“Asıl” terimi, tümel kaideler (kavaid-i külliye) anlamında kullanılarak, bilimsel araştırmaların temelini oluşturan metafizik, toplumsal, siyasal, fiziksel ve matematiksel alanlardaki külli kuralları ifade eder. Bu külli kaideler, ilgili alanlardaki bilgilerin türetilmesi veya çıkarılması (istihraç) için temel teşkil eder ve bu bilgiler, asıllarla uyumlu bir şekilde geliştirilir.
“Usul” kelimesi ne kadar “asl” kelimesinin çoğu olsa da bir isim veya terim olarak iki temel anlama sahiptir. İlk anlamıyla, külli kurallardan bilgi üretiminin yöntemini belirler. Düşünce tarihinde, usul bu bağlamda sıklıkla fıkıh usulü, hadis usulü veya kelamda istidlal ve burhan yöntemleri gibi kavramlarla ilişkilendirilir. İkinci anlamıyla ise, Türkçede “yordam” olarak karşılık bulan usul, asıllardan üretilen bilgilerin uygulama yollarını ifade eder. Bu anlam, bilginin fizik, matematik, ahlak, siyaset veya fıkıh gibi alanlarda nasıl hayata geçirileceğini kapsar. Usul, uygulama alanlarının kurumsallaşmasını da içerecek şekilde geniş bir perspektife sahiptir. Örneğin, devletin güvenliği sağlama esası, Hisbe Teşkilatı gibi usullerle somutlaşır; hukuki kuralların üretimi de benzer bir usul mekanizmasına dayanır.
Asıllar ile usuller arasındaki ilişki tek yönlü değildir; aksine, çift yönlü bir etkileşim söz konusudur. Asıllar usullere temel oluştururken, usuller de asıllara ulaşma yolunu gösterir. Bu bağlamda usul, çalışılan alanda idrak edilmesi hedeflenen varlık alanına dair aslı anlamayı ve yorumlamayı mümkün kılan bir araçtır. Bu çift yönlü ilişki, modern bilimin İslam dünyasındaki etkilerinin analizinde önemli bir çerçeve sunar.
Modern Bilim Krizi ve İslam Dünyasında Yöntem Tartışmaları
Modern bilimin kuruluş süreci, İslam dünyasını iki temel krizle karşı karşıya bırakmıştır. Birincisi, asıl düzeyinde ortaya çıkan bilgi krizidir ve modern bilimin gelişim sürecinde belirginleşmiştir. İkincisi ise, modern bilimin uygulama ve istihraç usullerinden doğan teknolojinin yol açtığı kudret krizidir. Bu kudret krizi, irade krizini tetiklemiş; bilgi krizi ise hakimiyet krizine dönüşerek Müslümanların iradi kapasitelerinin klasik döneme nispetle çok zayıflamasına neden olmuştur. 17. yüzyılın sonlarından itibaren başlayan bu süreç, 19. yüzyıldan itibaren hissedilir hale gelmiş ve günümüzde neticeleri açıkça gözlemlenir olmuştur.
- yüzyılın başından itibaren İslam dünyasının aydınları ve alimleri, bu krizlerle yüzleşmeyi belirli alanların seçkisi üzerinden gerçekleştirmiştir. Krizlerin asıllardan ziyade uygulama usullerinde yoğunlaştığı dikkat çekicidir. Yöntemler (menhec) ve uygulama yolları (yordam), bu krizlerin ana odağı haline gelmiştir. Bu nedenle, İslam dünyasında bilgiyi yeniden üretmek için Batı’dan yöntemler transfer edilmeye çalışılmış, uygulama usulleriyle ilgili katı kararlar alınarak eğitim, siyaset ve devlet yapıları gibi kurumların yenilenmesiyle sonuçlanmıştır. Güvenlik mekanizmaları da bu yenilenme sürecine dahil olmuş; böylece geniş bir modernleşme hareketi İslam dünyasında yaygınlaşmıştır.
Ancak krizin tam olarak nerelere yayıldığı konusunda net bir konsensüs sağlanamamıştır. Modern bilimin yol açtığı krizin tüm alanlara sirayet ettiği varsayımı, sıklıkla tartışılmaktadır. Modern bilimin teknolojisiyle seküler bir hayatın hâkim olduğu ve bilimin bu seküler anlayışın sonucu olarak ortaya çıktığı düşüncesi yaygın olsa da, bu görüş tam olarak gerçeği yansıtmamaktadır. Modern bilim, sekülerizmin bir başarısı olarak değil, kilise karşıtlığıyla şekillenmiş bir süreç olarak ortaya çıkmıştır. Ancak kilisenin, bilimin gelişiminde önemli bir rol oynadığı da göz ardı edilmemelidir. Bilim devrimi adı verilen süreçte etkin olan düşünürlerin çoğu, kilise eğitimi almış ve hatta bazıları papazlık yapmıştır. Dolayısıyla, modern bilimin çıkış amacı tam anlamıyla seküler bir dünya inşa etmek olmadığı gibi mevcut dini otoriteye karşı bir alternatif geliştirmek de modern Batı’nın oluşumunun hedefi değildir.
Bu ayrım, hangi asılların krizden etkilendiğini ve hangilerinin krizin ötesinde kaldığını doğru bir şekilde değerlendirme imkânı sunar. Modern dünyada cari olan bilgi bütününün, metafizik ilkeleri geri döndürülemez bir krize soktuğu iddiası, kanıtlanmış bir gerçeklikten ziyade bir iddiadır. Bu durum, bilginin hâkimiyetini elinde bulunduranların veya onlarla aynı düşüncede olanların bir tercihi olarak görülebilir. Yani bilgiyi üretenler bu yönde bir eğilim sergileyebilir. Ancak metafizik varsayımların bütünüyle krize girdiği söylenemez. Bu bağlamda, alt düzeydeki asılların krize girip girmediği ve nasıl değerlendirilmesi gerektiği yeniden ele alınmalıdır.
Kriz Asıllarda mı, Usullerde mi?
Bilginin bazı alanlarında asıllar krize girmiştir. Fizik ve matematik alanlarında, klasik dünyanın asılları ya zedelenmiş ya da asıl konumlarından parça konumlarına gerilemiştir. Fakat modernleşme sürecinde, İslam ülkeleri fizik ve matematik bilimlerini yenileme kararı almıştır ve artık bu alanlarda ciddi bir kriz yaşanmamaktadır. İslam medeniyetini kuran asılların krize düştüğü varsayımı ise hiç kuşkusuz gözden geçirilmelidir. Nazariyedeki krizin kapsamı ve derinliği, özellikle metafizik ilkelerin geri döndürülemez bir çöküş yaşayıp yaşamadığı sorgulanmalıdır. Doğrusu bu iddia, isabetli görünmemektedir. Evet bireysel ve toplumsal hayatı inşa eden asıllara ulaştıran usullerde bir kriz bulunduğu gözlenmektedir. Fizik ve matematikle sınırlı kalmayan modern bilim, tarih, toplum bilim, antropoloji, dinler tarihi ve ilahiyat gibi alanlarda yeni istihraç usulleri geliştirmiştir. Lakin bu usuller, Müslümanlar tarafından klasik dönemde geliştirilen bilgi üretim yöntemlerini yanlışlamamış, ancak alanlarını daraltmıştır. Örneğin, Müslümanlar klasik dönemde rivayeti disipline ederek dünya tarihine eşsiz bir katkı sunmuştur. İslam öncesi dönemde rivayet bu denli sistematik değildi; Müslümanlar bu alanda önemli bir birikim oluşturmuştur. Ancak modern dönemde rivayet üzerine yapılan çalışmalar, klasik dönemin eksikliklerini ortaya koymuş, yeni boyutlar ve ilaveler getirmiştir. Benzer şekilde, Müslümanların klasik dönemde geliştirdiği dil bilimleri, modern dil bilim usullerine nispetle eksik bulunmuş; dilin ihmal edilen yönleri modern yöntemlerle açığa çıkarılmıştır. Toplumsal varlık, siyaset kurumu ve toplumun idamesi gibi alanlarda da benzer bir durum söz konusudur.
Bu nedenle, usullerle ilgili krizlerin tamamını asıl krizleri olarak değerlendirmek isabetli değildir. Krizlerin çoğu usul düzeyindedir; asıl düzeyinde sekülerizmle ilişkilendirilebilecek sınırlı bir alan dışında, klasik İslam birikiminin kazanımları büsbütün devre dışı kalmamıştır. Müslüman medeniyetinin varlık anlayışına dair asılları, modern bilim karşısında tamamen geçersizleşmiş değildir.
Özetle, modern dönemde İslam dünyasının kısmen asıllarda, ancak çoğunlukla usullerde bir krizle karşı karşıya olduğu söylenebilir. Bu kriz, asılların nasıl anlaşılacağı, yorumlanacağı ve uygulanacağıyla ilgilidir. Yöntem krizleri, büyük bir fikri buhrana yol açmadan çözülebilecek niteliktedir. Ancak bu çözüm, öncelikle asıllarla ilgili krizlerle yüzleşmeyi gerektirir. Metafizik asıllara duyulan özgüvenin kaybı telafi edilmeli; fizik ve matematikteki başarıların metafiziğe nispetle yıkıcı bir sonuç doğurmadığı kavranmalıdır. Metafizik asıllar ile modern bilimin kazanımları arasındaki ilişki yeniden tesis edilerek, bu ilişki bir iradeye dönüştürülmeli ve sosyal-bireysel hayatı inşa çabası tekrar ele alınmalıdır.
Müslüman dünya klasik dönemle irtibatını korurken, modern bilimleri üniversite düzeyinde kavrama ve yorumlama yetkinliği geliştirdikçe, bu krizlerin üstesinden gelebileceği öngörülebilir. Nitekim İslam dünyasının önde gelen aydınları, krizleri anlama ve derinleştirme faaliyetini ileri bir noktaya taşıyarak kendi asıllarından hareketle modern bilimin verilerini dikkate alma kabiliyetini geliştirmeye başlamıştır. Bu tür çalışmaların, sürecin daha isabetli ve emin adımlarla ilerlemesine katkı sağlayacağını umabiliriz.