“Müslüman ülkeler” ifadesi üzerinde mutabık kaldığımız söylenemeyecek kadar problemli bir adlandırmadır. Zira bir ülkenin nüfusunun yüzde kaçı Müslüman olursa o ülkeyi “Müslüman ülke” olarak kabul ediyoruz? Peki, Müslüman azınlıkların yaşadığı ülkeler ne durumdadır, özellikle Avrupa’daki örnekler? Avrupa’daki Müslüman nüfusun bulunduğu yerlerdeki sosyo-politik tablo nasıl açıklanacaktır? Yahut Rusya’nın bir taraftan Tatarları ve Çeçenleri sistematik baskılarla ezmesine rağmen, diğer taraftan onları Müslüman nüfus olarak kabul edip kendisini İslam İşbirliği Teşkilatı’nda temsil ettirme çabası içerisinde olması nasıl izah edilecektir? Bu nedenlerle, ‘Müslüman ülke’ ifadesi, kolayca uzlaşı sağlanabilecek bir adlandırma değildir.
Kapitalizm ve Tartışmalar
İkinci mesele kapitalizmdir. Kapitalizm nedir? Kapitalist kimdir? Bu kavramlar üzerinde biraz durmak gerekir. Kapitalizm kavramı ilk defa 19. yüzyılın ikinci yarısında kullanılmaya başlanmıştır. “Kapitalist” ifadesi ise bundan yaklaşık iki yüzyıl önce, 17. yüzyılda kullanılmaya başlanmış ve kar eden, çalışan kimse anlamında ifade edilmiştir. Kapitalizmi bir sistem olarak ve bugünkü anlamıyla değerlendirebilmek için 19. yüzyılın ikinci yarısını beklemek gerekir.
Kapitalizmin bugünkü anlamı, Karl Marx, Joseph Proudhon ve Robert Owen gibi iktisatçılar tarafından kullanılmaya başlanmıştır. Ancak bu sistemin çağdaş anlamda kuramsallaşması esasen üç isimle gerçekleşmiştir: Werner Sombart, Max Weber ve Joseph Schumpeter. Bu isimler kapitalizmi yalın bir biçimde kullanmak yerine, farklı açılardan adlandırmışlardır. Marx, işçi sınıfını merkeze alarak “sanayi kapitalizmi” kavramını kullanmıştır. Weber, kapitalizmi değerlendirirken sermaye kavramını öne çıkararak “sermaye kapitalizmi” ifadesini tercih etmiş ve bu yaklaşım günümüzde “finans kapitalizmi” kavramına oldukça yakındır. Schumpeter ise kapitalizmi açıklarken oldukça kapsamlı bir yaklaşım benimsemiş, mülkiyet üzerinden değerlendirmeyi tercih etmiştir.
Kapitalizm farklı kriterlere göre çeşitli adlarla anılmıştır. Örneğin tarihsel bakış açısından değerlendirildiğinde, erken Orta Çağ’da “dünya kapitalizmi”nden söz edilmektedir. Hz. Peygamber sonrası İslam uygarlıklarını dünya kapitalizmi olarak gören Geoffrey Parker gibi tarihçiler mevcuttur. Daha sonra “ticaret kapitalizmi”, “ahlaklı kapitalizm” gibi kavramlar gündeme gelmiştir. Feodalite sonrası gelişen kapitalizme “Orta Çağ kapitalizmi” diyen Henry Pirenne gibi tarihçiler de bulunmaktadır. Yakın zamanda vefat eden Immanuel Wallerstein, kapitalizmi “sömürgeci kapitalizm” olarak adlandırmış ve bu kavramı dünya sistem teorisi ile birlikte temellendirmiştir.
Kuramsal olarak değerlendirildiğinde ise, ticareti merkeze alan anlayış “ticaret kapitalizmi”, sanayi devrimi sonrası Marx’ın önerdiği çerçeve “sanayi kapitalizmi” olarak adlandırılmıştır. Bugün ulaştığı biçimiyle “finans kapitalizmi” kavramı kullanılmaktadır. Kapitalizmi olumlamak adına “demokratik kapitalizm” gibi ifadeler tercih edilirken, buna karşıt olarak “totaliter kapitalizm” ya da “vahşi kapitalizm” gibi kavramlar da gündemdedir. “Ahlaklı kapitalizm” ve “girişimci kapitalizm” gibi yeni adlandırmalar da literatürde yer almaktadır. Güney Koreli iktisatçı Ha-Joon Chang’ın eserini çeviren Mustafa Acar gibi isimler, bu tartışmaları derinleştiren önemli katkılar sunmaktadır.
Bu bağlamda dikkat çekici bir kavram da “Büyük Ayrışma” (Great Divergence) ifadesidir. Genellikle Samuel Huntington tarafından ilk defa kullanıldığı iddia edilen bu kavram, aslında bir yanlış anlamayı içermektedir. Zira Huntington’un kullandığı terim “Büyük Ayrışma” değil, “Büyük Bölünme”dir (Great Division). Kavram daha sonra David Landes’in The Wealth and Poverty of Nations (Ulusların Zenginliği ve Yoksulluğu) adlı eserinde gelişmiştir. Nihayetinde Kenneth Pomeranz, Great Divergence kavramını literatüre kazandırmış ve bu önemli eserde detaylı biçimde ele almıştır. Bu kitabın, Adam Smith’in Ulusların Zenginliği kadar değerli olduğunu iddia etmek abartılı sayılmaz. Ancak bu eserin çeviri serüveni talihsizdir. 1998’de yayımlanmasına rağmen ancak 2023’te Türkçeye çevrilmiş ve Kutadgu Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Üstelik çeviri kalitesi bakımından da eleştirilmiştir.
Pomeranz’ın içinde bulunduğu akademik çevre, “California Okulu” (California School) olarak adlandırılmaktadır. Bu okul, “Büyük Ayrışma” ve “Büyük Yakınsama” (Great Convergence) kavramlarını birlikte ele alarak, dünya tarihinin yalnızca Avrupa merkezli anlatılarla açıklanamayacağını savunur. Kapitalizmin ve ekonomik gelişmenin yalnızca Avrupa üzerinden değerlendirilmesinin eksik olduğunu ileri sürerek, “yakınsama” kavramını da tartışmalara dahil eder.
Pomeranz, Sanayi Devrimi’ne ilişkin önemli bir tespitte bulunur: Her ne şekilde gelişmiş olursa olsun, Sanayi Devrimi öyle bir dönüşüm yaratmıştır ki, bu süreç dünya tarihinin akışında büyük bir kırılma noktası olmuştur. Eric Hobsbawm’ın ifadesiyle: “18. yüzyıla kadar insanlık tarihinde olanları bir kefeye, yalnızca 18. yüzyılın ikinci yarısında (1775–1800) yaşananları diğer kefeye koyarsanız, bu kısa dönem insanlık tarihinde daha büyük bir dönüşüme karşılık gelir.”
Osmanlı, Geri Kalma Tezi ve Yeni Yorumlar
Pomeranz da benzer şekilde bu kırılmayı, kopuşu detaylı bir biçimde anlatır ve önemli bir soru yöneltir: “Osmanlı neden sanayileşemedi?” Bu soru, yıllardır entelektüel camiada dile getirilen temel sorulardan biridir ve genellikle şu başlıklarla iç içedir: Osmanlı neden geriledi? Osmanlı neden ilerleyemedi?
Pomeranz, meseleyi farklı bir çerçeveden ele alır ve soruyu şöyle değiştirir: “Neden Yangzi Deltası İngiltere gibi olmadı?” Çin’in doğusunda yer alan ve Şangay’ı da içine alan Yangzi Deltası, tarihsel olarak olağanüstü zenginliğe sahip bir bölgedir. Pomeranz, Avrupamerkezci bakış açısını tersine çevirerek şunu sorar: “Neden İngiltere Yangzi Deltası gibi olamadı?”
Bu yaklaşım bize şunu göstermektedir: Tarihsel gelişmeler yalnızca 18. yüzyıl sonrasındaki Avrupa bağlamıyla açıklanamaz. Ondan önceki dönemlerde de dünya tarihinde önemli dönüşümler yaşanmıştır. Bu gelişmeler doğrusal bir ilerleme modeliyle değil, inişli çıkışlı bir seyirle, adeta insan kalbinin atışı gibi gerçekleşmiştir.
Buradan hareketle Osmanlı’nın ilerleme-gerileme tartışmalarına dönecek olursak, bu konu Osmanlı düşünce tarihinde köklü bir geçmişe sahiptir. İbn Haldun bu tartışmaları ilk kez sistematik biçimde ele almış, ardından Osmanlı seyyahları ve müellifleri meseleyi işlemiş, ancak tartışma esasen 19. yüzyılda ivme kazanmıştır. Özellikle Ernest Renan’ın 1883’te yayımladığı İslam ve Bilim başlıklı eseri sonrası Cemaleddin Afgani ve Namık Kemal gibi isimler güçlü itirazlarda bulunmuştur. 19. yüzyılın sonlarından 20. yüzyılın başlarına kadar bu konuda zengin bir literatür oluşmuştur.
Günümüzde bu tartışmalar dört önemli isim etrafında şekillenmektedir: Murat Çizakça, Timur Kuran, Ömer Çapra ve Ahmet Kuru. Murat Çizakça, İslam’ın Unutulan Ekonomik Modeli ve Ahlaklı Kapitalizm gibi eserlerinde İslam dünyasında başarılı bir kapitalist modelin mevcut olduğunu savunur. Tarih boyunca Arap ve Müslüman tüccarların küresel düzeyde etkili ticaret ağları kurduğunu belirtir.
Ömer Çapra, İbn Haldun’un gelişme teorisine dair uzun bir makale kaleme almış, bu makale Türkçeye çevrilerek İslam Araştırmaları dergisinde yayımlanmıştır. Çapra, İbn Haldun’un veraset sistemi, mülkiyet rejimi gibi konulardaki tespitlerini günümüze taşımakta ve sorunun İslam’da değil, kimi İslami uygulamalarda olduğunu savunmaktadır.
Ahmet Kuru ise, İslam, Otoriterlik ve Geri Kalmışlık başlıklı kitabında, ulema ile siyasal iktidar arasındaki ilişkinin yakınlaştıkça İslam dünyasının sorunlarının arttığını savunur. Ona göre, ulema sınıfı iktidarın kapıkulu hâline geldiğinde, özgün düşünceler üretemez hâle gelmekte ve bu durum entelektüel çöküşe yol açmaktadır.
Ancak İslam dünyasındaki bu tartışmaları asıl alevlendiren isim Timur Kuran’dır. Yollar Ayrılırken: Ortadoğu’nun Geri Kalma Sürecinde İslam Hukukunun Rolü adlı eseriyle dikkat çeken Kuran, İslam hukukunun bazı kurumlarının ekonomik gelişmenin önünde engel oluşturduğunu ileri sürmektedir. Bunlar arasında mülkiyet rejimi, miras hukuku, vakıf sistemi ve ortaklık kurumları yer almaktadır. Bu kurumların sermaye birikimini engellediğini ve ekonomik büyümeyi sınırladığını iddia etmektedir.
Bu tezler eleştirilebilir. Örneğin vakıf sistemi, vahşi kapitalizmin eksik dışsallıklarını telafi eden, gelir adaletini gözeten ve kaynak transferini mümkün kılan bir kurumdur. Mülkiyet rejimi de iddia edildiği kadar sorunlu değildir. Miras hukuku da farklı açılardan değerlendirilebilir. Bu konular ayrıca ele alınmalıdır.
Burada temel meseleye dönersek: Geri kaldık mı? Neden? 18. yüzyılda ortaya çıkan modern iktisadi büyümeye uyum sağlayamadık, katılamadık ve farklılaştık.
İki temel problem öne çıkmaktadır: Birincisi, Osmanlı kendi iç iletişimini sağlıklı kuramamıştır. İkincisi, Batı ile kurduğu ilişki problemli olmuştur. Bir ilişki kurulmuş, ancak bu sağlıklı biçimde yürütülememiştir. Ayrıca, sermaye birikimi eksik kalmıştır. Ziraatta özel mülkiyetin olmayışı, modern anlamda bir mülkiyet yapısının gelişmesini engellemiştir. Bu durumun aşılması 1858 tarihli Arazi Kanunnamesi ile mümkün olmuştur. Esnaflıkta eşitlik ilkesi ve ticarette narh, ihtisap gibi fiyat kontrol mekanizmalarının bulunması, servet ve sermaye birikimini sınırlamıştır.
Bunlar, bugünden geriye doğru bakıldığında olumsuz görünebilir. Ancak ekonominin temel fonksiyonu toplumun bireylerinin refahını artırmak ve müreffeh bir toplum oluşturmaktır. Osmanlı terminolojisiyle ifade edilecek olursa, bu “ibadullahın refahı”dır. Eğer bu sağlanabiliyorsa, iyi bir ekonomi modeli uygulanıyor demektir. Ancak eğer ihtiyaç yerine yalnızca pazar merkezli bir ekonomi hedeflenirse, bu sonuç kolayca elde edilemez.
Sonuç olarak şunu söylemek gerekir: Osmanlı, tüm çabasına rağmen bir pazar ekonomisi oluşturamamıştır. Ancak bir ihtiyaç ekonomisi kurarak, ibadullahın refahını sağlamış ve tarihsel olarak son derece uzun ömürlü, önemli bir toplumsal yapı ortaya koymuştur.
