Bir bireyin belirli bir kimlik kazanması, takip ettiği metotlarla ilişkilidir. Örneğin, bir Marksisti Marksist yapan nedir? Marksizmi tanımlayan temel unsur, ekonomi, tarih ve sosyoloji bağlamında belirli prensiplerin uygulanmasıdır. Karl Marx’ın “Das Kapital” adlı eseri, bu kimliği kazandıran temel yapı taşlarından biridir; bu metotları izleyen bir birey, Marksist olarak tanımlanır. Benzer şekilde, fenomenoloji, gerçekliği ve toplumu anlamak için bir metot olarak kullanıldığında, bu yöntemi takip eden birey fenomenolojist kimliğini kazanır. Bu bağlamda, entelektüeller ve akademisyenler de belirli metotları benimseyerek unvanlarını elde ederler.
Peki, ulemayı ulema yapan metot nedir? Ulemanın kimliğini kazandıran temel yöntem, usul-i fıkıh olarak öne çıkar. Usul-i fıkıh, bir mantık ve akıl yürütme sistemi olarak işlev görür ve bu metodu uygulayan birey, alim sıfatını kazanır. Tıpkı Marksizm veya fenomenolojide olduğu gibi, ulemanın kimliği de belirli bir metodolojiye dayanır. Bu ayrım, mantık yürütme yöntemleri ve metotlar üzerinden yapılır: Kim alimdir, kim akademisyendir sorusu, bu metotlara bakılarak yanıtlanır.
Kurumsal Ayrışma
Esat Hoca’nın belirttiği üzere, her entelektüel gelenek, kendine özgü metinleri, metotları ve kurumlarıyla şekillenir. Ulema için bu kurum medrese, arif için tekke veya zaviye, akademisyen için ise üniversitedir. Entelektüeller ise belirli bir kuruma bağlı olmaksızın, kendi kendilerini yetiştiren bireyler olarak tanımlanabilir.
Ulemanın geleneği, yüzyıllardır icazet sistemiyle devam eden bir yapıdır. Arifler, mürşitlik derecesini tekke veya zaviyeden alır; akademisyenler ise yaklaşık 200 yıllık bir geçmişe sahip üniversite sistemi içinde yetişir. Üniversitenin erken versiyonları geçmişte mevcut olsa da ulema ve ariflerden farklı bir gelişim seyri izlemiştir. Entelektüellerin geleneği ise belirsizdir; net bir kurumsal yapı veya metot tanımlanamaz. Ulemayı yetiştiren metot “talim”, akademisyeni yetiştiren metot akademik eğitimdir; entelektüeller için ise belirli bir eğitim metodu bulunmamaktadır.
Kimliklerin belgelenmesi de bu ayrımı pekiştirir. Bir alimin alimliği, icazet-i ilmiye ile belgelenir; bir arifin statüsü, şeyhinden aldığı icazetle tasdiklenir; akademisyenin kimliği ise doktorasıyla doğrulanır. Entelektüelin ise resmi bir belgesi yoktur; kendini belirli davranış biçimleriyle kanıtlar ve otorite tarafından yetkilendirilmez. Belgeleyen otorite, alim için hocası, arif için mürşidi, akademisyen için üniversitedir; entelektüel için ise böyle bir otorite mevcut değildir. İnanç ve uygulama arasındaki ilişki de farklılık gösterir: Alim ve arif, İslam’a inanmak ve onu uygulamak zorundadır; ancak akademisyen ve entelektüel, çalıştıkları konuları inanmak veya uygulamakla yükümlü değildir. Örneğin, bir oryantalist İslam’ı inceleyebilir ancak İslam’a inanmak veya uymak zorunda değildir.
Sosyal roller açısından, alimin görevleri nettir: Tedris (eğitim), fetva verme, irşat ve emr-i bil maruf (iyiliği emretme). Arifin rolü, ruhani temizlenme ve ahlaki eğitimdir. Akademisyenin rolü ise ders verme, eğitim ve araştırmadır. Entelektüelin rolü ise kamuoyu fikirlerini etkilemektir; ancak entelektüel, bazen alim, bazen arif, bazen akademisyen gibi davranabilir, fakat bunların hiçbiri değildir. Bu rol çalma davranışı, entelektüelin belirsiz kimliğini yansıtır.
Yakın tarihe bakıldığında, modernizasyon ve batılılaşma süreçleri, ulema, arifler ve akademisyenler arasında bir geçiş dönemi yaratmıştır. Bu süreç, 19. yüzyıldan itibaren Tanzimat dönemiyle başlayıp Cumhuriyet dönemine kadar uzanan bir modern proje olarak tanımlanabilir. Bu proje, alimleri ve arifleri ortadan kaldırarak yerlerine laik akademisyenler ve entelektüeller getirmeyi amaçlamıştır. Son Osmanlı döneminde modernleşen kurumlar, İslami bakış açısını korumaya çalışsa da, yapısal değişim kaçınılmazdı. Örneğin, medreseler yerine üniversiteler kurulmuş; icazet sistemi birebir eğitimle sürdürülürken, yeni sistemde diploma kurumsal bir otorite tarafından verilmeye başlanmıştır.
Cumhuriyet döneminde, 1924’te medreseler ve tekkeler kapatılmış, eğitimde laikleşme süreci hızlanmıştır. Osmanlı’da kurulan Darülfünun, 1933’te kapatılarak yerine laik prensiplere dayalı yeni bir üniversite açılmıştır. Bu proje, alimleri ve arifleri laik akademisyenler ve entelektüellerle değiştirme hedefini gütmüştür. Ancak bu proje tam anlamıyla başarılı olamamıştır. Günümüzde, alim gibi davranan akademisyenler, akademisyen gibi davranan alimler ve arifler gibi davranan entelektüeller bulunmaktadır. Mantık yürütme metotları da bu karmaşa içinde birbirine karışmıştır. Bu durum, tutarlı ve kapsamlı bir fikir üretimini zorlaştırmaktadır. Marksistler gibi belirli metotları takip eden gruplar fikir üretiminde başarılıyken, metotların karışması bu kapasiteyi sınırlamaktadır. Kimlik karmaşası, büyük düşünürler yetiştirme ve bütüncül fikirler üretme zorluğunu beraberinde getirmiştir.
Alimliği Yeniden İnşa
Alimin toplumsal rolü açıkça tanımlıdır: Tedris, fetva, irşat ve emr-i bil maruf. Eğitim süreci ve mantık metotları da nettir. Alim yetiştirmeyi amaçlayan kurumlar, bu rolü üstlenecek bireylerin müfredatını buna göre düzenlemelidir. Aksi takdirde, neyi eğittiği ve mezunun ne yapacağı belirsiz kalır. Örneğin, bir mühendis yetiştirirken hedef nettir: Mezun, belirli bir rolü yerine getirmek üzere eğitilir. Alim için de aynı netlik gereklidir. Eğitim sistemi, “Nasıl bir alim yetiştirmek istiyoruz?” sorusuna yanıt vermelidir. Öğrenci profili ve mezun modeli belirlenerek müfredat buna göre tasarlanmalıdır. Bu, tersine mühendislik gibidir: Bir fabrika kurarken önce ürün belirlenir, ardından üretim süreci tasarlanır. Alim yetiştirme sürecinde de, hedeflenen alim modeli netleştirilmeli ve eğitim buna göre şekillendirilmelidir.
Tanzimat sonrası ve 20. yüzyıl başlarında çalışan alimler, mevcut rol modellerinden ilham almıştır. Batılılaşma, modernite, bilim-din ilişkisi, ateizm gibi sorularla karşılaşan bu alimler, klasik ulemanın izinden gitmiştir. Günümüzde de rol modeller mevcuttur. Alim, herhangi bir alanda—tıp, coğrafya, tarih, kimya—İslami perspektifi uygulayan birey olarak tanımlanabilir. İlim, İslam’da evrensel bir kavramdır; kimya, felsefe, tarih, edebiyat, fıkıh ve tasavvuf ilim kapsamındadır. Alimi yalnızca dini hocalarla sınırlamak, disiplinleri dini ve dini olmayan şeklinde ayırarak seküler bir yaklaşıma yol açar. Oysa alim, çalıştığı alana İslami metodolojiyi uygulayan kişidir ve bu tanım, tarihsel geleneğimizle uyumludur.
Alim, aynı zamanda muallimdir; bilgisini toplumla paylaşır, rehberlik eder ve liderlik yapar. “Verisetü’l Enbiya” (peygamberlerin varisleri) kavramı, alimin rolünü netleştirir. Hz. Peygamber gibi, alim toplumun tüm kesimlerine—genç, yaşlı, zengin, fakir, eğitimli, eğitimsiz—hitap eder. İrşat ve ruhani rehberlik sunar, emr-i bil maruf görevini yerine getirir. Çağdaş alim, İslami perspektifi modern bilgi birikimiyle birleştirir. Bu, çoklu bir metodoloji gerektirir; “merâtibü’lusûl (çok katmanlı yöntem)” metodu, Hz. Peygamber’in talim (eğitim) ve tezkiye (ruhani arınma) yöntemlerinden türetilmiştir. Alim, bu metotlarla kendini diğer gruplardan ayrıştırır.
Alim, her zaman “ihya” (canlandırma) ve “tecid” (yenileme) içindedir. İbn Haldun’un “Toplumun değişmeyen kuralı değişimdir” sözünden hareketle, alim, değişen koşullarda İslam’ın uygulanmasını gösterir. Osmanlı çöküşünden itibaren İslam’da gerileme olduğu anlatısı, modernistler tarafından empoze edilmiş bir dogmadır; ancak önde gelen tarihçiler bu görüşü reddetmektedir. Alim, edep ve ahlakla tanımlanır; bu özellikler olmadan alim olunamaz. Akademik ve bilimsel çalışmalarını kariyer değil, ibadet amacıyla yapar; azim ve takva ile hareket eder. Bu, alimi avamdan ayırır. Alim, fetva taleplerine kolayca yanıt verir; ancak kendi uygulamaları yüksek standartlardadır. Bu nedenle, “Alimin yaptığını yapma, dediğini yap” denir.
Çağdaş alimlerin bu rolleri üstlenebilmesi için eğitim sistemleri buna göre düzenlenmelidir. Alimlerin Arapça, İslami disiplinler ve çalıştıkları alanda köklü bir perspektife sahip olması gereklidir. Gelenek, “geçmişin küllerine tutunmak” değil, “ateşi sürekli yanar tutmak” olarak tanımlanmalıdır. Etik, ahlak, toplum ve evrensellik, alim yetiştirmenin temel taşlarıdır. Günümüzde ulema yetiştirmeye odaklanan bir kurum bulunmamaktadır; mevcut sistemler akademisyen odaklıdır. Ancak İbn Haldun ve Elmalılı Hamdi Yazır gibi rol modeller, bu hedefe ilham verebilir.