2 Kasım 2024, Cumartesi

İsrail Sorununun Çözümü Mümkün mü? – Doç. Dr. Eldar HASANOĞLU

İsrail sorunu nedir?

Hristiyan devletlerin Ortadoğu’ya yönelik politikalarının sonucu kurulan İsrail Devleti, bölgede 19 asır boyunca süregelen durumun değişmesi anlamına geliyordu. Yahudi meselesi Ortadoğu’da Siyonizm ile eşzamanlı olarak XIX. yüzyılın sonlarından itibaren ortaya çıkıp yaklaşık 150 yıllık bir maziye sahiptir. Bölgedeki işgal ve imha faaliyetleri ise Osmanlı’nın buradan çekilmesiyle eşzamanlıdır. O zamandan itibaren Batılı devletlerin arka çıktığı İsrail, bölgedeki varlığını giderek ileri boyuta taşımaktadır.

Ortadoğu’nun kadim halklarından olan İbraniler, M.S. 70’te Romalılar tarafından -geride hiçbir Yahudi kalmayacak şekilde- anayurtlarından sürülmüşlerdi. Bu sürgünü Yahudiler Büyük Sürgün, uzak diyarlardaki yaşamlarını da Büyük Diaspora olarak görürler. Onların bölgeye dönüşünü yasaklayan Roma yönetimi buradaki izlerini tamamen yok etme amacıyla asırlardır Yehuda olarak adlanan bu bölgeye İbranilerden önce burada yaşayan Filisti (Peleştim) kavminin adıyla Filistin ismi vermiştir. Yahudiler geri dönüş imkânına İslam fetihlerinin gerçekleşmesi sonucu M.S. VII. yüzyılın ortalarına doğru Müslümanlar sayesinde kavuştular. Ancak çeşitli sebepler dolaysıyla Yahudiler Filistin’e dönmeye mesafeli olmuş, bulundukları yerlerde kalmaya devam etmişlerdir. Asırlar boyunca Yahudilerin bölgeye yönelik ilgileri seyrek ziyaretlerin ötesine pek geçmemiştir.

XVI. yüzyıldan itibaren İngiltere’de siyasiler, akademisyenler, din adamları gibi geniş yelpazeden etkin figürler tarafından Yahudilerin Filistin topraklarına yerleştirilmeleri ve devlet kurmalarına destek çağrıları dile getirilse de Yahudiler bu çağrılara iltifat etmedi. Nitekim o dönemde bölgenin kudretli hâkimi olan Osmanlı Devleti’nin caydırıcı gücü nedeniyle bu söylemler hayal olarak kalmıştır. Toplu geri dönüşe yönelik asırlar boyunca devam eden bu mesafeli tutum, XIX. yüzyılın sonlarına doğru Yahudiler arasında Siyonizm akımının neşet etmesi sonucu değişmiştir. Dünyanın çeşitli noktalarında yaşayan Yahudilerin “aliya/yükseliş” diye adlanan göç dalgaları ile 1880’lerden itibaren Filistin topraklarına getirilme süreci uygulamaya konulmuştur. O sırada bölge Osmanlı’ya bağlıydı ve Sultan II. Abdülhamit, yaşanan göçlerin sıradan yerleşim faaliyeti olmayıp büyük bir proje olduğu bilinciyle yasalar çıkararak bu girişimi engellemeye çalışmıştır. Ne var ki büyük devletlerin Ortadoğu üzerindeki planları ve müdahaleleri ile Osmanlı’nın içerisinde bulunduğu enva-i çeşit sorunlar bir araya gelince devlet çöküş sürecine girmiştir. Osmanlı’nın zayıflaması ve ortadan kalkması süreci boyunca Filistin topraklarında Yahudi demografik varlığı göçler sayesinde belirgin ölçüde artmıştır. 1916’da Sykes-Picot Anlaşması, 1917’de Balfour Deklorasyonu ve aynı yılın sonuna doğru İngilizlerin Kudüs’ü işgali, çok zaman geçmeden Britanya Filistin Mandası’nın tesisi ve devam eden süreçteki diğer örnekler, yaşananlarda İngiltere’nin aktif rolünü net bir şekilde ortaya koymaktadır.

1922’de Milletler Cemiyeti’nce tanınan Britanya Filistin Mandası’nda Yahudiler yönetim tecrübesi kazanma ve lokal vaziyetle tanışıp baş etme imkânı elde etmişlerdir. Birleşmiş Milletler 1947 taksim planındaki toprakların %57’sinin Yahudilere, %43’ünün ise Araplara pay edilmesi bölgedeki sosyolojik, tarihi ve demografik gerçekleriyle uyumsuz olsa da durum fiili olarak Yahudilerin lehine gelişmiştir. Kudüs’ün statüsü Lahey Sözleşmesi, 1947 BMGK kararı ve 1949 Lozan Konferansı gibi uluslararası anlaşmalarla güvenceye alınıp şehrin statüsü “corpus separatum/bağımsız varlık” olarak ilan edilmiş ve uluslararası toplumun kontrolünde olacağı netleşmişse de İsrail kural tanımaz tutum takınmıştır. 1948’de İsrail Devleti kurulunca Kudüs’ün batı yakasına konuşlanmış ve akabinde 1967’de doğu yakadaki sur içi Eski Şehir kısmını ele geçirmiş, 1980’de Kudüs Yasası ile Kudüs’ü İsrail’in “ebedi ve bölünmez başkenti” ilan etmiştir. Sadece Kudüs’le kalmayıp Filistin’in tamamını adım adım gasp eden İsrail, bununla yetinmeyerek komşu devletlerin toprakları hesabına da büyümeye devam etmiştir. Her ne kadar uluslararası kuruluşlar bu gelişmelere karşıt kararlar almışlarsa da, İsrail fiili olarak alan kazanmaya devam etmiştir. Özetle, kuruluş tarihinden itibaren günümüze değin İsrail’in bölge ülkeleriyle girdiği çatışmalar, gerçekleştirdiği yayılmacılık faaliyetleri, takip ettiği ulusal ve uluslararası politikalar ve açıkladığı hedefler Ortadoğu’nun istikrarsızlaştırılması sonucuna götürmüştür.

Zikredilen sebepler yüzünden bölge halkları İsrail’i kabullenmemiş, soyut ve somut düzlemde direnişlerle tavırlarını belirtmişlerdir. Özellikle Filistinliler ellerinden gasp edilen topraklarını savunmaya kalkışınca İsrail sivil veya savaşçı ayrımı yapmadan halkı orantısız güç kullanarak onları sindirmeye çalışmıştır. Öte yandan, bölge devletlerinin kendisine karşı mesafeli tavrıyla baş etmek ve bölgede etkin ve başat bir konuma gelmek için bir taraftan yüksek standartlarda teknolojik kazanımlarla öne çıkmaya çalışırken öte yandan bu amacına varmak için militarist yöntemlere sıklıkla başvurmuştur. Bu bağlamda uluslararası anlaşmaları hiçe sayarak ele geçirdiği topraklarda yerleşim birimleri inşa edip, hukuk tanımaz bir şekilde fiili durumu dayatmıştır. İsrail’in bu pervasızlığın arka planında Batı devletlerinin çifte standartlı yaklaşımı göz ardı edilmemelidir.

İsrail sorununun kökeni: Hristiyan Siyonizmi ve Batı’nın Ortadoğu politikası

Yahudiler asırlar boyunca Müslümanlar arasında huzurla yaşarken, Hristiyan yönetimler tarafından enva-i çeşit baskı ve eziyetlere maruz bırakılmışlardır. Ancak XVI. yüzyıldan itibaren Batı’da Yahudilere yaklaşım değişmiştir. 1453’te İstanbul’un fethi ve müteakip süreçte Osmanlı’nın Avrupa kıtasının içerilerine yönelik başarıları, Hristiyan batılı yöneticileri bu yeni durumla baş etmek için değişim arayışına sokmuş olmalı. Bu değişim arayışı neticesinde Hristiyan devletler Ortadoğu üzerinde kendi stratejik planlarını icra etme yolunda Yahudileri kullanışlı bulmuş, onlarla ortak çıkar üzerinden politikalar geliştirmeye konulmuşlardır. Bunun yan sıra, XVI. yüzyılın ilk çeyreğinde Katolikliğe karşı ortaya çıkan Protestanlığın teolojik dayanak olarak Yahudi düşmanlığı üzerine inşa edilen Hristiyan geleneğini reddedip Yahudi geleneğini kabul etmesi, Avrupa’da Yahudi desteği bağlamında şartların değişeceğinin habercisiydi. Bu inanışa göre Filistin topraklarında Yahudilerin devlet kurarak kutsal mabedi yeniden inşa etmesi (Restoration), İsa Mesih’in yeryüzünde Tanrının krallığını kurmak amacıyla tekrar gelmesi (ricat/parousia) için ortam oluşturacaktır. Bu kabule göre Yahudilerin Filistin’de devlet kurmalarının desteklenmesi vazgeçilmezdi.  İngiltere, Fransa, Almanya gibi Avrupa’nın güçlü devletlerinde bu söylemler giderek yaygınlık kazanıyor ve özellikle devlet adamları ve toplumun kanaat önderleri tarafından destekleniyordu.

Bu doğrultuda özellikle ön plana çıkan Anglikan Kilisesi olmuştur. Literatürde Hristiyan Siyonizmi olarak bilinen doktrinlerin dile getirilmesi ve pratiğe dökülmesi doğrultusunda ilk adımlar İngiltere’den gelmiştir. XVII. yüzyıldan itibaren İngiltere’de Yahudi yanlısı politika ağırlığını net bir şekilde hissettirmeye başlar. Yahudiler arasında Filistin diyarına dönüş fikri henüz mevcut olmadığı zamanlarda İngiltere’de devlet mahfillerinde, akademik çevrelerde ve din adamları arasında bu görüş savunulmaya başlamıştı. Yahudilerin “vaat edilmiş topraklar” üzerindeki iddialarını İngiltere’de gündeme getiren Canterbury mebusu Sir Henry Finch (öl. 1625), parlamentoda Yahudilerin Filistin’de devlet kurmaları konusunu ortaya atan ilk siyaset adamı ve yazardır. O, Yahudi devletinin kurulmasının Tanrının amacı olduğunu ve bu devlete Hristiyan kralların da tabi olacağını belirtmiştir. İngiltere Birleşik Krallıklarının devlet başkanı Oliver Cromwell (öl. 1658) ve yandaşı Püritenler, kendilerini İbrani soyundan saymış ve Yahudi yanlısı pek çok icraatta bulunmuşlardır. Joseph Mede (öl. 1639), Peter Sterry (öl. 1672), Thomas Goodwin (öl. 1680) vs. gibi bu dönem İngiltere’sinin etkin ilmi ve dini figürleri Siyonist iddiaları savunmuşlardır. Devam eden süreçte de İngiltere’nin Filistin topraklarına yönelik ilgisinde Siyonizmi politik bir çizgi ve argüman olarak benimsediği bilinmektedir. Bu çizginin ürünü olarak 1838’de Kudüs’te açılan ilk yabancı sefaret, İngiltere sefaretiydi (İngilitere sefaretinin açılmasının ardından Kudüs’te ). 1839’da İskoçya kilisesi müfettişlerinden A. Kaith’in Filistin’i niteleyen “halksız toprak için topraksız halk” ibaresi, Siyonizm’in temel sloganıdır. Lord Palmerston (öl. 1865), Benjamin Disraeli (öl. 1881), Lord Shaftesbury (öl. 1885), David Lloyd George (1945) gibi İngiltere devlet adamları Yahudilerin Filistin topraklarında bir devlete sahip olması gerektiğini savunan ve bu doğrultuda Osmanlı sarayı nezdinde lobicilik faaliyetinde bulunan figürlerden bazılarıdır. Yahudiler arasında Siyonizm’in kurucusu olarak bilinen Theodor Herzl’in akıl hocası da bir İngiliz din adamı William Hechler (1845-1931) olmuştur. Herzl’e Siyonist ideler aşılayan, onu devlet adamlarıyla irtibata geçiren Hechler’dir ve 1897’de Bazel’deki I. Siyonist Kongre’ye katılan Yahudi olmayan tek kişidir. Devam eden süreçte İngiltere’deki bu siyasi çizgi Sykes-Picot Anlaşması, Balfour Deklorasyonu, Britanya Filistin Mandası gibi ürünlerle Yahudilere bir devlet kurma imkânını sunmuştur. Özetle, İsrail Devleti’nin kurulması için fikri ve pratik ihtiyaçların İngiltere tarafından oluşturulduğu göz ardı edilmemelidir. Günümüzde ise bu rolü ABD’nin üstlendiği müşahede edilir. Bahusus önceki ABD başkanı Donald Trump İsrail işgaline meşruiyet kazandırma doğrultusunda emsalsiz imkânlar sunmuştur. Uluslararası hukuku hiçe sayarak Aralık 2017’de Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma ve büyükelçiliği Kudüs’e taşıma kararı alan Trump, Ocak 2020’de açıkladığı Asrın Anlaşması adlı proje ile BM kararlarını çiğnemiş ve Filistin tarafınının kabul etmeyeceği bir taksim planı sunup iki devletli çözümü realitede baltalayarak fiili işgale yasal kılıf giydirmeye çalışmıştır. Kabul görmeyeceği baştan belli olsa da böyle bir projenin hazırlanması, ABD’nin ve onunla aynı çizgiyi paylaşanların konuya yaklaşımını ortaya koymaktadır.

Hristiyan dünyasındaki tarihi dışlamadan kurtulmanın özlemiyle Yahudiler, kendilerine yaratılan imkânları değerlendirerek Siyonizm akımının idealleri doğrultusunda Filistin’e göçmeye başlamış ve devletleşmişlerdir. Ortadoğu’da Yahudilerin devletleşmesi Evanjelist Hristiyanlar için dini gereklilik olmanın ötesinde, Batı siyasi aklının bölgeye yönelik politikaları açısından da elzem olup ortak çıkarları temsil etmektedir. Nitekim halihazırdaki ABD başkanı Joe Biden’in yıllar önce dile getirdiği “Şayet İsrail olmasaydı ABD’nin bölgedeki çıkarlarını korumak için onu kurmamız gerekirdi” söylemini başkan seçildikten sonra da tekrarlaması, durumu özetlemektedir.

İsrail sorununun dinamiği: istikrarsız Ortadoğu

Yahudilerin Filistin’e göçü ve ardından yayılma faaliyetleri asırlardır bölgede mukim olanlarla sürtüşmelere sebep oldu. Hagana, İrgun, Lehi, Palmah gibi Yahudi paramiliter örgütler etrafa tedhiş saçarak köyleri ele geçiriyordu. Manda döneminde süren çatışmalar İsrail Devleti kurulduktan sonra da günümüze kadar devam etmektedir. İsrail kurulduğu tarihten itibaren günümüze kadar sürekli savaş hali içerisinde olmuştur. İşaret edilmelidir ki hem Filistin’in yerlileriyle hem de komşu devletlerle yapılan bu savaşlardan İsrail kazançlı çıkmış, onların topraklarını ele geçirerek sürekli büyümüştür. Günümüzde, 1948’de kurulduğu yüzölçümünün çok ötesinde boyuta sahip olan İsrail’in sınırları net olarak belli değildir. Zamanında BM tarafından Filistinlilere taksim edilen toprakları ele geçiren İsrail’in yayılmacılık faaliyetleri uluslararası örgütler tarafından kınansa da, özellikle ABD’nin desteği ile İsrail Filistin ve Suriye’den gasp ettiği topraklar üzerindeki fiili işgal durumunu hukuki boyutta onaylanmasını dayatarak kabul ettirmeye çalışmaktadır.

İsrail’in bölgedeki yayılmacılık faaliyetleri geçici büyüme amacı ve şartların gerekli kıldığı savunma politikasından ziyade, köktendinci politik çizginin dışavurumu olup Yahudi kutsal metinlerine dayanan “Nil’den Fırat’a kadar vaat edilmiş topraklar” idesini gerçekleştirmeye yöneliktir. Resmi devlet açıklamaları yalanlasa da, özellikle son yıllarda güçlenmiş köktendinci cemaatlerin politik temsilcileri bu doğrultuda söylemleri açıkça dile getirmekten geri durmadıkları gibi pratikteki uygulamalar da bunu ortaya koymaktadır. İşaret edilmelidir ki bu dini amacın gerçekleşmesi Ortadoğu coğrafyasında birkaç devletin toprakları hesabına Büyük İsrail’in kurulmasına; Mısır, Filistin, Lübnan, Suriye, Ürdün, Suudi Arabistan, Irak ve Türkiye’nin toprak bütünlüğüne saldırı anlamına gelir. Bunun için ise en temel zaruret, söz konusu devletlerin karşı koymayacak hale getirilmesi için türlü sanal sorunlarla zayıf düşürülmesi ve bilumum bölgenin istikrarsızlaştırılmasıdır.

Bu doğrultuda, 1982’de gazeteci ve stratejist Oded Yinon tarafından Dünya Siyonist Örgütü’nün Kudüs şubesinin yayın organı Kivunim Dergisi’nde yayınlanan, “Yinon Planı” adıyla meşhur olan “İsrail’in 1980’lerde Stratejisi” adlı strateji taslağı önemli ipuçları barındırmaktadır. Söz konusu taslakta İsrail’in bölgesel kudretli güç haline gelmesi için dış politikada pozitif sonuçlar doğuracak adımlardan bahsedilmekte, Ortadoğu’ya yönelik planlar ve stratejiler hakkında öneriler yer almaktadır. Yıllar sonra açıklanacak olan ABD’nin BOP projesiyle de uyum içerisinde olmasıyla dikkat çeken bu taslakta Ortadoğu’da petrol rezervlerinin ve enerji güzergâhlarının kontrolü, bölge ülkelerinin iç sorunlarının öğrenilmesi vs. gibi noktalar yer almaktadır. Taslak, İsrail için tehdit teşkil eden veya ileride etmesi beklenen devletlerin zayıflatılması için bölgedeki etnisite, din ve mezhep farklılıklarının çatışma alanlarına dönüştürülmesi, azınlıkların desteklenerek yeni küçük devletlerin oluşturulması, devletlerin arasına savaş sokulması ve bu yolla bölgenin istikrarsızlaştırılması gibi günümüzde yaşanmakta olan sorunları önceden haber vermektedir. Bu perspektiften bakınca bölgede PKK sorunu, İran-Irak Savaşı, Irak’ın parçalanması, Suriye’nin içerisinde olduğu durum, Müslüman devletlerin bir araya gelmesini engelleyecek husumetler, tarikat veya cemaat kisvesiyle kamufle edilen dini terör örgütleri vs. gibi hususlar manidar hale gelmektedir.

İsrail sorununun perdelediği temel meseleler ve çözüm imkânları

İsrail ile ilgili yukarıda söylenenler, bu konunun lokal ve münferit bir husus olmadığını, bilakis uluslararası siyasetle bilavasıta bağlantıda olan çok bileşenli bir durum olduğunu ortaya koymaktadır. Hal böyleyken, sorunun çözümüne yönelik girişimlerin de buna muvafık biçimde sadece yerel bir sorun olmadığı, lokalden küresele pek çok dinamiğin harekete geçmesiyle mümkün olacağı izahtan varestedir. Nitekim gelişen 70 küsur yıllık süreç içerisinde birkaç kuşak doğma büyüme İsraillilerin olduğu ve onların vatan algısı dikkate alınınca, durumun daha çetrefilli hale geldiği aşikârdır.

Genel olarak ifade edilirse, sorunun çözüme kavuşması için olgu ve algı bağlamında her iki yönün doğru şekilde ele alınması, bu sorunun arkasında saklanma imkânına kavuşan temel meselelerin sümen altı edilmemesi için üzerine giderek İsrail sorununu bölgesel ve küresel komploların saklama argümanı niteliğinden kurtarmak gerekmektedir. Evvela meselenin doğal tarafı olan Filistin halkının ve yönetiminin organize tepki gösterecek düzeyde sosyal ve siyasal bağlarının kuvvetlendirilmesi ve girdikleri çatışmalarda köktendinci radikalizm ve terör algısı olarak yorumlanacak söylemler ve eylemlerden uzak durup modern dünyanın algılarını dikkate alarak davranmaları hususunda bilinçlenmesi, öte yandan İsrail’in uluslararası hukuka uymasını sağlamak olmazsa olmaz ilk adımdır. İsrail’in yaptığı askeri operasyonlar sırasında gerçekleşen insan ve hayvan hakları ihlallerine ve tarihi mekânlar vs. gibi dünya mirası mahiyetinde olan eserlerin imha edilmesine dikkat çekmek, bu doğrultuda uluslararası siyasi örgütleri ve STK’ları harekete geçirmek, meselenin sadece Müslüman Yahudi çatışması algısı sınırlarına hapsedilmeyip konunun insani yönünün öne çıkarılması, nitekim geleneksel medyanın yanı sıra sosyal medyanın gücünden faydalanmak günün elzem taleplerinden olup İsrail karşısında Filistinlilerin zayıflığını giderecek stratejilerden sayılabilir. Batı devletlerinin çifte standartlı tutumlarını sona erdirmeye zorlayacak girişimlerde bulunmak, Müslüman ülkelerin Filistin’deki gelişmelere kayıtsız kalmamalarını sağlamak, nitekim İslam İşbirliği Teşkilatı’nın konuyu geçiştirmemesini sağlayacak girişimlerde bulunmak sorunun çözümüne götüren uluslararası nitelikli adımlardır. Bunun yanı sıra İslam dünyasındaki STK’ların Kudüs’teki kutsal mekânlarının savunmasında organize hareket etmeleri, sadece bununla kalmayıp diğer inançtan olan ülkelerdeki STK’ların dikkatini buraya çekmeleri sorunun çözümü için sivil destek sağlayacaktır.

Uluslararası hukuka göre günümüzde Filistin topraklarının büyük kısmı İsrail’in işgali altındadır. Bu toprakları geri kazanma uğrunda izledikleri yöntem açısından Filistinliler arasında silahlı çözüm yanlıları olduğu gibi diyalog yanlıları mevcuttur. İlginçtir ki Filistinlilerin bir tarafta İsrail ile mücadeleleri devam ederken diğer tarafta da bu yöntem farklılığı yüzünden kendi aralarında birbirine düşmüş, parçalanmışlardır. Bu durum Filistinlileri İsrail karşısında sadece askeri olarak değil aynı zamanda siyasal ve toplumsal boyutta da varlığını hissettirmektedir. Farklı tezahürleri bu dağınıklık sadece İsrail’in işine yaramaktadır. Bu yüzden Filistinlilerin kendi aralarındaki anlaşmazlıkları bir tarafa bırakıp siyasi birlikteliğin inşasına ve sosyal bağlarının geliştirilmesine odaklanmaları elzemdir. Siyasal ve sosyal açıdan bir arada olan Filistin halkının oluşturacağı direniş gücü, sadece İsrail karşısında kuvvetli bir yapı oluşturmakla kalmayıp uluslararası imaj ve imkânlar açısından da elverişli olacaktır. Mevcut durumda parçalanmış yapıda ve zayıf konumda olmak Filistinlileri dış devletlerin müdahalesine açık hale getirmektedir. Filistinlilere destek veriyormuş gibi görünen bu devletler aslında Filistinliler nezdindeki etkinliğinden ve itibarını bölgesel rekabette öne çıkmak gibi dış politikada, kendi kamuoyunu yönlendirmek için iç politikada kullanmaktadır. Yer yer İsrail’i hedef göstermekle bu devletler kendi kamuoyunu yönlendirip krizlerle baş etmedeki başarısızlıklarını üzerlerinden savuşturmaktadır. Aşikârdır ki sorunları çözüyormuş gibi görünen ama gerçekte çözmeyen bu çizgi, Filistin halkının davasına kökten ve kalıcı çözüm sunmaktan uzaktır. İsrail sorunuyla baş etmek için Filistinlilerin dış müdahalelere fazla açılmadan, ulusal çapta sosyal olarak yekvücut olup birlikteliği tesis etmeleri elzemdir. İsrail karşısında direnebilmek için Filistinlilerin siyasi birlikteliğinin sağlayacağı faydalar sadece askeri boyutta başarılar getirmekle kalmayıp hem toplumsal bazda hem bölgesel bazda kazanımlar sağlayacaktır. Filistinlilerin bilimsel, kültürel vs. alanlarda öne çıkmaları, kendi alanında küresel üne kavuşmuş figürler üzerinden tanıtım imkânına kavuşmaları, İsrail gibi dini paradigmaları muhafaza ederken postmodern dünyaya tam anlamda ayak uydurmuş bir ülke olmaları, askeri seçenek de istisna olmadan fakat terör algısından uzak biçimde kendi topraklarını şartların gerekli kıldığı biçimde savunmaları, İsrail’in lehine cereyan etmekte olan mevcut şartları değiştirecektir.

Mevcut durumda romantik görünse de şiddetten arınma ve din eksenli çatışmaların sona erdiği bölgesel istikrar ve siyasi çözüm imkânlarının arttırılması, var olan sorunların çözüme kavuşması yolunda önemli katkı sağlayacaktır. Radikal dinci grupların toplumsal infiale ve çatışmalara sebep olan söylem ve eylemlerinin tahakkümü altına girmeyip devlet terörü uygulamaktan uzak durarak toplumdaki barış ortamının geliştirmek ve uluslararası hukuk gereği iki devletli çözüm doğrultusunda adım atmak, İsrail Devleti’nin sorumluluğudur. Buna mukabil, Filistin tarafı da yıllar boyu yaşanan tecrübeleri hesaba katarak sorunun çözümü adına kendilerine sunulan önerilerin değerlendirmesini doğru yapıp dış devletlerin savaşı uzatacak müdahalelerinden uzak durmaları ve uluslararası kamuoyunca terör olarak yorumlanacak eylemlerden uzak durmaları, gerginliğin düşmesi için önemli adım olacaktır. Çatışmasızlık ortamının sağlanması için her iki tarafça verilen bazı tavizler kısa vadede kayıp gibi görünebilse de bölgede huzurun hâkim olup, taşların yerine oturmasını sağlayıp uzun vadede hem Filistinliler hem İsrailliler için gerçek kazanım anlamına gelmektedir. Aradaki farklılıkların çatışma unsuruna dönüşmemesi için tarafların birbirini yakından tanıması ve çözüm arayışında olması çözümü beraberinde getirecektir. Hayal dünyası ve vizyonu sadece Yahudi dini metinleriyle sınırlı kalan ve yeşiva (din okulu) dışında farklı bir dünyanın varlığına gözlerine kapatan bir Yahudi genç gibi; normal yaşam imkânlarından yoksun bırakılmış ve verdiği kayıplar yüzünden acıyla bilenmiş Filistinli bir gencin de bölgedeki huzur ve istikrarın teminine sunacağı pek bir katkı bulunmayacağı gerçeğinden hareketle, yeni jenerasyonun birbirinin varlığına saygı gösterecek, uluslararası hukuk gereği iki devletli çözümü kabul edecek ve bölgede barış ve huzur ortamının tesisine psikolojik olarak hazır olacak şekilde yetiştirilmesinin sağlanması kalıcı çözümün teminatı olacaktır. Yıllar boyunca yaşanan tecrübeler bölgede halkların birbirine düşmanlaştırılıp savaşın kaynaması için uygun zemin olduğunu ve bu yüzden askeri seçenek dışında geriye pek seçeneğin kalmadığını ortaya koymaktadır. Ancak bu uzun süreli savaşların Filistin halkına enva-i çeşit kayıplar yaşattığı gibi İsrail’in Yahudi toplumunu da yorduğu ve yıldırdığı, savaş çığırtkanlığı yapan siyasileri ve kanaat önderlerini sorguladığı ve hatta İsrail’i terk etmeye ittiği gerçekleri, askeri seçeneğin kalıcı çözüm getirmeyeceğini ortaya koymaktadır.

Varlığını kabul ettirmek ve Filistinlileri sindirmek amacıyla askeri tedbirlere başvurma hususunda İsrail’in pervasız olduğu müşahede edilmektedir. Kurulduğu günden itibaren Filistin halkı ve komşu Arap devletleri ile savaş halinde olan İsrail’e bu ortam dezavantajlar ile birlikte avantajlar da sağlamaktadır. Orantısız güç kullandığı askeri operasyonları aklamak için meşruiyet imkânı sağlayan çatışma ortamı, ilginç bir şekilde İsrail’in siyasi, askeri, sosyal, teknolojik vs. pek çok açıdan avantaja dönüştürdüğü olgulardan sayılabilir. Gelinen noktada Arap düşmanlığı İsrail’deki pek çok siyasi ve sosyal krizi geri plana atıp güvenlik refleksiyle bir anda kenetlenmeyi sağlayan etken görevini görmektedir. Köktendinci radikal nüfus İsrail’de toplumun sınırlı bir kısmını teşkil etse de, bu kesimin temsilcisi olan STK ve siyasi grupların sesinin daha gür çıkıp çatışmadan yorgun düşüp birlikte yaşama sıcak bakan kesimleri susturması, güvenlik refleksiyle açıklanabilir. Bu bağlamda, Müslüman cenahın radikal Siyonistlerin elini kuvvetlendirecek söylem ve eylemden uzak durması, stratejik olarak doğru olacaktır. “Kahrolsun İsrail” ve benzeri sloganlar Müslüman kesimlerde İsrail’in pervasızlıklarına tepkisiz kalmamak ve dindaşları Filistinlileri yalnız bırakmamak adına hissi bazda işe yarasa da, İsrail üzerinde etkin bir sonuç doğurmayıp radikalizme meşruiyet kazandırmak için kullanılması açısından elverişli görünmemektedir. İlaveten, devlet mekanizmasında savaş psikolojisinin hâkim olduğu İsrail, bu fobiyle baş etme adına ciddi yatırımlar sarf ederek ileri teknoloji ülkesi olmaya çalışmakta, zayıf noktalarını aza indirmeği başarmaktadır. Kurulduğu yıldan günümüze kadar bu istikamette durmadan ilerleyen ve bu kazanımların sağladığı imaj, komşu Arap devletleriyle kıyasla İsrail’i bölgede başarılı bir pozisyona yerleştirmektedir. Bu ileri teknolojiyi türlü saldırgan projelerde (örneğin Pegasus casus yazılımı) kullanmak yerine bölge halklarıyla stratejik işbirliğine girmekle onların sempatisini kazanmayı hedefleyen ve uluslararası hukuka uyup, kendisine tahsis edilen toprakla yetinip işgal devleti imajına son vermeyi amaçlayan siyasi kesimlerin iktidar olması uzun vadede İsrail’in çıkarına olup köktendinci radikal Siyonistlerin iktidarı hem ülke hem bölge için risk doğurmaktadır.

Kurulma süreci göz önüne alındığında, İsrail’in Batı desteğiyle var olduğu ve binaenaleyh varlığını sürdürmede ilk başta batının bölgedeki çıkarlarını gözetmek durumunda kaldığı unutulmamalıdır. Bu bağlamda, İsrail’e batının Ortadoğu’daki çıkarlarının bekçisi rolü yüklenmiştir ve bu görevi içtenlikle yürütmesi için Yahudi dini doktrinler son iki asırda gelenekten farklı şekilde, Siyonist perspektiften yorumlanarak bu yorumla birlikte bir nevi İsrail rehin alınmıştır. Batı kendi hedeflerini Siyonizm doktrinlerinin katmanları arasına maharetle saklayarak dayatmasını başarmıştır. Öte yandan, pratikteki tecrübeden “ortak düşman Müslüman” teması üzerinden kader birlikteliği algısı oluşturulmuştur. İsrail batının Ortadoğu’daki çıkarlarını korumanın karşılığını, yaptığı hukuksuzluklara batının sessiz kalması ve destek sunmasıyla almaktadır. Bu bağlamda, bir taraftan batıdaki siyasi mahfillerin bölgedeki gelişmelere yönelik çifte standartlarını bırakmaya zorlayacak girişimler, üzerinde durulması gereken husustur. Batı devletlerinin ikili oynamasını sona erdirmek çok kolay olmayıp bu hususta özellikle STK’lar üzerinden istikrarlı politika geliştirmek sonuç almayı kolaylaştıracaktır. Siyasi mahfillerin gündemlerinden farklı gündeme sahip STK’lar insancıl sivil inisiyatiflerle hükümetler nezdinde baskı oluşturacak, ajandalarını belirleyecektir. 2014’te İsrail’in Gazze saldırısının ardından STK’ların baskısı Avrupa’daki hükümetleri Gazze’nin yeniden inşasında aktif rol almaya zorlarken öte yandan siyasi arenada da bu hükümetler nezdinde Filistinliler lehine ehemmiyetli kazanımlar doğurmuştur. Bu yüzden konunun din eksenli Müslüman Yahudi çatışması algısından çıkarılıp insanlık sorunu olarak sunulması ve uluslararası STK’ların ajandasında bu şekilde yer bularak sürekli takipte kalınması şiddetin azalmasına katkıda bulunacaktır. Bu bağlamda sosyal medyanın etkin şekilde kullanımının ehemmiyetine de dikkat çekilmelidir. Sosyal medya sayesinde ülke sınırlarına hapsolmadan lokal sorunlara küresel destek temin etmek, konu üzerine çalışan STK’ları kolayca organize edebilmek ve küresel ölçekte bilinçlendirme yoluyla hedef odaklı çalışmalar yapmak mümkün olup faydalı sonuçlar sağlayacaktır.

Batının tavrının netleşmesi İsrail’i önemli destekten mahrum bırakınca sırtını batıya dayamayan İsrail daha sorumlu davranmaya yönelecektir. Öte yandan, batıya borçlanmayan İsrail’in atacağı adımlar da daha farklı olacaktır. İsrail toplumu Hristiyan batının Ortadoğu’daki maşası olmayı ve onların çıkarları doğrultusunda sorumluluklar yüklenmeyi kabul edecek bir yapıda olmayıp “ortak düşman Müslüman” algısı yüzünden, kendilerine destek sunan batıyla ilişkilerini savunma refleksiyle iyi tutmak zorunda kalmıştır. Asırların şahitlik ettiği Müslüman Yahudi yakınlığının bir anda hafızadan silinmesi, olağan bir durum olmayıp esasen Siyonizm ile birlikte araya düşmanlık tohumu serpilmiştir. Bu yüzden, aradaki müşterek birlikteliğe referansla tarihteki Müslüman Yahudi uyumu örnekleri üzerinden diyalog kurmak bölgedeki huzursuzluğu bitirecek önemli adımdır ve Filistinlilerle birlikte İsrail’in Yahudi toplumunun da huzura kavuşmasını sağlayacaktır. Şiddetin bitmesi için onu besleyen kanalları sonlandırma adına, İsrail ile diyalog ortamının geliştirilmesi elzemdir. Bu bağlamda İsrail’in görece savunma refleksiyle kendisine yönelik her türlü eleştiriyi reddetmek için enstrüman olarak kullandığı Antisemitizm olgusunun Müslüman dünyasında zemininin olmayıp Hristiyan dünyasının ürünü olduğunun ve yaşanan çatışmaların çıkış noktasının Hristiyan dini doktrinleri ve batı devletlerinin çıkarları olduğunun dünyadaki ve İsrail’deki Yahudi topluma anlatmanın yolları bulunmalıdır. İsrail’in şiddetten uzak, barışçıl atmosfere yönelmesi batının bölgeye yönelik planlarını tehlikeye atacağı için olası bir yakınlaşma ortamının bir şekilde baltalanma ihtimaline karşın bu riski bertaraf etmeğe azami özen gösterilmelidir. Bu bağlamda, asıl organizatörü belli olmayan Müslüman radikal çetelerin İsrail’e saldırısı ve buna cevaben İsrail’in orantısız güç kullanması, bazı özel günlerde Yahudi köktendinci grupların galeyana getirilerek Müslümanların kutsal mekanlarına baskın düzenlemelerine Müslümanların tepkisine ve nitekim İsrail’in yerleşim yeri adı altında Filistinlilerin topraklarına ve taşınmazlarına el koyma girişimlerine karşı koyan Müslümanların savunma refleksine İsrail’in askeri yöntemlerle karşılık vermesi sonucunda ciddi çatışmaların çıkması sonucu lokal ve küresel kamuoyunda yüksek infialin üretilmesi en sık yaşanan örneklerden bazılarıdır ve şiddetin dinmemesi için adeta bilinçli bir şekilde oluşturulmuş etkenlerdir. Bu açıdan, oluşturulan yapıcı diyalog ortamı vasıtasıyla Batının pençesinden azat edilen İsrail’in, güçlü Müslüman devletlerin, örneğin Türkiye’nin sunacağı güvence ile şiddetten arınması olağan dışı değildir. Asırlar önce Yahudileri Hristiyanların zulmünden Osmanlı’nın kurtardığı gibi, günümüzde de İsrail sorununu çözmekte Türkiye güvenilir adrestir.

 

Benzer İçerikler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir