil, bir felah çağrısıdır.

 

 

Benzer İçerikler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir