6 Aralık 2024, Cuma

Bir Sözleşme Metni Olarak Anayasalar – Prof. Dr. Yusuf TEKİN

Yeni Anayasanın Hazırlık Sürecinde Katılımcılık ve Müzakere Kavramlarının Önemi Üzerine Genel Bir Değerlendirme

Devlet ilk insanla beraber doğal olarak ortaya çıkmış bir kurum mudur, yoksa duyulan gereksinim üzerine insanlar tarafından üretilmiş bir kurum mudur? Bir zorunluluk olarak mı vardır yoksa iradî bir tercih midir? Eğer iradî değilse insanlar, kendi güçlerinin bir kısmını neden devlete devretmiş ve bazı haklarından neden devlet lehine feragat etmiştir? Siyaset felsefesinin ana tartışma konularından biri olan devletin neden var olduğu meselesi benzer sorular çerçevesinde öteden beri sıcaklığını koruyagelmiştir.

Milattan önce 481-411 arasında yaşamış Protagoras’ın meşhur masalına devletin ve siyasal toplumun varoluş nedeni ile ilgili tartışmalarda sürekli atıf yapılır. Masala göre Tanrı Epimetheus “Ölümlüler”i yarattığında herbirine farklı yetenekler dağıtmıştır. Kimine güç vermiş, kimine hız, kimine kanat vermiş, kimine kendisini koruması için sığınak. Sıra insana geldiğinde dağıtacak farklı bir yetenek kalmadığından ona da hayatının koruyabilmesi için “ateş ve sanatlar bilgisi, yani bilim”i vermiştir. Bu sayede insan farklı türler karşısında kendisini koruyabilecekti. Ancak insanlar arasındaki farklılıklar da yeni sorunlar, korunma gereksinimleri üretmiştir. Bunun üzerine insanlar bir araya gelerek kendilerini koruyacak bir mekanizma olarak “şehirleri” daha doğrusu devleti üretmiştir. Devlet oluşturulurken de temel motivasyon unsuru başta güvenlik olmak üzere insan türünün ihtiyaçlarını karşılamak olmuştur. Devletin var oluşuna ilişkin sözleşmeci teorilerin temelinde yatan düşüncenin, başlangıç noktası olarak bu masal ile anlatılmak istenen hususlara dayandığı rahatlıkla söylenebilir.

Nihayetinde insanlar kendi güçlerinin bir kısmından feragat ederek kalan güçlerinin korunabilmesi için yeni bir yapı olarak devlete müracaat etmiştir. Daha yakın dönemlerde Etienne de La Boetie devletin sahip olduğu bedene ait bütün güçlerin onu oluşturan bireyler tarafından kendisine verildiğinin altını çizer. “…Size böylesine hakim olan kişinin iki eli, iki gözü ve bir bedeni var. Sizden tek farkı sizin ona sağladığınız üstünlük. Eğer siz vermediyseniz, sizi gözetlediği bu kadar gözü nereden buldu? Sizden almadıysa nasıl oluyor da, sizi dövebildiği bu kadar eli olabiliyor?” der.

Daha açık ifade etmek gerekirse, devleti oluşturan temel motivasyon unsuru, insanın doğasından kaynaklanan temel haklarının kendisinde kalan kısmının kendi güçleriyle oluşturdukları devasa yapı tarafından korunmasıdır. Bütün teorik analizlerde Devletin varlık nedeni de tam olarak böyle açıklanır.

Ancak ilginç bir biçimde, devretmediğimiz güçleri ve hakları koruması taahhüdünü alarak oluşturduğumuz bu yapı bize karşı sürekli egemenlik alanını genişletme çabasındadır. Kuşkusuz bu yapının güçlenme sürecinde ele geçirdiği alan, insana ait alan olarak sınırları çizilen ve korunması beklenen temel değerler alanıdır. Yani modernleştikçe devletin, güç kullanma araçları ve alanı genişliyor, buna paralel olarak insana ait olan alan ise sürekli daralıyor. Daha açık ifade etmek gerekirse, bu güç denkleminde insana özgü temel hak ve hürriyetlerin alanı sürekli daralmaktadır. Böylece bireyin devlete olan bağımlılığı sürekli artmakta, haklarını koruma mücadelesinde güçsüzleşmekte ve Prometheus’un masalındaki tanrısal yeteneklerini, La Boetie’nin kurgusunda sözü edilen gönüllü tavırla birer birer kaybetmektedir.

Bu kayıplarla oluşan sorun alanı, teamüller üzerine kurgulanan sözleşmeyi yazılı forma dönüştürerek çözülmek istense de bu güç denklemindeki orantısızlık her geçen gün büyümektedir.

Anayasalar ve anayasaların yapım süreçleri bireyin bu kayıplarını önlemek, devleti bu anlamda taahhütlerine uymaya zorlamak açısından hayati önem taşır. Peki bireyler hangi güçlerinden vaz geçecek ve oluşturdukları yapı olarak devlet, hangi güçleri devralacak ve hakları nasıl koruyacaktır? Bu soru aslında bugün tartışmakta olduğumuz anayasa yapım sürecinin de odak noktasıdır. Anayasalar ne için vardır? Hangi ihtiyaca binaen kurgulanmıştır ya da kurgulanmalıdır?

Türkiye’de Anayasal Gelenek

Türk devlet geleneğinde toplumsal sözleşmenin yazılı bir metne dönüşmesi ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru gerçekleşmiştir. 1876 yılında başlayan yazılı anayasa geleneğimize değin, kamu otoritesi bireysel hak ve hürriyetlerin alanını korumada maksimum hassasiyeti göstermiş, ancak devlet yapısında yozlaşmaların başlamasıyla birlikte bu alanda da ihlaller ortaya çıkmıştır. Modernleşme sürecinin anayasaya ihtiyaç duyması işte bu ihlallerin durdurulması ve giderilmesi amacıyla söz konusu olmuştur.

  1. yüzyılın başında Sened-i İttifak ile başlayan bu süreç; temel hak ve hürriyetlere ilişkin taahhütlerle birlikte, seçim, parlamento, meşrutiyet, demokrasi, çok partili hayat, basın, basın özgürlüğü ve benzeri bir çok tartışmayı da bünyesinde barındıran zengin bir içeriğe sahiptir. Tarihimizin ilk anayasası olma vasfını taşıyan 1876 tarihli Kanun-i Esasi’den günümüze dek geçen süreçte kabul edilen ve her biri olağanüstü dönemlerin ürünü olan 1921, 1924, 1961 ve 1982 anayasaları, söz konusu tartışmaların hem sonucu hem de sebebi olarak ortaya çıkmıştır.

Osmanlı-Türk modernleşmesi sürecinde, mutlakiyetçi bir yapıdan demokratik toplum düzenine doğru evrilen ve yüzyılı aşkın süredir devam eden mücadele tarihi boyunca kabul edilen bu anayasalar; içerik ve kapsamları bakımından taşıdığı farklılıklara rağmen, ya içinde bulunulan dönemin kaotik koşullarından kaynaklanan sorun ve ihtiyaçlara ivedi bir çare üretmek amacıyla ya da askeri darbelerin ürettiği vesayetçi anlayışı kurumsallaştırmak gayesiyle siyasal ve askeri elitler tarafından hazırlanmış ve tepeden inmeci bir yöntemle topluma adeta dayatılmıştır. Ancak modern devlet formasyonunun niteliklerini haiz bir siyasal organizasyonun teşekkülü yönündeki çaba ve arayışların şekillendirdiği entelektüel bir arka plan eşliğinde devam eden tartışmalar her seferinde, anayasa olgusuna dönük ihtiyacı somutlaştırmış ve talebi belirginleştirmiş ve mevcut anayasaya ilişkin itiraz ve eleştirilerin toplum tarafından sahiplenilmesine olanak tanımıştır. Söz konusu itiraz ve eleştirilerin odak noktasını ise vesayetçi ruhun etki ve yönlendirmesinden arındırılmış demokratik ve sivil bir anayasa talebi oluşturmuştur.

Bilimsel ve teknolojik alanlarda yaşanan ileri düzeydeki gelişmelerin demokratik kavramsallaştırmalarla bir arada ve etkileşim içinde yürüdüğü küreselleşme sürecinin ülkemize yönelik tesirleri bir yana, Türkiye’nin özellikle AK Parti iktidarları döneminde yakaladığı çok yönlü insani ve ekonomik kalkınma sürecinden beslenen siyasal bilinç ve toplumsal değişim de bu talebi vazgeçilemez ve ertelenemez bir gereklilik olarak ortaya çıkarmıştır. Yürürlükteki 1982 Anayasası’nın aradan geçen yaklaşık kırk yıllık süre içerisinde maruz kaldığı değişikliklerin sayısı ve kapsamı da bu arzunun haklılığını ve ne denli güçlü bir toplumsal desteği yansıttığını teyit etmiştir. Nitekim Türkiye’nin mevcut Anayasası’nda bugüne kadar 19 kez değişiklik yapılmış ve bu değişiklikler neticesinde ilk dört madde haricindeki hükümlerin neredeyse tamamı yeniden yazılmıştır. Bu haliyle anayasanın sağlıklı bir bütünlüğe sahip olması da mümkün değildir.

Yeni Anayasa İhtiyacı ve Hazırlık Süreci

Ancak tüm bu değişikliklere karşın, darbe döneminin bir ürünü olarak yürürlüğe giren bu Anayasa’nın vesayetçi niteliği varlığını muhafaza etmiş ve ülkedeki anti-demokratik süreç ve uygulamaların ilham kaynağı olma vasfını sürdürmüştür. Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın isabetli tespitiyle, “Vesayeti ve bürokratik oligarşiyi besleyen darbelere çanak tutan, milli iradenin etkisini sınırlayan bu anayasaların ruhuna sinen çarpıklık tüm değişikliklere rağmen giderilememiştir. Milletimizin desteği ile sağlanan uzun süreli iktidar dönemleri bile bu sıkıntıları çözmeye yetmemiştir”.

Gerçekten de Türkiye, 3 Kasım 2002 genel seçimlerinden bugüne kadar kesintisiz bir şekilde devam eden AK Parti iktidarında, demokratik standartlarını her yönüyle yükseltmiş, temel hak ve özgürlüklere dönük yasakları ortadan kaldırmış ve vesayetçi paradigma(lar)ı geriletmiş olmasına karşın, mevcut Anayasa’nın dayandığı anti-demokratik felsefi temellerden beslenen statükocu anlayışı tam olarak tasfiye edememiştir. Bu durumun, küresel bir güç unsuru olma yolunda kararlı adımlarla ilerleyen Türkiye’nin, Cumhuriyetimizin kuruluşunun yüzüncü yılına ve Anadolu’daki varlığımızın bininci yılına atfen önüne koyduğu 2023 ve 2071 hedeflerine ulaşma bağlamında ciddi bir engel teşkil ettiği açıktır. Söz konusu engeli aşmanın yegâne yolu ise ileri demokrasilere özgü ilke ve esasları içeren yeni ve sivil bir anayasanın hazırlanmasından geçmektedir.

Sayın Cumhurbaşkanı’nın çağrısıyla beraber tekrar Türkiye’nin gündemine giren ‘yeni anayasa’ tartışmalarını da bu minvalde değerlendirmek ve tarihimizin ilk sivil anayasasını hep birlikte hazırlama şansını doğru bir şekilde kullanmak büyük bir önem taşımaktadır. Geniş toplumsal kesimlerin katılımını esas alan müzakereci bir anlayışla ve genel iradeyi temsil edecek bir kapsayıcılık içinde hazırlanması gereken bu anayasanın, bir yanıyla Türkiye’nin kadim kültür ve geçmişinden süzülerek gelen milli-manevi değerlerini, diğer yanıyla da insanlığın ortak mirası olan evrensel hak ve özgürlükleri ihtiva eden bir çerçevede yapılandırılması elzemdir. Cumhurbaşkanı’nın, milli iradenin gücünü yansıtacak yeni anayasanın tüm siyasal partilerin dâhil olduğu bir süreç içinde ve her kesimle istişare edilerek hazırlanması gerektiğini belirten açıklaması da bu durumu teyit eder niteliktedir.

Zira anayasalar, Rousseau’cu yaklaşımla, bireysel iradeden ya da çoğunluk iradesinden farklı olarak toplumun ortak çıkarını göz önünde tutan genel iradenin bir toplumsal sözleşme aracılığıyla somutlaştığı metinlerdir. Dolayısıyla bu metinler, ait olduğu siyasal ve toplumsal ünitenin her bir ferdini kuşatan ortak bilinci yansıtmalı; özgün, özgür ve çoğulcu bir perspektif ile inşa edilmelidir. Bu ise yeni anayasanın hazırlık sürecinin, toplumsal rıza ve iknayı esas alan ideal bir tartışma ortamında ve tüm kesimlerin eşit katılımıyla müzakere edilmesini şart kılmaktadır.

Türkiye’nin tarihinde ilk kez sivil bir anayasa yapma imkânına kavuştuğu bu tarihsel fırsattan istifade edebilmesi ve yapısal sorunlarını çözerek 21. yüzyıla ilişkin hedeflerine ulaşabilmesi için tam katılımcılığı esas alan demokratik bir yöntemle işe koyulması doğru bir başlangıç noktası oluşturacaktır. Unutmamak gerekir ki, toplumsal sözleşme niteliğini haiz bir metnin başarısı, yalnızca içeriğine ilişkin güçlü bir onayın oluşup oluşmadığıyla değil, aynı zamanda hazırlık sürecine dâhil olan aktörlerin ve görüşlerin çeşitliliğinin sağlanıp sağlanmadığıyla da yani yöntemle de yakından ilgilidir. Gerek Türk hukuk tarihi gerekse İslam Hukuku açısından büyük bir önem taşıyan Mecelle’nin artık bir özdeyiş niteliğini kazanmış olan ünlü ilkesinde de belirtildiği gibi “usûl esasa mukaddemdir”.

Kuşkusuz ki, bu ilkeye uygun olarak başlayacak bir hazırlık süreci, Türkiye’nin uzun yıllardır özlemini çektiği ve mücadelesini verdiği sivil ve demokratik bir anayasaya kavuşmasının ilk ve en güçlü aşamasını teşkil edecektir. Çünkü bu ilkenin içerdiği hassasiyet ‘esas’ı sağlıklı kılacak imkânları içinde barındırır. Bu türden bir hazırlık süreci; devletin hangi ilke ve esaslara dayalı olarak yapılandırılacağı, yasama-yürütme ve yargı erkleri arasındaki ilişkilerin nasıl şekillendirileceği, bireysel ve grup hak ve özgürlüklerinin nasıl formüle edileceği ve benzeri hususları kapsayan ‘içerik’ aşamasının da doğru bir şekilde tartışılmasını ve ülkemiz için en uygun ve en ideal metnin oluşmasını sağlayacaktır. Mümkün olan en geniş katılımla ve demokratik bir müzakere ortamında olgunlaşacak böyle bir metin ise, hem genel iradenin tecessüm ettiği toplumsal sözleşmeyi somutlaştıracak, meşrutiyeti güçlendirecek, hem de olası bir referandum sürecinde halktan alacağı güçlü bir onay ile tüm kesimler tarafından benimsenip sahiplenilmesine imkân tanıyacaktır.

 

 

 

Benzer İçerikler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir