12 Ekim 2025, Pazar

Dünyanın Ekonomikleşmesi ve İnsan Tabiatı Üzerine Bir Derkenar – Prof. Dr. Mehmet Babacan

Bu yazımızda, “dünyanın ekonomikleşmesi” kavramı, insanı ve davranışlarını “bağımsız ve yansız” rasyonalite çerçevesinde anlamlandırmaya çalışan iktisat teorilerinden öte, bir değerler bütününün dönüşümü bağlamında ele alınacaktır. Buna göre “ekonomikleşme” terimi, yalnızca üretim araçlarının ya da bir coğrafyanın kaynaklarının değerlendirilmesi anlamında değil; aynı zamanda insanlık, tarihsel süreçler, soyut ve somut unsurlarıyla birlikte topyekûn bir dönüşüm olarak tanımlanmaktadır. Nitekim bu bağlamda, insan, toplum ve siyasetin tek biçimliliği meselesi, günümüzde küreselleşme başlığı altında sıkça tartışılmaktadır. Ancak, bu kavramı (ekonomikleşme) daha felsefi bir perspektifle ele alarak, Friedrich Nietzsche’nin “güç istenci” (will to power) kavramıyla ilişkilendirmek mümkündür. Güç istenci, bireylerin ve toplulukların kendileri dışındaki unsurları kendi biçimlerine benzetme (hatta onlara hükmetme) arzusunu da ifade eder ve bu, tek biçimliliğin altında yatan bir motivasyon olarak yorumlanabilir.

Bu kavramlar, doğaları gereği soyut ve tartışılması karmaşık meselelerdir. Ancak, bu metinde söz konusu tartışma, belirli bir bakış açısı benimsenerek daha somut bir çerçeveye oturtulmaya çalışılacaktır. Tartışmanın merkezinde insan yer almakta olup, insanın doğası, tabiatı ve tarihselliği üzerine moderniteden kaynaklanan sorulara yanıt aranacaktır: İnsanın bir tabiatı var mıdır, yoksa yalnızca tarihin akışında şekillenen bir varoluşu mu söz konusudur? İnsanın tabiatı ve bu rehberlik serüveni, bireysel ve toplumsal beklentiler ile davranışların karşılıklı etkileşimiyle ortaya çıkan sonuçları belirlemektedir. Nihai tahlilde, insanlık tarihinin bu etkileşimlerin bir ürünü olduğu söylenebilir.

Bu perspektiften hareketle, insanın tabiatını şekillendiren unsurlar üçlü bir zincir olarak tasvir edilebilir. İlk olarak, insanın tabiatı, inanç sistemine göre “aşkın (yüce) bir ruhtan üflenen” bir öze karşılık gelen başlangıç noktası olarak tanımlanır ve bu, bireyin varoluşsal temelini oluşturur. İkinci olarak, bu tabiatın şekillendirdiği ve kendisinden etkilendiği içsel ve dışsal dinamikler, bireyin beklentileri ve kaygıları gibi temel motivasyonlar tarafından yönlendirilir. Üçüncü olarak, bu dinamiklerin bir tamamlayıcısı olarak davranışlar ortaya çıkar; bu davranışlar, alışkanlıkları, kültürel mirası ve öğrenilmiş bilgileri içermektedir. Sonuç olarak, bu zincirin çıktıları, dünyanın ve mevcut kapitalist iktisadi düzenin evrilme yönünü belirlemektedir. İnsan, bu sürecin en küçük yapı taşı olmasına rağmen, mikro düzeydeki etkileşimlerinin makro ölçekte sonuçlar doğurduğu göz ardı edilmemelidir.

Bu bağlamda, “eş anlılık” ve “etkileşim” kavramları kritik bir öneme sahiptir. İçinde yaşadığımız dünya, belirsizliklerle dolu bir evren olarak tanımlanabilir. Oyun teorisi merkezli veya çok boyutlu zaman algısı gibi yaklaşımlar, hayatın tek zamanlı bir oyundan ibaret olmadığını yalnızca yerküre ile sınırlı bir evrende göstermek bakımından son derece yarayışlıdır. Öte yandan inanç sistemimize göre, “bu dünya ve sonrası” şeklindeki anlayış, bu belirsizlik evreninde kapitalist düzenin devamına ve/ya sonrasında; değişim ve dönüşümün temel dinamiklerine dair soruları gündeme getirmektedir. Modern iktisadi düşünce ağacının klasik ve neoklasik dallarının yanı sıra alternatif teorik çerçevelerden istifade etmemiz pekâlâ mümkün. Bu bağlamda kurumsal iktisat düzleminde, bu soruları yanıtlamak için anahtar kavramlar araçsallaştırılarak analizler yapılabilir. Keza iktisat felsefesi, antropoloji ve sosyoloji alanlarından çalışmaların geçmişten bugüne sunduğu perspektifler, bu tartışmaya ışık tutmaktadır.

Toplumsal Dinamikler, Kurumlar ve Kapitalizmin Evrimi

Örneğin, İbn Haldun’un “asabiye” kavramı, toplulukları belirli bir dönem boyunca motive eden, bir araya getiren ve üretken nesiller ortaya çıkaran bir dinamik olarak değerlendirilebilir. İbn Haldun’un devrevi sistem anlayışı, toplumlarda yükseliş, durağanlık ve düşüş döngülerini öngörür. Düşüş aşamasında, ilmî ve fikrî üretim devam etse de söz konusu bu üretim toplumun genelinden koparak küçük bir zümrenin malı haline gelebilir. Bu durum, gerçeklikten kopuşu ve toplumsal sorunların (örneğin gelir dağılımı adaletsizliği) göz ardı edilmesini beraberinde getirir. Toplumun geniş kesimlerinden kopan bir elit tabaka, toplumsal hareketlerin dinamiklerini zayıflatabilir. Modern dönemde Batı’daki “evrimsel” (evolutionary) yaklaşımlar ise, Darwinist teorilerden ilhamla dönüşümselliği vurgular ve insanı anlamanın topyekûn bir çaba gerektirdiğini savunur.

Bu çaba, iktisatçıların genellikle statik veya kısmi denge analizleriyle yetindiği bir alanda daha derin bir sorgulamayı gerektirir. İnsanı, psikolojik motivasyonlar, çevresel etkiler, coğrafya, tarih ve kültürel rollerden bağımsız olarak ele almak, “fitne” olarak nitelendirilebilecek bir kopuşa yol açabilir. Bu bağlamda, mesela “gösterişçi tüketim” kavramı, semboller üzerinden elit tabakanın gerçeklikten uzaklaşmasını ifade ederken, takva kavramı bu eğilime bir karşı duruş olarak konumlandırılabilir. Gösterişçi tüketim, orta ve alt sınıfları rahatsız ederek toplumsal dinamikleri zedeleyebilir; bu durum, Batı’da devrimlerle, bizim coğrafyamızda ise iç karışıklık gibi gelişmelerle sonuçlanabilir. Tek tipleştirici göstergelere dayalı bu kopuşa karşı insan tabiatını, ona “eş anlı” tesir eden kurumsal yapılar ve çoklu faktör etkileşimi bir bütün olarak ele alınmalıdır.

Dünyanın ekonomikleşmesi, mevcut iktisadi düzenin bileşenlerini anlamayı gerektirir. Serbest piyasa ve fiyat mekanizması gibi unsurlar, zamandan ve topluluklardan bağımsız (ve rasyonel) gerçeklik alanları olarak kabul edilebilir. Ancak, kapitalizmin dünyayı ekonomikleştirmesi, normatif bir değer yargısı da içermektedir. Toplulukların asabiye ile dinamizm kazandığı bir ölçekte, artan ve azalan verimler kanunu işlerken, büyük toplulukların nispeten düşük maliyetle bir arada tutulabildiği gözlemlenir. Ancak, bu ölçek 15-20 milyonluk devasa şehirlere veya kolonyalizm ve küreselleşme dalgalarıyla şekillenen, milyarlarca insanın aynı kültürel örüntüleri paylaştığı bir yapıya evrildiğinde, yeni arayışlar ortaya çıkar. Kurumlar, bu arayışlara yanıt verebilecek bir araç olarak öne çıkar; ancak, “herkese uyan tek beden” (one size fits all) yaklaşımı burada geçerli değildir.

Kapitalizmin son iki yüz hatta biraz iddialı söylersek beş yüz yılı, insan mahiyetini anlamaktan giderek vazgeçilen ve insan davranışlarının kaynağı içsel/dışsal faktörlerin bütüncül ele alınmadığı bir belirsizlik dönemine işaret eder. Mesela, 2008 küresel finans krizi, “irrasyonel coşku” (irrational exuberance) olarak adlandırılan psikolojik motivasyonların rasyonaliteyi gölgelemesi bu belirsizliği somutlaştırır. Finansal kapitalizm, gerçeklikten kopuşu derinleştiren bir evre olarak eleştirilmelidir. İnsanın karanlık yüzü, iyiyi ve doğruyu bulmaya her zaman eğilimli olmayabilir; bu nedenle, tabiat ve rehberlik kavramları olmadan sorunlar büyür. Finansal kapitalizmin tek tipleştirme ve dönüştürme hevesi, hüsranla sonuçlanabilir.

Borç İlişkisi, Küreselleşme ve Alternatif İktisat Arayışları

Bu bağlamda, insanı, toplumu ve siyaseti tek biçimli hale getiren bir diğer unsurun “borç ilişkisi” olduğu öne sürülebilir. Borçlandırma, kapitalizmin sürdürülebilirliğini sağlayan temel mekanizmalardan biridir. Borçlu olma hissi, minnet duygusu yaratır ve zamanla rol model algısını şekillendirir. Bu edilgen ilişki biçimi, iktisadi davranışı ve rolleri, siyaset yapma pratiklerini, toplumu kurgulama biçimlerini ve dünyayı algılama şeklini dönüştürür. Borç ilişkisi, yalnızca iktisadi bir mesele olmaktan çıkarak toplumsal ve kültürel bir boyuta ulaşır.

Küreselleşmenin doğal unsurları (üretim, ticaret, paylaşım, kültürel etkileşim) insan fıtratında var olsa da kolonyal geçmiş ve metalaşma olmadan bu süreci tam manasıyla anlamak mümkün değildir. Kapitalizmin asabiye döneminden durağan bir evreye geçtiği ve düşüşün hızının belirsiz olduğu bir dönemde, bu dinamikleri anlama çabası ilmî çalışmalarla hızlandırılabilir. İslam iktisadı gibi alternatif yaklaşımlar, finansal kapitalizme bir itiraz olarak ortaya çıkmıştır. Bu itirazlar, Hint alt kıtasındaki sömürü veya Avrupa ile tarihsel bütünleşme gibi bölgesel bağlamlarla şekillenir. Heterodoks iktisat ve diğer çoğulcu yaklaşımlar, ana akım iktisadın kriz dönemlerindeki sorgulamalarını destekler.

Sonuç olarak, Türkiye’nin öznel tecrübesi, Hindistan, Ortadoğu, Batı ve Uzakdoğu gibi bölgelerle tarihsel ve güncel perspektifte birleştirildiğinde bizlere daha verimli bir tartışma zemini sunabilir. İnsanı ve toplumu anlamaya dönük bu bütüncül çaba, kapitalist düzenin geleceğini şekillendirecek ittifakların çoğalmasını gerektirir. Nihayet bu metin, belirsizlik evreninde ilerleyen bir dünyanın ekonomikleşmesini ve insan tabiatının bu süreçteki rolünü anlamaya yönelik yukarıda sözü edilen çabalara bir katkı sunmayı amaçlamaktadır.

 

Benzer İçerikler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir