Erbakan Hoca, Kıbrıs Harekâtı ve Mavi Vatan
Türk siyasi hayatının unutulmaz isimleri arasında yer alan akademisyen, siyasetçi, fikir adamı ve milli görüş düşüncesinin mimarı, merhum lider Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın (1926-2011) hayatı boyunca üzerinde kafa yorduğu konulardan birisi de dış politikaydı. Erbakan, tam bağımsızlığın timsali olarak dış politikayı işaret ediyordu. Ona göre Türkiye, dış politikada istediği kararı alabilme ehliyetine sahip olmalıydı, bu konuda herhangi bir tereddüt ya da taviz söz konusu olamazdı. Bu nedenle siyaset yaptığı günlerde Türkiye’ye karar hakkı tanımayan veya Ankara’yı edilgen duruma düşüren tüm siyasi ilişkilere, antlaşmalara, NATO ve Avrupa Birliği (AB) kararlarına karşı durdu. Erbakan’ın bu tavrını iki kutuplu sistemin hâkim olduğu Soğuk Savaş Dönemi’nde de görmek mümkündür. O, Türkiye merkezli bir siyaseti referans aldığı için Türkiye’nin ne Batı kampına ne de Doğu kampına katılmasına taraftardı. Bu konuda şöyle diyordu: “Bir defa Türkiye’nin herhangi bir yerin parçası olmadan önce ben hür bir ülkeyim, ben büyük bir ülkeyim, her şeyi yapabilmeliyim. Dışarıya bağlı olmadan karar alabilmeliyim, kendi kendimi müdafaa edebilmeliyim.”1 Erbakan Hoca, kurulu uluslararası sisteme insanlığa adil yaşam hakkı tanımadığı için sürekli karşı çıkıyordu. Ona göre mevcut uluslararası yapı, gerçekte yeni bir “sömürü düzeni” idi. Bu bakış açısından dolayı Erbakan, hiçbir zaman sisteme uyum sağlayan bir liderlik sergilemedi, geri adım atmadı, düşüncelerini gözden geçirme ihtiyacı hissetmedi. Merhum Başbakan, Türkiye’deki kurulu düzeni de tenkit etmekten geri durmuyordu. Türkiye’nin “Batı taklitçiliği” yaparak kendi tarihinden, kültüründen ve inancından uzaklaştığını ve bu yüzden de büyük bir zafiyete düştüğünü belirten Erbakan’ın bu konu hakkındaki düşünceleri şöyleydi; “Biz iki yüzyıldır yıldır Batı’yı arıyoruz. Ancak ne Avrupalı olabildik ne de Müslüman kimliğimizi koruyabildik. İki yüzyıldır batılılaşmak için savaş veriyoruz. Eğitimden aile düzenine, devlet örgütlenmesinden adliye düzenine kadar her şeyi Avrupa kültürü içinde aradık. Avrupalı olmak için kendi kültürümüzü, değerlerimizi tarihimizi ve kimliğimizi reddettik.”2 Erbakan için ne kapitalizm safında ne de komünizm safında yer almak bir çözümdü. Esas çözüm ve kurtuluş, Türkiye’nin kendi tarihine ve kendi kültürüne geri dönmesiydi; zira o, “taklitçilerin millete vereceği hiçbir şeyin olmadığını” savunuyordu.
Şahsiyetli dış politika
Erbakan’ın dış politikaya ilişkin kullandığı en sık tanımlamalardan birisi de “şahsiyetli dış politika” ifadesiydi. Açıkçası bu ifadenin odağında, Batı’nın üstünlüğünü kabul eden ve ona göre bir siyaset üreten siyasi partiler veya zihniyetler vardı. Erbakan için tüm bunlar milletin benliğine uymayan dış politikalar ve iç politikalar üretilmesine neden oluyor ve bu durumdan hep Batı lehine sonuçlar çıkıyordu. Bu bağlamda Erbakan, Batı menfaatlerini koruyup kollayan dış politika anlayışına ivedi bir şekilde son verilmesini tavsiye ediyordu. 1987 yılında bu konuya ilişkin şunları söylüyordu; “İşte biz bu yüzden şahsiyetli dış politika derken taklitçi görüşleri bırakmayı, birtakım yerlere bağımlı çalışmaya son vermeyi ve tamamen milli ve manevi değerlerimizden doğan politikaların uygulanması çağrısında bulunuyoruz.”3 Erbakan’ın Kıbrıs meselesine yaklaşımı da yukarıdaki duygu ve düşüncelerin bir yansımasıydı. Nitekim 20 Temmuz 1974 ve 14 Ağustos 1974 tarihlerinde icra edilen Kıbrıs harekâtında Erbakan’ın bu kararlı ve milli duruşunu görmek mümkündür. Şurası açıktır ki Kıbrıs harekâtı gibi önemli bir kararın hayata geçirilmesinde Erbakan’ın rolü oldukça fazladır. Bilindiği üzere 26 Ocak 1974 tarihinde uzun süren hükümet krizinin ardından Bülent Ecevit’in Başbakan, Necmettin Erbakan’ın da Başbakan Yardımcısı olduğu CHP-MSP koalisyon hükümeti kurulmuştu. Hükümet, petrol krizinin, uluslararası borsalarda yaşanan çöküşlerin, Yom Kippur Savaşı’nın siyasi etkilerinin en sert bir şekilde hissedildiği kaotik bir ortamda iş başına gelmişti. Türkiye ise işçi eylemleri, öğrenci olayları, ekonomik krizler ve ABD baskısı gibi birçok sorunla boğuşurken, diğer taraftan da 12 Mart 1971 Muhtırası’nın siyasi etkileriyle uğraşıyordu. ABD baskısının zirvede hissedildiği böyle bir dönemde, Türkiye’ye hükümet etmek hiç de kolay değildi. İçeride ve dışarıda krizlerin at başı gittiği bir konjonktürde Yunanistan’daki Cunta Hükümeti’nin desteğiyle Kıbrıs’ta Hükümet Başkanı Makarios’a karşı 15 Temmuz 1974 tarihinde bir darbe gerçekleştirildi. Nikos Sampson liderliğindeki darbecilerin amacı, Kıbrıs’ta Yunan egemenliğini tesis etmekti. Bu, stratejik ve siyasal bir hataydı. Türkiye’nin bu darbeye ve onun getireceği sonuçlara hem Kıbrıs Türklerinin can ve mal güvenliği hem de Türkiye’nin ulusal güvenliği bakımından göz yumması mümkün değildi. Garantör ülke sıfatıyla Türkiye’nin adaya müdahale etme hakkı söz konusuydu. Ancak bu kolay değildi. Önceki yıllarda da Türkiye Kıbrıs’a müdahale kararı almış ancak ABD’nin baskısıyla bu kararlarından geri adım atmak zorunda kalmıştı. Hükümetlerdeki bu kararsızlık askerleri de olumsuz etkiliyordu. Garantör ülkelerden Yunanistan darbe yapmış, İngiltere ise buna göz yummanın derdindeydi. Bu kriz karşısında Türkiye’nin hızlı ve kararlı davranması son derece önemliydi. Başbakan Ecevit keyfiyetin farkındaydı ama o da krizin sulh ve diplomasi yoluyla halledilmesine taraftardı. Bu nedenle krize bir çözüm aramak adına Londra’ya gitmişti. Erbakan ve askerler ise askeri müdahaleden yanaydı. Erbakan o günleri şöyle anlatıyor; “Ecevit bizi toplantıya çağırdı son derece endişeli ve rahatsız görünüyordu.Ecevit’in tereddütleri ve şiddetli Amerikan baskısı yüzünden harekatın gerçekleşmeme ihtimali bulunuyordu (…). Generaller benim konuya bakış tarzımı takdir ettiklerini fakat hükümetin müdahale konusunda kesin ve kararlı olduğuna emin olmak istediklerini söylüyorlardı. Çünkü önceki dönemlerde Ordu iki defa müdahalede bulunmak istemiş ancak hükümet son anda kararından dönmüştü. Esas korku Amerika’nın veya Rusya’nın olaya itirazları veya Yunanistan ve Bulgaristan’ın Birleşmiş Milletleri harekete geçirme ihtimalleriydi. Fakat sonunda hepsini ikna ettik. Allah’ın yardımı ile de her türlü engele rağmen harekât başladı.”4 Erbakan Kıbrıs’ta iki devletli çözümden yanaydı. Bu doğrultuda adanın coğrafi taksimini destekliyordu. Hatta bu amaca ulaşabilmek için adanın tamamının alınmasını öneriyordu. Buradaki hedef adanın tamamına sahip olmak değildi. Coğrafi taksimi Rum tarafına kabul ettirebilmek adına daha güçlü bir şekilde müzakere masasına oturabilmekti.
Tek çıkar yol : İki devletli çözüm
Erbakan nazarında Kıbrıs meselesi 1974’te çözülmüştür. Zira Kıbrıs harekatıyla zulüm sona ermiş, Kıbrıs Türklerinin can ve mal güvenliği garanti altına alınmıştır. Ona göre Kıbrıs Harekâtı, Türkiye’ye, Kıbrıs’a ve İslam alemine yapılan en büyük hizmetlerden birisidir. Erbakan’ın Kıbrıs konusundaki düşünceleri oldukça net ve açıktır. Bu konuda asla şüpheye düşmez ve geri adım atmaz. Onun için adada bağımsız iki devletin varlığı esastır ve bu konuyu tartışmaya açmanın hiçbir anlamı yoktur. Bu çerçevede Türkiye’nin yapması gereken Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni (KKTC) yaşatmak ve güçlendirmektir. Şöyle diyordu; “1974’ten beri yeşil hatla çizili olan sınıra kadar KKTC dediğimiz bölgede Kıbrıs Türkü huzur içerisinde yaşamaktadır. Bu bölge şimdi tam bir bağımsız Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’dir. Bu devletin bağımsızlığı ilan edilmiş ve Türkiye bunu tanımıştır. Şimdi kalkıp böyle bir yapıda durup dururken ortaya Kıbrıs sorunu diye bir sorun atmak başımıza iş almak demektir. Orada bizim için iki devlet vardır ve ikisi de birbirinden bağımsızdır. Bunu ister Rum tarafı ister Yunanistan ister Batı ve ister Amerika kabul etsin etmesin bizi hiç enterese etmez. Onlar kabul etmiyorlar diye mevcut statüyü bozmak dengeleri gözeteceğiz diye tavizler vermek akıllı insanların yapacağı iş değildir.”5 Bugünden geriye dönüp bakıldığında Türkiye’nin 1974 yılında sadece Kıbrıs’a değil Akdeniz’e bir çıkarma yaptığı görülür. Bu, bir tutunma mücadelesidir. Dolayısıyla tarihi bir kırılmaya işaret eder. Nitekim 20. yüzyıl başında Batılı güçlerin en büyük hedefi, Türkiye’yi Akdeniz’in tüm limanlarından ve adalarından uzak tutmaktı. Bir başka ifadeyle Türklerin Akdeniz’deki hükümranlığına tamamıyla son vermekti. Bu düşünce, 20. yüzyılda birdenbire ortaya atılmış değildi. Köklü bir geçmişi bulunuyordu. Türkler, Avrupa’dan Anadolu’dan Suriye’den, Filistin’den ve tüm Akdeniz kıyılarından çıkartılmalı fikri, Orta Çağlardan itibaren Avrupa saraylarında konuşulan konuların başında geliyordu. İlerleyen zamanlarda Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamasıyla bu projeler kendisine hayat sahası bulmaya başladı. Böylece Türklerin Akdeniz yolundan Asya, Afrika ve Avrupa’yla bağlantı kurmasının önüne geçmek için bir dizi siyasi plan yürürlüğe kondu.
Cesaret, kararlılık ve vizyon
Kıbrıs, Türklerin Akdeniz’de hüküm sürdüğü son adaydı. Türklerin hükümranlık hakları, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran uluslararası antlaşmalarla teyit edilmişti. Ancak 1960 yılında kurulan bu ortaklık cumhuriyetini Rumlar kabul etmekte bir hayli zorlanıyordu. Onlara göre Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran antlaşmalarla Türklere haddinden fazla haklar verilmişti. Açıkçası Rumların hayali, Kıbrıs’ın bir Yunan adasına dönüşmesiydi. Adanın Yunanistan’a bağlanması anlamına gelen Enosis yolunda yoğun bir çaba harcamışlardı. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla işler hiç ummadıkları bir noktaya varmıştı. Kıbrıs Türkleri ve Türkiye’nin ortak mücadelesiyle defedilen Enosis, 15 Temmuz 1974 darbesiyle yeniden sahneye konulmuştu. Darbenin birçok amacı bulunuyordu. İçlerinden en önemlisi, adadaki Türk egemenliğine son vermekti. Zaten 1963-74 arası dönemde Kıbrıs Türklerinin egemenlik yetkileri büyük ölçüde gasp edilmişti. Bu defa darbe üzerinden tasarlanan oldubittiyle, Türkiye’nin Kıbrıs’taki hakları ile Kıbrıs Türklerinin hükümranlık hak ve yetkileri tamamıyla ortadan kaldırılmak istenmiştir. Bu sayede Türklerin elindeki son Akdeniz adası da ele geçirilmiş olacaktı. Yunanlılar ile Rumları bu hamleleri yapmaya sevk eden itici güç, “Türkiye’nin Kıbrıs’a asla müdahalede bulunamayacağı” düşüncesiydi. Türk hükümetleri, 1964-1974 arası dönemde birçok defa Kıbrıs’a müdahale kararı almış fakat son anda uygulamaktan vazgeçmişti. Birkaç defa tekrar eden bu durum, Rum ve Yunan ikilisine cesaret vermişti. Dolayısıyla Başbakan Yardımcısı Erbakan’ın şahsiyetli dış politika anlayışı çerçevesinde hükümetteki tüm şüpheler ve endişeler ortadan kaldırılmış ve devletin tüm karar mekanizmaları harekete geçirilerek Türklerin Akdeniz’den geri itilmesi önlenmiştir. Kıbrıs Harekâtı, “Türkleri Akdeniz’den atmak için” yapılan girişimleri sonlandıran askeri bir müdahaledir. Bu yönüyle tarihin akışını değiştiren bir olaydır. Tarih içindeki yeri ve etkilediği koşullar dikkate alındığında Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki varlığının bu harekât sayesinde cereyan ettiği görülebilir. Şüphesiz “Mavi Vatan”, Kıbrıs Barış Harekatı’nın bir mahsulüdür. Ayrıca konu sadece Mavi Vatan’la da sınırlı değildir. Doğu Akdeniz krizinde KKTC’nin oynadığı stratejik rol bir kez daha teyit etmiştir ki Kıbrıs, Türkiye’yi Asya ve Afrika’ya bağlayan en önemli halkadır. Kıbrıs adasının jeopolitik konumu ancak negatif bir statüyle hesap edilebilir. Yani kazanımlar yerine kayıplar dikkate alınmalıdır. O nedenle Kıbrıs’ın kaybı her şeyden önce Türkiye için Akdeniz’in kaybıdır. Böyle bir durumda Türkiye sürekli savunmaya dönük edilgen bir dış politika izlemek zorunda kalacaktır. Nitekim Ege adalarının kaybıyla oluşan güvenlik zafiyeti, İskenderun kıyılarına kadar yayılma fırsatı bulacaktır. Yunanistan ile Suriye’nin Türkiye’yi hedef alan politikaları hesaba katıldığında Kıbrıs’ın Türkiye’ye tek çıkış yolu sunan stratejik kapı olduğu görülür. Öte yandan, eskiden olduğu gibi, Türkiye’yi Akdeniz’den uzak tutmak isteyen devletler, stratejik ve iktisadi açılardan bir hayli önemli olan Akdeniz’in bu köşesini Türklere bırakmak konusunda direnmelerinin bir nedeni de bahsekonu yaklaşımdır. Günümüzde devam eden Doğu Akdeniz krizine yakından bakıldığında yine Türkleri Akdeniz’den uzak tutma niyeti taşıdığı fark edilir. Bunun yanında Türkiye ile Afrika arasına Doğu Akdeniz’i bir tampon bölge olarak tasarlamak ve Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni (GKRY) bu uğurda elverişli bir araca dönüştürmek başta Fransa olmak üzere birçok devletin çıkarına uygundur. Türkiye’nin Doğu Akdeniz siyaseti, doğalgaz kaynaklarının kullanımından ziyade Kıbrıs Türkleri ile kendi egemenlik hakları üzerine kuruludur. Son zamanlarda bu siyasete, Libya’nın güvenliği de eklenmiştir. Bu, çok yerinde bir yaklaşımdır. Zihinlerde uzak bir yer olarak düşünülse de Türkiye’nin milli güvenliği bakımından Libya’nın önemi bir hayli fazladır. Libya, Türkiye’nin deniz ve kıyı güvenliği için son derece stratejik bir coğrafyadır. Batı Anadolu kıyıları ile Ege Adaları’nın emniyeti büyük ölçüde Libya’ya bağlıdır. 2019 yılının sonunda yapılan Türkiye-Libya anlaşmaları ile iki ülke arasındaki güvenlik ilişkisi bir kez daha teyit edilmiştir. Başta Yunanistan ve Fransa olmak üzere birçok devletin iki ülke arasında yapılan anlaşmalara sert tepki vermelerinin bir sebebi de Türkiye ile Libya’nın tarihi ve coğrafi referanstan hareketle bu jeopolitik gerçekliğe yapmış oldukları atıftır. Sonuç itibariyle 1950’li yılların ortalarından itibaren Türk devlet adamlarının Kıbrıs konusunda gösterdiği kararlılık ve sergiledikleri vizyon, kartopu etkisiyle günümüzde Mavi Vatan’a dönüşmüş ve böylece Türkiye’nin Akdeniz’deki pozisyonunu güçlendirmiştir.