Son on yılda, dünyadaki uluslararası düzenin siyasi krizi ve bunun temelinde fikri ve ahlaki krizle ilgili olarak dünyada pek çok akademik toplantıya katılma fırsatım oldu. Endonezya ve Hindistan’dan Japonya ve Çin’e uzanan geniş coğrafyadaki pek çok entelektüel ve akademisyen meslektaşlarım, haklı olarak, hala Batı denilen jeopolitik blokun siyasi, askeri ve ekonomik gücüne yaslanan dünya düzeninin ahlaki krizine karşı ABD ve Avrupa’nın siyasi ve fikir önderlerinin verdiği tepki konusunda hayal kırıklığı içindeler. Avrupa merkezli uluslararası düzenin adaletsizliği ve küresel Batı diye tanımlanan güç bloğunun ikiyüzlülüğü zaten 19.uncu yüzyıldaki ırkçı ve sömürgeci tecrübeden beri bilinen bir durum. Ama son 70 yılda insanlık bazı ahlaki ilerlemeye şahit olmalı diye düşünerken, Gazze’de yaşanan katliama verilen Batı dünyasındaki kayıtsız şartsız destek ve bunun Ukrayna’nın işgaline karşı gösterilen tepkiyle oluşturduğu tezat bütünü, evrensel anlamda herkesin eşit hakka sahip olduğu bir insanlık vizyonunun parçalanmış durumda olduğunu iyice netleştirmiş oldu. Dünyanın her tarafında, pek çok insan bu adaletsiz ve ahlaki zaaf içinde dünya ve insanlığın durumunun nasıl aşılabileceğini sorgulamakta.
Medeniyet Eleştirisi ve Tanzimat Neslinin Mirası
Küresel Batı diye adlandırılan Avrupa ve ABD bölgesi dışında, Asya ve Afrika’daki pek çok toplum, kendi medeniyetlerinin modern dünyanın hastalıklarını tedavi edebilecek, iyileştirebilecek bir alternatif değer sunduğuna inanmaktadır. Bu durum, özellikle kendini manevi bir Doğu medeniyetinin parçası olarak gören Müslüman, Çin, Hint veya Budist toplumlarda görülmektedir. Ancak burada önemli bir nokta var: Batı’nın gerilediği ve İslam’ın ya da Çin’in çözüm olacağına dair düşünceler, sıklıkla Doğu-Batı ayrımında yatan bir ikili mantık tuzağına sıkışmaktır. Batının maddiyatçı ve saldırgan medeniyetine alternatif olarak manevi ve ahlaki bir doğu medeniyeti vizyonu önerenler, bu sefer de son iki yüzyıl içindeki Batılılaşma ile Asya ve Afrika toplumlarının güçlenebileceğine inanan siyasetçileri ve düşünürleri, Batı’nın göz kamaştırıcı sahte medeniyeti tarafından kandırılmakta ve kendi halklarını kandırmakla suçlayıp, batılılaşmayı bir ihanet olarak görme eğilimindeler. Örneğin, Tanzimat dönemi sonrasında Müslüman dünyasının gerilediğine inanan siyasi elitler pek çok ıslahata girişmişti. Şimdi ise, aslında Tanzimat sonrası düşünürlerin iddia ettiği gibi bir Müslüman dünyasında “gerileme” olmadığını düşünenler, yeni bir gerileme tezi ortaya atmakta ve bu sefer modernleşme ve kısmen batılılaşma ile Müslüman toplumları acziyetten kurtaracağını düşünen daha önceki nesilleri bilakis İslam dünyasında fikri ve manevi gerilemeye yol açmakla suçluyorlar. 19. yüzyılda Tanzimat’tan itibaren Oryantalist tezlere inanıp kandırılan Müslüman düşünürler, gerileme içinde olduklarına inanıp Batı’yı kopyalamaya çalıştılar ve asıl bu Batılılaşma süreci Müslümanların ahlaken çözülüp gerilemelerine yol açan süreci başlattı tezi oldukça cazip bir fikri eğilim haline gelmiş bulunuyor.
Bu fikri savunanlar, “Batılılaşma ya da taklitçi zihniyet, bu süreçte kendi kimliğimizi kaybetmemize neden oldu. Batıyı kopyalayıp taklit ederek kendi algımızı ve kimliğimizi kaybetmek, başarısızlığa yol açtı. Bu yüzden “kendi özümüze dönmeliyiz”” tezini ön plana çıkartmakta, ve bunu düşünsel dekolonizasyonun gerekliliği olarak sunmaktadırlar.
Ancak burada önemli bir husus göz ardı ediliyor: Tanzimat sonrası ıslahatı savunan düşünürler, bunu kendi medeniyetlerine ihanet ve başka medeniyete ihtida olarak görmedikleri gibi, insanlık için ortak bir dünya medeniyetinin varlığına inanıyorlardı. Bugün çok yaygınlık kazanan “Batılaşma ihaneti” tezine temel olan medeniyetçilik kavramını tarihi olarak sorgulamamız gerekiyor. Tarihsel olarak bakıldığında, farklı medeniyetlerin birbirinden tamamen bağımsız olduğu fikri doğru değildir. Müslümanlar tarih içinde hiç bir zaman, sadece “Müslüman medeniyeti” diye adlandırabileceğimiz, diğer toplumlardan kopuk bir evren içinde yaşamamışlardır.
Doğu-Batı Sentezi: Aydınlanmanın Ortak Kökleri
Namık Kemal, Mehmet Akif Ersoy ve Muhammed İkbal gibi isimlerden oluşan neslin başardığı en önemli şeylerden biri, modern İslam düşüncesinin temelini atmaktır. Bu nesil, küresel anlamda bir aydınlanmanın da temelini oluşturmuştur. Mustafa Reşit Paşa’dan Namık Kemal’e ve Jön Türklere kadar uzanan bu kişiler, inanılmaz derecede hümanist insanlardı. Bugün “küresel aydınlanma” dediğimiz kavramın inşasında önemli roller üstlendiler.
- yüzyıldaki Avrupa aydınlanmasının kökeninin sadece Avrupa’ya ait olmadığına inanıyorlardı ve bunda haklıydılar. 19.uncu yüzyıl sonunda, “Modern Avrupalılar bizim fikirlerimizi çaldı” diyen ıslahatçı Müslümanlar, modern tarihçilerin araştırmalarına bakarsa, pek çok açıdan gerçeği söylüyorlardı. Avrupa’da modernliğin göstergesi sayılan eğitimli, liyakate dayanan bürokrasi ile yönetilen devlet anlayışı, dini tolerans ve rasyonalite gibi pek çok fikir, Avrupalı düşünürler arasında, Avrupa dışındaki Osmanlı, Hint veya Çin gibi toplumlar hakkında yapılan gözlemlerden esinlenerek gelişmiştir. Yani 18 inci yüzyıl Avrupa aydınlanması, Avrupa dışındaki kökleri olmadan anlaşılamaz. Daha da önemlisi, küresel bir aydınlanmanın 19. yüzyılda Avrupa dışında başladığını söylemek mümkündür. Avrupa dışındaki toplumlar, kısmen Avrupa’nın ırkçılığına ve sömürgeciliğine karşı isyan ederken, eşitlik ve özgürlük gibi kavramları İslami (veya Hindu ya da Budist) geleneklerle harmanlamış ve yeni bir medeniyet yaklaşımı oluşturmuşlardır.
İslam, değişik zaman ve bölgelerde farklı şekillerde yorumlanan bir dini gelenektir. 19.uncu yüzyılda ise, Batılıların evrensel olarak insanlığa sunduğu değerlerin aslında İslam’ın insani değerlerinden alınmış olduğunu düşünen yeni bir ıslahatçı Müslüman düşünce geleneği gelişecektir. Buradaki önemli nokta şu: Yirminci yüzyılın sonlarında, yeni bir İslami medeniyet vizyonu yeniden oluştururken, Namık Kemal gibi düşünürlerle özdeşleştirilen Tanzimat dönemi Müslüman aydınlarının İslami gelenekle Aydınlanma düşüncesini meczetme konusundaki başarılarını göz ardı etmek büyük bir haksızlık olur. Bu düşünürler, İslam geleneklerinin dünyadaki en başarılı medeniyetle uyumlu olduğunu göstermek için büyük çaba sarf ettiler.
Son iki yüzyılda müslümanlar arasında değişik medeniyet ve insanlık anlayışlarının nasıl dönüştüğünü anlamak; eski ve yeni medeniyet anlayışları arasındaki farkı görmek için şu örneği verebiliriz:
Osmanlı yöneticileri, 1820’lerdeki Yunan isyanı ile karşılaşıp en sonunda Yunanistan’ın bağımsızlığı tanımak zorunda kaldıklarında, eski İbn Halduncu medeniyet anlayışına göre “Osmanlılar Yunanlılara karşı kaybetti, çünkü Osmanlılar daha medeniydi, rahata alışıp, şehirleşme ve lüks içinde eski asabiyetlerini kaybettiler, Yunanlılar ise bedeviler gibi asabiyet ruhunu korudu” denirdi. Ama Mustafa Reşit Paşa’ın ilan ettiği Tanzimat Fermanı ile sembolleşen ve Avrupa kamuoyunda Yunanistan’a destek vermeyi meşrulaştıracak yeni ilerlemeci medeniyet anlayışına göre ise “Osmanlılar yarı medeniydi, Yunanlılar ise Avrupa medeniyetinin beşiği olduğu için Avrupa medeniyetine daha yakındı” tezi daha fazla dillendirilmiş oldu.
Namık Kemal ile Muhammed İkbal arasındaki Müslüman düşünürler, İslam dini ile modern evrensel medeniyetin uyumlu olduğuna inandıkları gibi, İslam düşüncesini aydınlanma düşüncesi ışığında yeniden tefsir etmişlerdi. O dönemde onlar için en büyük siyasi mesele, Avrupa sömürgecilerinin Müslümanları geri ve fanatik bir dine ve medeniyete ait olarak göstermesi ve bu söylem ile onların haklarını ve adalet taleplerini reddetmesiydi. Onun için çağdaş İslam düşüncesi sürekli Oryantalizmin İslam düşmanı tezleriyle cedelleşerek gelişti. Namık Kemal’in ifadesiyle “Avrupa, Şark’ı bilmez” teşhisini, hemen ardından “Avrupa’ya Müslümanların ve Şarkın ruhen ve dinen akılcı ve medeni olduğun göstermeliyiz” kanaati takip etmekteydi. Geriye dönüp baktığımızda, Namık Kemal sonrası Müslüman neslin ve onun Hindu, Çinli ya da Budist akranlarının, Avrupa ırkçılığı ve Oryantalizmi karşısında entelektüel tartışmaları kazandığını söyleyebiliriz. Zira 1950’lere gelindiğinde, Arapların, Hinduların, Çinlilerin veya Japonların geri bir medeniyete ve dine ait olduğu tezi Avrupalıları ikna etmiyordu ve bu teze bağlı olarak Asya ve Afrika halkları bağımsızlığı ve özgürlüğü hak etmiyor tezine kimse inanmıyordu. Türkiye’nin İstiklal Marşı’ndaki “Hakkıdır Hakka Tapan Milletimin İstiklal” ibaresi, modern İslam düşüncesinde oryantalizm ve ırkçılık karşıtı tezlerin siyasi anlamını çok iyi göstermektedir, zira orada “Müslümanlar geri bir medeniyet ve din olduğu için Hristiyan Yunanlılarla eşit haklara sahip olamazlar, onun için Anadolu’yu Yunanistan yönetmeli” gibi siyasi tezlere cevap mevcuttu.
Müslüman düşünürler ile Asya’daki Müslüman olmayan düşünürler, Oryantalizme ve Avrupa ırkçılığına cevap verirken bu süreçte, gayri ihtiyari olarak dünyayı medeniyet temelli veya din temelli bir şekilde bölümlere ayırdılar. Avrupalılar “İslam veya Hint medeniyeti düşük ve geri kalmış bir medeniyettir” dediğinde, ona cevap verirken, İslam ve Hint medeniyeti de Batı medeniyeti kadar ilerlemeci ve akılcıdır; üstelik Batı medeniyetinden daha ahlaki ve insanidir tezi, Hindistan gibi ülkelerde milliyetçi hareketlerin temel argümanlarından birisi haline gelecektir.
Şunu da belirtmek gerekir ki, Batı medeniyetinin oryantalist saldırgan tavırları karşısında, Müslüman düşünürlerin geliştirdiği pek çok tez, Budistler ve Hindular tarafından da ileri sürülecektir. İttihad-ı İslam düşüncesinin, ittihadı Asya veya Afrika birliği tezlerinden tek farkı, belki de halifelik gibi bazı özel kurumlardır. Ancak genel olarak medeniyet düşüncesi arasında büyük benzerlikler bulunmaktadır. Namık Kemal’in İslami medeniyetten bahsettiği dönemde, Hint ve Asya medeniyetleri de aynı tartışmaların içinde yer almıştır.
Küresel düşünce tarihinde, 1870’ler ile 1940’ler arasındaki dönemde, Avrupa sömürgeciliğine karşı fikri bir uyanış ve direniş geliştiren Avrupalı olmayan bu entelektüel neslin geliştirdikleri tesirli tezlerden birisi, başarılı bir Doğu-Batı sentezi fikri ile kurdukları hümanizmdir. Onların ortak tezine göre, “İnsanlığın ilerlemesi” ve bu süreçte Batının adalesiz hegemonyasından kurtulması için Doğu-Batı sentezi yapılarak, Avrupa’nın materyal başarıları ile Doğu toplumlarının ahlaki ilkelerini birleştirmek gerecektir. Muhammed İkbal, Gandi ve Asya’daki düşünürlerin tekrarladığı tez şuydu: Avrupa birtakım başarılar elde etmiştir; ancak Avrupa, ahlaki ve manevi zafiyetleri sebebiyle sömürgecilik, kölelik gibi uygulamalara başvurmuştur. Avrupa’yı bu hastalıklı halinden, Asya, İslam alemi veya Afrika’nın manevi değerleri çıkarabilir teziyle “Batı medeniyetinin sadece iyi yönlerini alarak, Doğu ve Batı’nın en iyi unsurlarını sentezleyelim,” demişlerdir. Bu tez çerçevesinde, İslam ve Batı sentezine ek olarak, Hinduizm ve Budizm ile Batı maddiyatçı medeniyetinin sentezi gibi tezler, Doğu-Batı medeniyetler ittifakı düşüncesini canlı tutacaktır. Bu dönemde, Hazreti Muhammed ile birlikte, örneğin Buda da bir filozof olarak yorumlanmaya ve anlaşılmaya başlanmıştır. Hazreti Muhammed veya Buda biyografileri, onları Hazreti İsa gibi diğer peygamberlere değil, Sokrates, Kant ve hatta Marx gibi filozoflara da bir alternatif kişi olarak ön plana çıkmıştır. Böylece, Doğu-Batı sentezi Hinduizm, Budizm ve İslam ile ilişkilendirilmiştir.
Bugünün Krizi: Medeniyetçilik Tuzağı ve Evrensel Dayanışma
Çin Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Sun Yat-Sen’in 1924’de yaptığı Asya’nın birliği ile ilgili bir konuşmada yaptığı şu tespiti alıntılamak istiyorum: “Asya toplumları, Avrupa karşısında hak kararken ahlaki tezleri ve haklılıklarının gücüne inanıyordu, ama şunu da gördük ki hakikati dile getirmek, ahlaki ilkelerle eşit haklar ve adalet aramak, Asya toplumlarının bağımsızlığı için yeterli olmuyor. Asyalıların şimdi ihtiyaç duyduğu şey, haklı taleplerini ve ahlaki ilkelerini askeri ve siyasi güçle desteklemek olmalıdır.” Bu yüzden, Sun Yat-Sen, kurtuluş savaşını yeni tamamlayıp, Lozan’da egemenliği kazanan Türkiye ile modernleşme konusunda başarılı olan Japonya’yı takdir ettiğini söylemiştir. Bu konuşmanın yapıldığı 1924 yılının hemen ardından Türkiye’nin, kendisine hayran olan Asya kıtası ilişkisinde çelişkili bir durum görülecektir. Türkiye, en başarılı olduğu 1920’lerin ortasında, Asya’ya sırtını dönmüştür. O dönemde Türkiye, Avrupalı olmaya çalışmaktaydı ve Batılılaşma projesi ile beraber Müslüman dünyası ve Asya ile bağlarını zayıflatmıştı.
Sun Yat-Sen’ın konuşmasını yaptığı 1924 yılından sonraki 50 yıl içerisinde, bazı istisnalar olsada tüm Asya ve Afrika kıtası Avrupa sömürge hakimiyetinden kurtulup özgürlüğünü kazanacaktır. Ancak bu 50 yıllık dekolonizasyon süreci içinde başka çelişkiler ve trajediler de görülecektir. Sömürgeleştirilmiş halklar, dünyayı ahlaki argümanlarla değiştirmeye çalıştılar; ancak zamanla, konuşarak hak iddia edilip kazanılamayacağını, eşit haklara sahip olmak için güç kazanmak gerektiğini gördüler. Bugün Gazze konusundan da aynı durumdan bahsediyoruz. Filistinliler ne kadar haklı olsalar da haklı davalarını dile getirerek özgürlüklerini kazanamıyorlar. 20. yüzyıl boyunca, Avrupa ve Amerika’nın zorbalığına maruz kalan toplumlar, öncelikle uluslararası hukuk ve ahlaki prensipler çerçevesinde dünyayı değiştirme konsepti ön plana çıkarmıştı. Osmanlı’nın da yaklaşımlarından biri buydu ve ikinci Abdülhamid uluslararası hukuka dayanarak Osmanlı’nın haklarını ve egemenliğini savunmaya çalıştı. Ancak Enver Paşa nesli, birinci dünya savaşı arefesine gelindiğinde, Abdülhamid ve Tanzimat döneminin uluslararası hukuka referans yapan diplomatik hak arama çabalarını yeterli görmeyip, ancak askeri güç ve savaş ile hak kazanılabileceğini inanmaya başladılar. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuran nesil ve hatta Atatürk’de, Osmanlı Tanzimat dönemi stratejisini “monşer diplomasisi” diye eleştirip, bunun Osmanlı’nın haklarını koruyamadığını ve onun yerine jeopolitik ittifaklar ve askeri güçle ülkeyi kurtarabileceğini düşüneceklerdir.
İkinci trajedi ise şudur: 1930’lu yıllara kadar İslam, Hint ve Asya medeniyetleri kardeş olarak görülmekteydi. Tüm Asya ve Afrika’da farklı dinlere ve kültürlere sahip olan halklar, Avrupa kolonyalizmine ve sömürgeciliğine karşı dayanışma içinde bir arada duran taraflar olarak kabul edilmekteydiler. Asya ve Afrika siyasi liderlerinin ana tezi, “Avrupalılar saldırgan, biz doğulular ise onlar gibi değiliz, barışçıyız” şeklindeydi. Bunun güzel örneklerinden biri, Gandhi’nin Hilafet Hareketi ile dostluğudur. Gandhi, bir Hindu olarak Hilafet Hareketi’nin bir parçası olmuştur. Bir diğer örnek ise Burma’nın lideridir. Kendisi Budist olmasına rağmen Müslümanlarla çok iyi ilişkiler içindeydi. Ancak zamanla, bu ülkeler bağımsızlaştıkça ve medeniyetler daha parçalanmış hale geldikçe, bu birlik bozulmaya başladı. Hintliler, Budistler ve Müslümanlar arasında ayrışmalar yaşandı. “Biz Hindular, Budistler ve Müslümanlar olarak Avrupalılara karşı biriz,” düşüncesi değişti. Örneğin, Burma’da daha sonra Müslümanlar hedef alındı. Hindistan’da Gandhi’den sonra Müslümanlar bu birlik anlayışının dışında tutulmaya başlandı. Böylece, Avrupa’nın sömürge hakimiyetinden kurtulurken, Asya birliğini korumak yerine, daha fazla parçalanıp bölünmüş oldu.
Bu noktada önemli bir husus da şudur: Bugün tartışılan pek çok fikrin kökeninde René Guénon ve Henry Corbin gibi düşünürlerin medeniyetler sentezi fikrini reddedip, doğu medeniyetini tamamen Batı medeniyetinden arındırıp kurtarmak gerektiği şeklindeki teorilerinin izleri bulunabilir. 1970’lerden sonra, zamanla Asya ve Afrika’daki düşünürler, bağımsızlıkları esnasında faydalandıkları Batılılaşma ve modernleşme tezlerinin bir tür düşüncel kolonileşme olduğunu düşünmeye başladılar. “Doğu-Batı sentezi yanlış bir fikirdi çünkü Batı zehirlidir. Eğer bir medeniyet sentezi yaparsanız ve bunu içine zehirli Batı’yı katarsanız, tüm sentez zehirlenmiş olur,” şeklinde bir görüş ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, “En iyisi Batı’dan tamamen kurtulmak ve İslam, Budizm ya da Hindu medeniyetine asli ve otantik değerlerine odaklanmaktır,” denmiştir. Bu fikre katılabilir ya da karşı çıkabilirsiniz. Malum Sezai Karakoç’un popülerleştirdiği “diriliş tezi” de mümkün olduğunca Batı medeniyetinin zehirli izlerinden kurtulup, İslam medeniyetini köklerinden canlandırmayı ön plana çıkmaktaydı.
Bugün Türkiye’de ve dünyanın pek çok yerinde, Avrupa’nın fikri sömürgeciliğinden Batılı olmayan toplumların zihinlerini kurtarmak için, Doğu-Batı sentezi fikri yanlış görülmekte ve her toplumun kendi medeniyetinin aslına ve özümüze dönmenin gerekliliği savunulmaktadır. Avrupa yıllarca eğimi alan birinin, ülkesine döndüğünde, tabiri caizse “Türk hamamına gidip kendimizi yıkayıp temizleyelim ve Batı’nın kirini atıp, içimize dönelim, özümüze dönelim,” düşüncesi vurgulanmaktadır. Japonya, Asya ve Hindistan’da Budizm eksenli olarak da benzer söylemler mevcuttur.
İşte tam da bu noktada, Batı’dan gelen her şeyi reddedip, kendi medeniyetin özüne dönmek, 200 yıllık Osmanlı, İslam ve Asya düşünce geleneğine haksızlık etmiş olmaktır. Mustafa Reşit Paşa’dan tutup, Muhammed Abduh ve Mehmet Akif’e kadar uzanan pek çok düşünür, Batı medeniyetinden öğreneceklerimiz var diye inandıkları için hatalı bulunmaktadır.
Medeniyet tezini ve tahayyülünü, adil bir gelecek oluşturma bağlamında ele almalıyız. 1960’lı yıllara kadar Asyalılar veya Müslümanlar, Batı taklidi yapmadılar. Daha çok Batı’nın beğendikleri ve kendi değerleriyle uyumlu gördükleri aydınlanma dönemi fikirlerini alıp, Batı’ya karşı verdikleri mücadelede bunu kullandılar. Namık Kemal’in nesliyle başlayan bu süreç, 1970’lere kadar devam etti. Örneğin, Filistin halkının haklı mücadelesi, Avrupa ve Amerika’daki ahlaklı insanların desteğiyle, evrensel ilkeler çerçevesinde gerçekleşti. İsrail ve destekçileri bir medeniyet çatışması tezine yaslanıp, Filistinlileri Batı medeniyetinin düşmanı ilan ederken, Filistinliler kendi evrensel ilkelerini doğu-batı ayrımı yapmadan herkesin paylaşabileceği bir değerler kümesi olarak sundular. Tam da bu noktada, Avrupa ve ABD’nin Filistin karşısındaki ahlaksız tutumuna bakıp “Batı medeniyeti ikiyüzlü bile değil, hiçbir zaman iyi yüzü olmadı. Bunun için Avrupa ve Batı’nın tüm değerlerini terk etmeliyiz” tezi yanlış olup, kısmen İsrail’in istediği bir medeniyet çatışması tezine yol açacaktır.
Bir tarihçi olarak şunu tavsiye edebilirim: Kolonyalizm veya bugün dünyadaki adaletsizlik konusunu ele alırken, medeniyetçilik tuzağına düşmemeye dikkat etmeliyiz. Dünyadaki sorunların pek çoğunda, askeri ve siyasi güce sahip olan Avrupa ve ABD’nin tabii ki sorumluluğu büyüktür ama yeni bir dünya kurarken, kendimizi tamamen dünyadan izole edecek bir medeniyetçi izolasyon içine girmek ve her toplum kendi medeniyetinin aslına dönüp ihya ederse dünyayı Batı’nın zihinsel sömürgeciliğinden kurtarabiliriz tezine sarılmak hatalı olacaktır. Bu tez, her toplumu Avrupa karşısında yalnızlaştırıp, Müslüman, Hindu ve Budist toplumları arasında duvarlar öreceği için sömürge karşıtı enternasyonalist dayanışma ruhunu da zayıflatacaktır.
