Batı, Doğu ve Kamu Diplomasisi
Devletlerin kurumları aracılığıyla bir başka ülke halkı üzerinde kendi menfaatleri doğrultusunda çeşitli mekanizmalarla yürüttüğü algı ve yönlendirme faaliyetleri şeklinde tanımlayabileceğimiz kamu diplomasisi uluslararası ilişkiler teorisinin önemli enstrümanlarından biridir. Kamu diplomasisi, modern diplomasi ve uluslararası ilişkiler dünyası tarafından kavramsal olarak 2. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkmış ve 11 Eylül saldırıları sonrası pratiklik kazanmış şeklinde kabul edilse de bu teori beni tatmin etmekten oldukça uzaktır.
Öncelikle altı önemle çizilmesi gereken bir gerçek varsa o da kamu diplomasisi gerçeğinin bir Batı değil Doğu yani İslam medeniyeti ürünü olduğu gerçeğidir. İslam toplumları müspet kamu diplomasisi faaliyetleri ile emrolunmuş toplumlardır.
“Emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i anil münker” İslam dininin temel kamu diplomasisi düsturlarından biridir ve Kur’an-ı Kerim birçok ayette emir kipiyle muhataplarına bu sorumluluğu yükler;
“Ey mü’minler! İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü yasaklayan seçkin bir topluluk bulunsun. İşte onlar, doğru ve kalıcı yatırım yapıp kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Âl-i İmrân Sûresi 104. Ayet)
“Müminlerin erkekleri de kadınları da birbirlerinin Velîleridir; iyiliği teşvik eder, kötülükten alıkoyarlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resulüne itaat ederler. İşte onları Allah merhametiyle kuşatacaktır. Kuşkusuz Allah mutlak güç ve hikmet sahibidir.” (Tevbe Sûresi 71. Ayet)
“Sizden önceki nesillerden, akıl ve idrak sahibi kimselerin, yeryüzünde insanları bozgunculuk yapmaktan engellemeleri gerekmez miydi? Fakat onlar arasından, ancak kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı. Varoluş gayesine aykırı davrananlar ise, kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar da, günaha gömülüp gittiler.” (Hûd Sûresi 116. Ayet)
Yukarıdaki ayetlerde geçen “Emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i anil münker” düsturu günümüzde kamu diplomasisi şeklinde tanımlanan sınır içi ve ötesi müspet ve yumuşak diplomasi hareketlerinin en özgün ve en seçkin tanımıdır.
Dolayısıyla bugün sadece menfaati ve sömürüyü merkez olan Batı menşeili menfi ve sömürü merkezli kamu diplomasisi algısı İslam Medeniyetinin ortaya koymuş olduğu paylaşımı ve barışı merkez alan Emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i anil münker hareketinin bir bakıma tahrif edilmiş halidir. Osmanlı devleti “Emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i anil münker” medeniyetinin en güçlü temsilcilerinden ve uygulayıcılarından biri olarak kamu diplomasisini çok güçlü ve başarılı bir şekilde uygulayıp fetihlerine yön vermiştir. Osmanlı sultanları fethetmek istedikleri katı ve çok dirençli kimi coğrafyaları fetih öncesi yumuşatmak için önce gönül erlerini gönderdi. Diğer bir deyişle gönderdikleri kimi derviş ve gönül erleri ile önce Batı toplumlarının gönüllerini fethederek fiziki fethe hazırladılar. Bu yöntem belki de tarihin görmüş olduğunu en güçlü ve etkin kamu diplomasi hareketlerinden birisiydi.
Anadolu erenleri de denilen dervişler adeta gönül akıncıları gibi fetih coğrafyalarına önceden nüfuz ederek zaten zulüm ve yoksulluk içinde hayat süren batılı toplumların öncelikle gönüllerini aydınlatarak adil, paylaşımcı ve hoşgörülü bir hayat nizamını kendilerine sunarak bir bakıma gerçek fetihleri yani gönül fetihlerini gerçekleştirmişlerdir.
Söz konusu o günün kamu diplomatları, ya da gönül diplomatları dervişler, fetihten önce hayata geçirdikleri toplumsal yumuşatma harekâtının ardından askeri fetihler gerçekleştiğinde fethedilen yerlerde ahlaki, kültürel ve sosyal düzenin yerleşmesini sağlamak adına da fetih sonrası kamu diplomasisi misyonu üstlenmişlerdir.
Macaristan’ın fethi öncesi Kanuni Sultan Süleyman tarafından Macaristan’a gönderilen ve halen Budapeşte’de metfun olan Bektaşi dervişi Gül Baba, Osmanlının uyguladığı en güçlü, etkin ve sonuç odaklı kamu diplomasisi çalışmalarından birini hayata geçirmiştir. Gül Baba, II. Mehmed ile Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde benzer fetihlerde misyon üstlenmiş o dönemin önemli bir kamu diplomatı, bizim kültürümüzün diliyle gönül erlerindendi.
Osmanlı Batı’ya yönelen fetihlerinde dönemin kamu diplomatları dervişler üzerinden önce fetihlerin en güçlüsü olan Batılı gönülleri fethetmiş ve kamu diplomasisini çok etkin bir fetih yöntemi olarak kullanmıştır.
Özetle kamu diplomasisi, Batı için 2. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkmış bir diplomasi yöntemi olsa da İslam tarihi ilk kamu diplomasi hareketi olarak “Emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i anil münker” ile İslam’ın ilk yıllarında tanışmış ve İslam’ın hüküm sürdüğü devirlerde de etkin bir şekilde kullanılmıştır.
Hem İslam medeniyetinin hem de Osmanlının kalıtsal genetik kodlarını üzerinde taşıyan Türkiye, küresel ölçekte çok güçlü bir kamu diplomasi zeminine ve potansiyeline sahiptir.
Asya, Avrupa ve Afrika’da “Emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i anil münker” düsturu ile asırlarca hüküm sürmüş olan Osmanlı aradan geçen bir asra rağmen doğu ile batı, kuzey ile güney arasında bütün bir yeryüzünde hem insani, hem zeminsel, hem de potansiyel bağlamında çok güçlü bir kamu diplomasi zenginliğine sahiptir.
Sınırsızlığını çizdiğim bu zenginliğin boyutlarını geçtiğimiz günlerde yaşadığım bir hatıra ile somutlaştırmakta yarar görüyorum. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Latin Amerika ve Karayipler Parlamentosu (PARLATİNO) Türk Delegasyonu başkanlığını yürütmekteyim. PARLATİNO, 23 ülkeden oluşan Latin Amerika ve Karayipler bölgesinin tabiri caiz ise Avrupa Parlamentosu. Bölgede kalkınma ve entegrasyonu sağlamak için 1964 yılında oluşturulmuş bölgesel bir parlamento.
Yeni kurduğumuz TBMM PARLATİNO Türk Delegasyonu ile parlamenter diplomasi zemininde Latin Amerika ve Karayipler bölgesi ile ilişkilerimizi güçlendirmek ve bölgenin Türkiye karşıtı unsurlarca enfekte edilmesinin önüne geçmek istiyoruz.
Geçtiğimiz Mayıs ayında (24 Mayıs 2022) Dominik Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi Sayın Elvis Alam’ı, PARLATİNO Türk Delagasyonu Başkanı olarak TBMM’de kabul ettim. Çeşitli konuları görüştükten sonra dedesinin 1910’lu yıllarda Lübnan’dan Karayiplere göç etmiş bir Hristiyan olduğunu, bu nedenle kendisini bir Osmanlı gibi hissettiğini ve bu hissin kendisine diplomatlık görevinde büyük bir özgüven ve güç kattığını söyledi.
Aradan geçen bir asra rağmen Lübnan kökenli bir Hristiyan diplomatın kendini bir Osmanlı gibi kabul etmesi ve bunun kendini çok güçlü ve saygın hissettirdiğini söylemesi milletimizin Karayiplere kadar uzanan okyanus ötesi, küresel ölçekte bir kamu diplomasi zemini, potansiyeli ve zenginliğine sahip olduğunu göstermesi bakımından muhteşem bir örnektir.
Türkiye olarak, bugün itibariyle Latin Amerika ve Kariyipler bölgesinde yaşayıp kendilerini Osmanlı bakiyesi bu topraklara ait hissedip ve yine kendilerini “El Turko” şeklinde tanımlayan 4 milyon civarında bölgemizin kültürel ve kalıtsal mirasını taşıyan beşeri sermaye potansiyeline sahibiz. Dünyanın doğu ile batısı, kuzeyi ile güneyi arasında Asya’dan Latin Amerika ve Afrika’ya halen kendini Osmanlı kabul eden ve bundan güç olan toplumlar, milletler mevcut ve bu milletler Türk kamu diplomasisi için olağanüstü bir potansiyel ve güç teşkil etmektedir.
Bütün mesele küresel ölçekte kamu diplomasimize güç ve zenginlik katıp zemin sunacak bu potansiyellerimizi keşfederek bir Türk Kamu Diplomasi stratejisi oluşturmak ve bunu kurumsallaştırabilmektir.
Bugün kamu diplomasisi vazifesi gören TİKA, Yunus Emre ve Maarif Vakfı gibi kurumlarımız eğitim, kültür, sağlık altyapı vb. hizmetlerin farklı coğrafyalara taşınmasında başarılı ancak bu hizmetlerin algı yönetimiyle toplumların şuur altlarında güçlü ve kalıcı bir Türkiye sempatisi ve aidiyetine dönüştürülmesinde yetersizler.
2014 yılında Moldova, Romanya ve Lüksemburg’u kapsayan 3 günlük temaslarımız esnasında kendilerine eğitim ve sağlık başta olmak üzere birçok alanda TİKA tarafından verilen hizmetlere rağmen Moldova’da yaşayan Gagavuz Türkleri, bizleri yakalarında Türkiye değil Rusya rozetleri ile karşılamışlardı.
TİKA, Maarif ve Yunus Emre tabiri caiz ise donanım sunmakta ama yazılım ve işletim sistemi yükleyememektedir. İşletim sistemi ve yazılım yükleyemeyince de bizim sunduğumuz donanımlar başkalarının işletim sistemi ile işletilmekte ve dolayısıyla yapılan yatırımlar Türkiye sempatisi ve algısı oluşturamamaktadır. Yurt dışına bu şekilde yapılan yatırımlar sonrası o yatırımların Türkiye sempatisi ve aidiyeti oluşturma süreçlerinin de profesyonel bir şekilde işletilmesi ve yönetilmesi gerekiyor. Aslında asıl süreçler yapılan hastane, okul, yol vb. alt ve üstyapı hizmetlerini hayata geçirdikten sonra başlaması gereken sempati ve aidiyet oluşturma süreçleridir.
Özetle; kamu diplomasisi süreçleri ile muvazzaf kurumların dışarıdaki her bir hizmet operasyonlarını sistemsel anlamda kurgulayarak kalıcı bir sempati ve aidiyete dönüştürmesi elzemdir.
Kamu diplomasimizin kurumsallaşması ve etkin hale dönüşmesi adına önemsediğim diğer bir husus ise sinema ve dizi sektörünün mutlak surette kamu diplomasimizin güçlü bir kompetandı haline gelmesi hususudur. Diriliş Ertuğrul dizisinin tek başına Pakistan, Afganistan ve Hindistan Müslümanları üzerinde dönüştürücü, diriltici ve uyandırıcı etkisi mutlak surette incelenmelidir. Sadece Diriliş Ertuğrul dizisi ile Hindistan, Pakistan, Afganistan ve Bangladeş’te yaşayan ve Türkiye’ye muzahir 650 milyonluk Sünni kitle adeta uyandırılmış ve çok ciddi bir Türkiye sempatisi ve aidiyeti oluşturulmuştur.
Kamu diplomasisi hareketimize içerik sunacak yer kürenin her noktasında çok zengin bir tarihimiz, hikâyelerimiz ve yaşanmışlıklarımız bulunuyor. Dünyanın tam 34 ülkesinde 78 noktasında şehitliği bulunan bir millete, devlete ve tarihsel zenginliğe sahibiz. Tüm bu değerler kamu diplomasisi üretimimiz için çok zengin, seçkin ve çeşitli bir içerik zenginliği sunmaktadır.
Örneğin; 1845 yılında bir İngiliz sömürgesi olan İrlanda’da baş gösteren açlığa sultan Abdülmecit’in İngilizlerin tüm engellemelerine rağmen gıda yardımı ile müdahale etmiş olması İrlandalılar arasında bugün bile minnetle anılmakta ve Türkiye’ye karşı güçlü bir sempati oluşturmaktadır. Bu tür yaşanmış gerçek küresel iyilik hikâyelerimizin senaryolaştırılması, dizi ve sinema perdelerine aktarılması kamu diplomasimizin bir stratejisi haline gelmelidir.
Türk kamu diplomasisi için olmazsa olmaz unsurlardan birisi de algı yönetimi olmalıdır. 20. yüzyıl yeryüzünde ekonomik ve siyasi şekillendirmeler açısından önemli bir dönüşüme sahne oldu. 20. yüzyıl sonlarına kadar hedef ülkeler, hedef bölgeler, bölgesel ekonomik ve siyasi şekillendirmeler daha çok konvansiyonel savaş dediğimiz klasik savaşlarla gerçekleştirilirken 20. yüzyıl ile birlikte bir takım postmodern savaş yöntemlerinin devreye sokulduğunu gördük. Savaş uçakları, top, tank, tüfekle yapılan savaş şeklinde tanımladığımız konvansiyonel savaş yöntemlerinden postmodern savaş yöntemlerine geçişin birkaç önemli sebebi var.
Bunlardan ilki konvansiyonel savaşların sonuçlarının öngörülemez olması. Yani siz ne kadar büyük savaş gücü ve teknolojisine sahip olursanız olun ve düşmanınız ne kadar zayıf olursa olsun açtığınız savaşı kazanma garantiniz yok. Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a açtığı savaş böyle bir savaştı. Sonuç beklenenin aksine Sovyetler Birliği’nin dağılması ile sonuçlandı.
ABD’nin Vietnam’a açtığı savaş da yine sonucu itibariyle beklendiği gibi sonlanmayan bir savaştı. ABD’nin 2001 yılı Afganistan’a müdahalesi, yine ABD’nin Irak savaşları büyük savaş gücü farklarına rağmen sonuçları itibariyle öngörülemeyen şekilde bir bakıma kaybedilmiş savaşlardır.
Konvansiyonel savaşları rafa kaldırıp postmodern savaşları meydana indiren ikinci önemli faktör, konvansiyonel savaşların çok yüksek maliyetli savaşlar olması. Sonuçları öngörülemeyen, kazanma garantisi olmayan konvansiyonel savaşlar için ortaya konulan korkunç savaş bütçeleri ülke ekonomilerinde kapatılması oldukça güç açıklar, telafisi mümkün olmayan yıkımlar oluşturdu.
Irak ve Afganistan savaşlarının ABD ekonomisi üzerindeki olumsuz etkileri hala hissedilmektedir. ABD’yi Suriye’ye müdahaleden uzak tutan etkenlerden biri de Afganistan ve Irak savaşlarından zararlı çıkması ve bu savaşların Amerikan ekonomisi üzerinde oluşturduğu yorgunluktur.
Konvansiyonel savaşları rafa kaldıran üçüncü etken ise savaşlardaki askeri kayıplar oldu. Karşı tarafa ne kadar ağır kayıplar verdirilmiş olursa olsun, verilen küçük askeri kayıplar bile hükümetler için iç politikada ciddi eleştiri konusu oldu. Hükümetler yıprandı, seçimler kaybedildi. Savaştan sağ kurtulup dönebilen askerler ise yaşamlarını kâbusa dönüştüren sendromlara maruz kaldılar.
Tüm bu etkenler, küresel güçleri sonuçları daha öngörülebilir, daha az maliyetli ve daha az kayıplı postmodern savaş yöntemleri geliştirmeye zorladı.
Bunlardan ilki terör örgütleri üzerinden yürütülen vekâlet savaşları oldu.
Hedef rejimler, devletler ve bölgeler masaya yatırılarak çatışmalara duyarlı hassas dokuları tespit edildi ve her hedefin, her ülke ve bölgenin dokusuna uygun terör örgütleri üretildi. Kimisi etnik, kimisi dini ve mezhepsel, kimisi ideolojik kavgalar güden laboratuvar ürünü örgütler geliştirilerek belirlenen hedeflerin bünyelerine zerk edildi.
Konvansiyonel savaşların yerini alan diğer önemli postmodern savaş yöntemi ise halk hareketleri oldu. Arap baharı, kadife, yasemin devrimleri halk hareketlerine verilecek önemli örneklerdir.
Postmodern savaş yöntemlerinin belki de en önemlisi algı savaşlarıdır. Artık hedef liderler, hükümetler ve devletler oluşturulan algı stratejileri ile itibarsızlaştırılmakta, zayıflatılmakta ve çökertilmektedir.
Algı ve itibar yönetimi bu yönüyle kamu diplomasi faaliyetlerinin bugün için olmazsa olmaz unsurlarından biri olmak zorundadır. En basit ticari markaların dahi bugün için çok etkin algı ve itibar yönetim merkezleri bulunmaktadır.
Ana akım medyanın yerini alan sosyal medya en hızlı iletişim ve haberleşme ağı olması hasebiyle algı yönetiminin merkez üssü konumundadır. Toplumların şuur altları sosyal medya üzerinden servis edilen ve doğruluğu genelde sorgulanmayan dezenformasyonlarla dizayn edilip yönlendirilebilmekte ve yönetilmektedir. 2016 ABD başkanlık seçimlerinin sosyal medya ağları üzerinden dijital varlıklar, veri madenciliği ve veri analizlerinin bir dijital algı stratejisi ile Cambridge Analytica Dijital Danışmanlık firması tarafından nasıl yönlendirildiği hepimizin malumudur. Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslar gibi tarih boyunca savaş üreten istikrarsızlık ve çatışma üçgeninin tam merkezinde hayat sürmek zorunda olan Türkiye, etkin bir algı yönetimi modülünü kamu diplomasisi mekanizmasının tam merkezine oturtmak durumundadır.
Türkiye tarihsel ve kalıtsal mirasları, asırlara sari kadim devlet geleneği ve küresel ölçekte sahip olduğu coğrafi potansiyeli, kıtalara yayılmış beşeri sermayesi ile çok güçlü bir kamu diplomasisi zemin ve altyapı zenginliğine sahiptir. Bu potansiyel ve zenginliğin bir strateji ve politika ile işleyen kusursuz bir kurumsal hafıza ve mekanizmaya dönüştürülmesi gerekmektedir.